Gülten Kışanak, "Bazılarının senelerdir söylediği gibi bir ‘PKK var’ bir de ‘Kürt sorunu var.’ Şimdi PKK’yi konuşmak istiyorlar, Kürt sorununu konuşmak istemiyorlar" dedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışındaki 1 Ekim'de TBMM'de yaptığı çağrı ile başlayan süreç Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti'nin PKK lideri Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmeler ile devam edildi.
Abdullah Öcalan’ın mesajlarını Meclis’te bulunan siyasi partilerle tartışarak, öneri ve değerlendirmelerini alan İmralı Heyeti, sonrasında İmralı’da ikinci görüşmeyi gerçekleştirdi. Diploması trafiği devam eden heyet, en son olarak da Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'ne giderek, temaslarda bulundu.
Eski Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı, Kürt siyasetçi Gülten Kışanak sürece ilişkin Mezopotamya Ajansı'ndan Müjdat Can'a değerlendirmelerde bulundu.
Kışanak, söyleşisinde şunları söyledi:
Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlayan ve sonrasında yaptığı çağrıyla yaşanan gelişmeler sürüyor. Kürt sorununda çözümün yeniden konuşulduğu bir süreçte AK Parti iktidarının kayyım, baskı ve gözaltı politikaları da sürüyor. Tabloya bakıldığında AKP ile MHP arasında bu süreçte anlaşmazlık olduğu belirtiliyor. Siz bu süreci nasıl görüyorsunuz?
Öncelikle Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli arasında bir görüş ayrılığı olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Ortak planlamayı farklı lehçelerle yürütüyorlar diye düşünüyorum. Evet, kamuoyunda pratikte yaşadığımız sorunlar nedeniyle sanki aralarında bir görüş ayrılığı varmış gibi bir algı ortaya çıkıyor fakat bunun daha çok bir iş bölümünden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Sayın Devlet Bahçeli biraz daha kamuoyunda bazı tepkileri de kolay tolere edebilecek, bazı kesimlerinde tepkisini engelleyecek bir figür olarak olası gelişmelerle ilgili daha ön açıcı bir yerde duruyor. Sözünü buradan kuruyor. Fakat aynı zamanda da iktidarın yaptığı kötü uygulamaları, baskıları, gözaltıları ve kayyım atamalarını da bir yerde geri dönüp onaylıyor. O anlamda aralarında bir görüş ayrımı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sürecin karakteri de biraz bunu gerektiriyor. Yeni başlayan, adı konulmayan ama devam eden bir gelişme seyri olduğu içinde süreç dediğimiz durum şunu gösteriyor; bir taraftan bazı sorunları çözmek için bir diyalog kurulurken, bir taraftan baskı da maksimum düzeyde devam ediyor. Demek ki bu önümüzdeki sürecin temel karakteri böyle olacak. Biraz da taraflar kendi taleplerini kabul ettirmek için özellikle iktidar cenahı, kendi taleplerini kabul ettirmek istedikleri bir düzeyde sonuç elde edebilmek için baskı politikalarından çok vazgeçecek gibi gözükmüyor. Devlet Bahçeli ile Erdoğan arasındaki farklılığın, bu iki duruma denk düşen rollerden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.
AK Parti’nin sürece karşı olduğunu düşünüyor musunuz?
Toplum büyük bir özlemle bir demokratikleşme bekliyor. Ancak devletin ve iktidarın, haklar, demokratikleşme temelinde bir şeyi konuşmak istemediğini düşünüyorum. Şimdi PKK’yi konuşmak istiyorlar, Kürt sorununu konuşmak istemiyorlar.
