Cinsiyeti ve Biyolojik Cinselliği Korumak Gerek I
Her canlı gibi insan da doğduğunda, türünün başlangıçtan beri sahip olduğu ve süreçte kazandığı bütün özellikleri taşır. İnsan, kimden, ne zaman ve nerede doğacağını seçemediği gibi biyolojik özelliklerini, genetik vasıf, üstünlük ve zaaflarını da seçemez. Hiçbir akıl ve izan sahibi haysiyetli kişi de insanları doğuştan sahip olduğu ya da isteği dışında çocukluğunda kazandığı özellikleri nedeniyle yargılayıp, ahlak sınırları içinde incitici söz ve tavır içine olamaz/olmamalıdır.
Herhangi bir fiziki, akli ya da psikolojik eksiklik ya da fazlalık, renk veya şekilsel farklılıkla doğmak kusur ve suç sayılamayacağı gibi, biyolojik ve psikolojik olarak erkek, dişi veya çift cinsiyetli doğmak da kişinin bir ahlaki zaaf, günah veya suç meselesi sayılamaz ve kınanamaz. Ahlaki hukuki ya da dini olarak bir şeyin kötü, suç veya günah sayılmasını “irade” şartı dışında gerekçelere bağlayan her ahlak kötü, her hukuk çürük ve her din de batıldır.
Kişilerin kalıtımsal, anne karnında ya da daha babasında sperm, annesinde yumurta iken bir dışsal müdahaleye maruz kalarak kazandığı sakatlıktan dolayı eğer birisi kınanacak ve suçlanacaksa, bu ancak kasıtlı veya kasıtsız olarak doğacak çocuklar üzerinde tahribat yapan kişi, kurum ve düşünce sistemleri olabilir. Kim de fıtratı bozarak doğacak çocukların kaderini etkilemeye kalkarsa bu ahlaksız, aşağılık bir suçtur. Yargılanmaları ve cezalandırılmaları gerekir…
Tarih boyunca insanlar, en ibtidai topluluk ve toplumlardan en modern toplumlara kadar, -modern batı aklı / aydınlanma düşüncesi de dâhil- bir nedenle çocuk, genç ve insan kurban etmişlerdir ve buna da halen devam etmektedirler. Çocukları engelli diye, dişi diye, çift cinsiyetli diye, erkek diye, ilk doğdu diye, herhangi bir orta sayıda doğdu diye, deri rengi siyah diye, sarı diye, esmer diye, başka bir ırk veya kavimden diye sapkın ideolojilerini sürdürme veya tanrılarına, aşağılık ideolojilerine hizmet adına kurban etmişlerdir. İnsanlık tarihinde yazılı kaynaklardan bilebildiğimiz kadarıyla İbrahimî dinler –bir suça bağlı olarak yargılama veya savunma dışında öldürmeyi- Hz İbrahim ve İsmail üzerinden ebediyen yasaklamıştır.
İnsanların doğuştan veya çocukluklarından kazandıkları özellikleri nedeniyle şeytanlaştırılmalarının en kötü örneklerinden biri de engizisyon rahiplerinin başucu kitabı, Rahip Heinrich Kramer (1430–1505) &Jacob Sprenger’in (1436 – 1495) Malleus Maleficarum (1487) adlı kitabıdır. Söz konusu kitabın “cadı” kabulünün din üzerinden topluma sunulması “engizisyon” katliamlarını meşrulaştırmıştır. Oysa Kur’an’a göre, varoluşsal nedenlerle üstünlük ve diğerine düşmanlık göstermek şeytani düşüncenin ilk suçudur.[1] Şeytan bu mantığından dolayı lanetlenmiştir.
İnsanlık antik çağlardan beri, farklı tip ve yetenekteki insanları özellikle de akıl hastalarını ve psikolojik bozuklukları “şeytanla” ve “lanetlenmişlikle”, “kötülük” ve “uğursuzlukla”, “atalarının günahlarıyla” irtibatlandırarak yok etme veya en azından dışlama ve sürgün yoluna gitmiştir. Tarih, pozitivist aydınlanmanın tanrısı bilimin “doğal seçilim ve üstün ırk” inancı adına üretilen öjenik (eugenics) korkuların ritüeli olarak siyah, esmer veya sarı deri düşmanlığı nedeniyle katliam organizasyonlarına, engelli, zayıf ve hastaların özel sanatoryumlarda gizlice öldürülmelerine tanıktır.[2] Modern batı bu geleneği sosyal darvinizm’in “doğal seçilim yasası” üzerinden halâ gizli ve açık uygulamakta ve bu düşüncelerini bazı dolar milyarderleri bir takım toplantılarda “küresel nüfus sorunu” başlığı altında sınıfsal, ırksal ve bölgesel insan kırımı için savunabilmektedirler.[3] 1935-1945 yılları arasında bu imanla Naziler 200 000 Çingene, Yahudi, yaşlı, kimsesiz ve hastayı gizli programlarla sanatoryumlarda öldürmüştür.[4] Alanı ve kapsamı ne olursa olsun her türlü ırkçılık bu narsistik üstünlük inancından beslenen imtiyaz sitemini oluşturmak içindir.
Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız sorunlarla alakalı nedensellik açısından dinlerden alabileceğimiz “fıtratın ve tabiatın bozulmaması” gereğine dair yapılan uyarılardan başka pek bir şey olmadığı görülüyor. Konunun nedensellik üzerinden incelenmesi gerekir ki bu bilimin işidir. Bilim bu konuda genel olarak canlılara dair hemen her meselede olduğu gibi genetik, psikolojik ve davranışsal olarak üç yaklaşım ortaya koymaktadır. Hiçbir ahlak ve hukuk sistemi bu nedenlerden hangisinden kaynaklanırsa kaynaklansın yaşamsal bir gerçekliği hukuki tanım ve çerçeve dışında bırakamaz.
Cinsiyette, cinsellikte büyük oranda iradi bir tercihle şekillenmemektedir. Eşcinselliğin hiçbir hayvan türünde, hiçbir ilkel ve komünal toplumda yaşanmayıp, priamidal mülkiyet paylaşımlı feodal ve kapitalist toplumlarda olması, siyasal ve toplumsal baskının ağır olduğu toplumlarda olması[5] “eşcinselliğin genetik olduğu” tezini çürütse de bireyin sair nedenlerle doğuştan taşıdığı özellikler kabul edilmek ve tercih kendisine bırakılarak desteklenmek zorunluluğu ortadadır.
Fakat insanlık olarak, tabiatın doğal seyri içinde ortaya çıkan farklılıklarla, insani etkiler ve suni yollarla doğal gelişimin bozulması, en çok da kendi biyolojisinin aksine bir cinsel davranışa yöneltilme oranının yükselmesi meselesi çok ciddi ve kapsamlı araştırmalara konu edilmelidir. Kitlesel bağlamda belli toplumlara, belli amaçlarla, çeşitli yollarla uygulanan bir kısırlaştırma ve üreme faaliyetlerini durdurma projeleri görülmelidir.[6] Bu durum anne karnındaki ve doğduktan sonra çocukların zekâ gelişimlerine karşı yapılan saldırılardan daha hayatidir. Genel olarak modern insanın tabiata yaklaşımı nedeniyle “hava, su ve toprağın bozulması ve birçok canlı türünün tükenmesi”[7] gibi, tabiatı bozan insan, insan tabiatını da bozmaktadır. Tabiatı bozan insan bunu sırf tabiatı bozmak için değil, başka hazlarını gerçekleştirmek veya bir korkusundan emin olmak için kasıtsız yapıyorken, aşılar, ilaçlar, kimyasallar, gıdalar ve kültürel yollarla, kendine benzetme, egemen olma, nüfus kontrolü gibi dini, kültürel, ideolojik, siyasi ve ekonomik nedenlerle de yapmaktadır.[8] Bütün bunların arkasındaki inançları, kişileri ve güçleri doğru tespit edebilmiş olalım ya da olmayalım, bu durumun en nihayetinde insan türünün devamına karşı açılmış savaş olduğunu kabul edebiliriz.
Cinsiyeti ve Biyolojik Cinselliği Korumak Gerek II
Genetik, kimyasal ya da kültürel saldırıların hiç birisine maruz kalmamış insanların, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde tecavüzlere uğrayarak biyolojik cinsiyetlerinin zıddı bir cinsel role sürüklenmiş, cinsel doğallıkları tahrip edilerek manipüle edilmiş olanlar da aynı kendi iradesi dışında bir cinsel yaşama itildiği açıktır. Bu bireylerin çoğunun hatıralarına bakıldığında, çocukluk ve ergenlik dönemi tecrübeleriyle cinsel doğallıklarının manipüle edildiği görülüyor.[9] Bu durumun illa çok büyüklerden gelmesi de gerekmiyor. Zira çocuklarda 15-16 yaşlarına kadar bir yaş fark olması bile büyük olanın küçüğü üzerine patronajına yetmektedir. Yatılı okullar ve pansiyonlar bu tür iğfallere son derece açıktır.
Feministler taciz ve tecavüzlerin kaynağını “erkeklerin hedononizmine” yükleyerek, “oğlancı/livatacı” erkekleri hedef almak yerine işi genelleştirip, testosteronu ve tüm heteroseksüel erkekleri hedef almaktadır. Bu söylem hastalıklı hedonist yönelim ve saldırganlığı perdelemektedir. Bu bağlamda toplumumuzda özellikle de biyolojik erkeklerin kadınsılaşmışlarının ve transların çoğunun fuhuştan başka bir geçim kaynağına sahip olmaması durumun bir “arz talep ilişkisi” şeklinde işlediği gerçeğini de perdelemektedir. Fuhuş “hizmeti” satın alan heteroseksüel erkekler trans bireylere ortalama memur maaşının 3-4 katı bir gelir sağlamaktadır.[10] Din, ahlak ve kamusal hukuk adına söz söyleyenlerin bu nedenlere hemen hiç bakmaması şaşılacak şey!