Toplum büyük bir özlemle bir demokratikleşme bekliyor. ‘Süreç’ derken herkes Kürt sorununun çözüleceği bir gelişme bekliyor. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlarının genişleyeceği, baskının sona ereceği, ayrımcılığın ortadan kalkacağı, Kürt halkının kimliğinin kabul edileceği… Elbette bu bizim beklentilerimiz ve arzularımız. Hemen bunun gerçekleşmesini istiyoruz. Buna ters uygulamalarla karşılaşınca da görüş ayrılığı varmış gibi gözüküyor. Oysa bu süreci yürüten heyette yer alan Sayın Sırrı Süreyya Önder, ‘Barış ayrı, çözüm ayrı. Biz şimdi barış aşamasındayız’ diyor. Yani şu anda devletin, iktidarın; haklar temelinde, demokratikleşme temelinde bir şeyi konuşmak istemediğini düşünüyorum. Tam tersine orada mümkün olduğu kadar baskıyı artırarak, toplumu en aza razı etmeye çalıştıklarını düşünüyorum. Asıl konuştukları mesele; hem Rojava hem de PKK’deki silahların nasıl devre dışı çıkarılacağı konusudur. Siyasi dillerine baktığımızda bunu bir ön şart olarak öne sürüyorlar. Demokratikleşme ile ilgili hatta zaman zaman yüksek perdeden ‘Kürt sorunu yoktur’ gibi laflar da söyleniyor. Sadece konuşmak istedikleri mesele; silahların nasıl devre dışı bırakılacağı konusu… Fakat kamuoyu olarak silahların devre dışı bırakılmasıyla birlikte; ‘Daha iyi bir yaşama nasıl kavuşabiliriz?, Daha demokratik, özgürlükçü bir yaşam nasıl kurabiliriz. Yani Kürt sorunu gerçekte nedir?’ konuşmak istiyoruz. Bazılarının senelerdir söylediği gibi bir ‘PKK var’ bir de ‘Kürt sorunu var.’ Şimdi PKK’yi konuşmak istiyorlar, Kürt sorununu konuşmak istemiyorlar.
Kürtler neyi konuşmak istiyor?
Kürt halkı ve demokratik kamuoyu olarak Kürt sorununu konuşmak istiyoruz. Kürt sorununu konuşmalıyız. Onun için iktidarın genel politikasının toplumun beklentileriyle birebir örtüşmediğini düşünüyorum. Zaten bu da beklenemez. Daha baştan şöyle bir şey hayalcidir; hemen yarın sabah kalkacağız, bir hafta, bir ay içerisinde anayasa da değişecek, devletin pratikteki uygulamaları da değişecek, Kürt kimliği tanınacak, anadil üzerindeki bütün engeller kaldırılacak, Kürtlerin yönetime katılmasıyla ilgili sorunlarda ortadan kalkacak. Yarın sabah güllük gülistanlık ülkeye uyanacağız. Bu gerçekçi değil. Bunu istiyoruz ancak böyle oturup bir anlaşmayla halledilecek bir şey değil. Buraya giden yolu açmak önemlidir. Buraya giden yolu adım adım döşemek önemli. Evet, toplum bunu arzuluyor, olması gereken de bu ama bu çözülmediği sürece aslında fiili olarak silah sorunu da çözülmüş olmuyor. Bunu defalarca Türkiye denedi, defalarca silahları devreden çıkaracak yol ve yöntemler izlendi. 3-4 yıl silahların hiç kullanılmadığı, devre dışında kaldığı süreçler oldu ama demokratikleşme yolunda adımlar atılmayınca yeniden çatışma zeminine geri döndük. Dünyadaki örnekler de böyle. Bu nedenle daha çok çözümü konuşmalıyız.
Son 5 ayda önemli gelişmeler yaşandı. Siz de neredeyse yaşamınız boyunca bu meseleyle hemhal olan bir isimsiniz. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan ile iki ayrı görüşme oldu, mesajları, değerlendirmeleri ve önerileri oldu. Dünden bugüne Abdullah Öcalan’ın demokratik çözüm pozisyonunu ele alacak olursak, nasıl bir noktada duruyor?
Politik bir aktör olan Sayın Öcalan’dan başka kamuoyuna bu kadar açık olan başka bir aktör görmüyorum. Ne düşünüyorsa bunları yazıya döken, kitap olarak yazan, rapor olarak yayımlayan, konuşma ve röportajlarında söyleyen bir insan. Ne denir, deyim yerinde ise hiç karnından konuşan bir insan değil. Ne varsa, ne düşünüyorsa, nasıl bir gelecek arzuluyorsa, nasıl bir çözüm istiyorsa bunu her zaman kamuoyuyla çok açık, net konuşan, paylaşmaya gayret eden, ağır tecrit koşullarında dahi imkan buldukça görüşlerini paylaşan bir lider. O nedenle toplamına baktığımızda Türkiye kamuoyu da çok yakından biliyor. Bugünlerde yine yapılan röportajları yansımaya başladı. 1993’ten bu yana meselenin silah olmadığını, silahların kolaylıkla devre dışı bırakılabileceğini, asıl meselenin bu coğrafyada yaşayan halkların ve bu halklardan biri olan Kürtlerin de haklarının temin edilmesi, eşit yurttaşlar olarak yaşayabilecekleri, birbirlerinin haklarına, hukuklarına saygı gösterdikleri bir toplumsal düzen arzuluyor. Bunu söylüyor, bunun için sürekli politika üretmeye çalışıyor.
Kesintisiz şekilde demokratik perspektifi var. Bunu, Türkiye kamuoyu da, devleti de yönetenleri de görüyor. Onun için her defasında devleti yönetenler Sayın Öcalan’ın kapısını çalıyorlar. Çünkü böyle bir perspektifi var. Geçenlerde dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, bir televizyon kanalında sunucu arka arkaya olumsuz sorular sorunca ‘1999'da Öcalan yakalandı. Ondan sonra yaptığı açıklamalar var, 'yeni bir sürece geçmemiz' lazım diyordu. Demokratik konfederalizmden bahsediyordu. Adamın en tükendiği andaki önerdiği şey. İnsanlar buna inanmaya başladı’ dedi. Onun için sürekli çözüm odaklıdır. Demokratik çözüm perspektifine sahiptir. Sayın Öcalan sadece Kürtlerin değil tüm halkların kimliklerini, kültürlerini, inançlarını özgürce yaşayabilecekleri eşitlikçi toplum tahayyülünü sürekli kamuoyuyla paylaşmıştır. Kürt sorununun çözümünü de bu perspektif üzerinden tartışıyor. Şimdi de yine kamuoyuna yansıyan iki görüşmede ki görüşlerinden görüyoruz ki ‘Ben bu işi çözerim’ diyor. ‘Çözülmesi gerekiyor’ diyor ve ‘Demokratik dönüşüm ile çözebiliriz’ diyor. Bu konuda yapılmayacak bir şeyden bahsetmiyor aslında. Türkiye’de aslında kime sorsan herkes der ki; ‘Demokrasi olsun, barış olsun, haklar kullanılsın.’ Ama zihniyeti böyle değildir çünkü pratiği farklıdır. Geri döner başka şeyler yapar. Ortalama herkesin kabul edebileceği bir perspektiften çözüm üretmeye çalışıyor. O nedenle bu yeni süreçte de çok ön açıcı fikirlerle toplumun tüm farklı kesimlerini çözüm konusunda harekete geçiren, motive eden, cesaret veren, sorumluluklarını hatırlatan bir profille karşı karşıyayız. Son 3 görüşmeden ortaya çıkan bu. Herkese diyor ki; ‘Daha iyi yaşamak sizin de hakkınız. Bunu elde etmek için buyurun hep beraber çalışın, konuşun, iyi bir çözüm üretin’ diyor. Hani, ‘Siz orada kalın ben sizi kurtaracağım’ diyen bir lider profili yok. Toplumu, halkı, tüm toplumsal kesimleri çözümün bir tarafı, paydaşı yapmak isteyen bir yaklaşım var ortada.
"Demokratikleşmeye geldiğinde tıkanıklık yaşanıyor"
Bilindiği gibi 2013-2015 yılları arasında tarihi bir dönüm noktası yaşandı. Dolmabahçe Mutabakatı aynı yerde duruyor. Dün bu fırsat kaçırıldı, devlet aklının durduğu nokta itibariyle toplumda temkinli bir hal var. Bu fırsat kaçılırsa ne olur?
Şöyle bir tespit yapabilirim. Devlet denilen yapı, aygıt ve iktidar, aslında bir parça çözümden korkuyor gibi. Ama diğer yandan gelip artık kapıya dayanmış ve çözülmezse başka kriz alanları yaratabilme potansiyeli de taşıyan bir sorunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat demokratik çözümü konuşmaktan ürken bir hal var. 2013-2015 sürecine ilişkin çok çeşitli analizler yapılabilir. Çünkü üzerine ciddiyetle durulması, birçok boyutuyla ele alınması gereken bir süreçti. Ama önemli ayaklarından birisi de şuydu; her şey konuşuluyor ama demokratikleşmeye geldiğinde orada bir tıkanıklık çıkıyor. Demokratikleşmeyi konuşmaktan korkan, bundan imtina eden ya da bunu bir tavizmiş gibi gören bir yaklaşım var.