Bazı feministler, “çocukların cinsel rollerinin görünen biyolojileriye alakalı olmadığını, doğduğu andan itibaren, ‘toplumsal cinsiyet’ rollerinin toplum ve yakın çevre tarafından öğretildiğini” bunun da çocuğun cinsel tabiatını baskıladığını ve dolayısıyla da ömür boyu mutsuz ettiğini, bu nedenlerle çocuklara karşı cinsiyetsiz bir dil ve davranış içinde yaklaşmak gerektiğini” dikte ediyorlar. Daha da öte “erkek çocuklara kız kıyafetleri giydirip, kız oyun ve oyuncakları, kız çocuklarına da erkek çocuk kıyafetleri giydirip erkek oyun ve oyuncaklarıyla oynatmak gerektiğini”[11] “bilimsel gerçek” olarak sunuyorlar. A’razı esas kabul ederek, üzerine hüküm bina eden bu zihniyet günümüzün en büyük zihinsel sapmasıdır ve demagojik propaganda yollarıyla hemen her kesim ve seviyeden insanı da yanıltmış durumdadırlar. Bu düşüncenin ne bilim ne da akılla izahı mümkün değildir. Travmatik saldırgan kişiliğe sahip bazı dâhilerin şahsi tecrübelerini ve istisnaları genellemeleri son derce indirgemeci bir yaklaşımdır. Bu durum yaşamın başka alanlarında özellikle de politik amaçlarla doğan ideolojilerin sıkça başvurduğu bir yöntemdir.
Feministler üstünde ciddi bir etki ve etkinliğe sahip olan bu hareket, insan doğasının çevresel ve kültürel etkenlerle değiştirilebileceği, “biyolojik cinsiyetin manipüle edilebileceği” bilgisine dayanmaktadır ve bu bilgiyi biyolojinin temel verileri doğrulamaktadır.[12] Bu bilgiden yola çıkarak yozlaşmış olanı aslına döndürmek ve yozlaşma nedenlerini ortadan kaldırmak için çaba göstermek yerine yozlaşmayla ortaya çıkanı asıl kabul ederek aslın tahrip edilmesi için savaş vermektedirler. Hastalıklı zihin tam olarak budur. Yani, “toplum erkeği erkek olarak yetiştirdiği için erkek, erkek olmakta, kadını kadın olarak yetiştirdiği için de kadın, kadın olmaktadır” dolayısıyla da “kadının kadın, erkeğin erkek olması engellenmelidir” diyorlar.[13] Büyük ve etkin programlar yapıyor, Toplumlara en üst makamlar üzerinden, en itibarlı kurumlar üzerinden etki edebiliyorlar. Bir gece yarısı operasyonuyla içinde insan doğasına, İslam’a, İslami geleneğe ve İslam’ın mahfuz kaynağı Kur’an ayetlerine ve nebevi sünnete karşı gayz ifadelerle saldırıların da yer aldığı İstanbul Sözleşmesini, 81 maddelik 34 sahifelik anayasal bir belgeye dönüştürebiliyorlar. “Kadına ve çocuğa karşı şiddeti önleme” gerekçesinin masumiyetiyle “toplumsal cinsiyet” olgusunu üreme davranışını ve üreme sıhhatinin merkezi aileyi ilga ediyorlar. Hem de tek karşı oy olmaksızın 26 dakikada hiçbir tartışma olmadan TBMM’nde milletin iradesini iğfal ederek! Toplum üzerinde de “bilime aykırı düşmek” söylemi üzerinden baskı kuruyorlar. Pedagogların, okullarda rehberlikçilerin, psikologların ve psikiyatristlerin ve “etki ajanı” yazarlar üzerinden –ki çoğu bu düşünceye kulaktan dolma sahip- toplumu endoktrine ediyorlar. Bazı ülkelerin dirençleri olsa da[14] bütün dünyada milyonlarca çocuk bu söyleme maruz bırakılıyor. Ülke olarak da ilk menfi sonuçlarını görmeye başladık.
9 Eylül Üniversitesinin 18 - 25 yaş aralığı gençler üzerine 2017’de yaptığı bir “cinsiyet araştırması”[15] gören göze ve duyan her kulağa felaketin çığlı olarak yeter. Bu araştırmaya göre “şeklen kadın görünen gençler “kendinizi cinsiyet olarak nasıl hissediyorsunuz” sorusuna “% 28 erkeksi, % 22 emin değilim” derken görünüşü erkek gençler “% 29 hem erkek hem kadın, %28’de emin değilim” şeklinde cevap veriyor. Bu tabloya göre kızlarımızın % 50’sini, erkek çocuklarımızın % 57’sinin cinsel hissediş olarak yozlaştığını görüyoruz.