"Bu pazarlık değil"
Bunu biraz daha açar mısınız?
Türkiye’de yaşayan herkes bilmeli ki demokratikleşme bir taviz değildir. Yani 21’inci yüzyılda insanların elde ettiği toplam değerlerdir ve biz bu değerlerden yararlanmak istiyoruz. Şu anda o kadar ilkel bir durumdan bahsediyoruz ki; vatandaşlık haklarını konuşuyoruz, seçme seçilme hakkını, basın hürriyeti, ifade ve düşünce özgürlüğünü, gösteri ve toplantı yürüyüşlerini, anadil hakkını konuşuyoruz. Bütün bunlar aslında demokratik değişim seyrini izleyen toplumlar açısından geride bırakılmış konular. Biz bunu yakalamaya çalışıyoruz. Oysa dünya yeni haklar üzerinden yeni şeyler konuşuyor. Türkiye gerçekten artık bu geri kalma halini aşmalı. Bu bir pazarlık, taviz, bir al-ver meselesi değil. Bundan ürkmemesi gerekiyor. Şimdi PKK olmazsa biz anadil meselesini konuşamayacak mıyız? Ya da silahlar olmazsa basın özgürlüğünü, seçme seçilme hakkını, kayyım atamalarını konuşmayacak mıyız? Bunlar olması gerekenler, pazarlık konusu değildir. Bunlar asgari demokratik kriterlerdir ve demokratik dünyanın, toplumların büyük ölçüde çözdüğü konulardır. Türkiye’nin hala bunlarla uğraşması çok büyük bir problemdir. Bu bakış açısının problemli olduğunu düşünüyorum. Demokratik haklar konusunda konuşmaktan korkmak, ürkmek, imtina etmek, mesele oraya gelince masayı terk etme gibi durumları devlet aklının aşması lazım. Belki yüzyıl önce bu bir taviz olarak görülebilirdi ama bugün artık bu bir taviz değil, gündelik hayatın sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için asgari olması gerekenlerdir. Bu birinci problem… Kürt sorunu iktidar hesaplarına, üç beş tane oya heba edilebilecek bir sorun değil. Vebali, vicdanı çok ağır. ‘Siyasi rekabeti lütfen Kürt sorununun dışına çıkartın’ diye bir tutum almamız gerekiyor.
"Kendi aralarında rekabet var"
İkinci problem alanı da şu: Devlet dediğimiz şey yekpare değil. Türkiye’de, ta İttihat Terakki’den bu yana, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yer alan farklı ana damarlar var. Osmanlıcılar, İslamcılar, ulusalcılar, Turancılar gibi 4’lü grup halinde İttihat Terakki arasındaki tartışmalar yürüyor. Onlar ana akım olarak bence hala izlerini devlet yapılanması içinde sürdürüyorlar. Orası bir koalisyon, koalisyonun da birbirleri ile rekabet hali var. Maalesef o rekabet hali Kürt sorununun çözümünde bize olumsuz yansıyor. Birinin yapmak istediğini bir diğeri bozmak istiyor. Mesela şu anda en çok konuşulan şey; ‘Kürt sorunu çözülürse bundan AKP’mi yararlanır?’ Bu sorulacak soru değil aslında. Kendi aralarındaki rekabet bu soruyu sordurtuyor. Ya da işte DEM Parti ile CHP ‘Kent Uzlaşısı’nda bir araya geldi. Bazı il ve ilçelerde yerel seçimde ittifak yaptı ve bunu sorun olarak görüyorlar, mahkemede yargılıyorlar. Orada Kürtleri yönetime getirmek için ittifak yaptıklarını söylüyorlar. ‘CHP mi Kürt sorununu çözecek? O mu nemalanacak, o mu iktidara gelecek’ diye maalesef devlet içindeki kliklerin siyasi rekabeti Kürt sorununun çözümü açısından büyük bir problem alanı yaratıyor. Artık Kürt sorununu araçsallaştırmamak lazım. Kürt sorunu iktidar hesaplarına, üç beş tane oya heba edilebilecek bir sorun değil. Vebali, vicdanı çok ağır... Bu ülkede insan maliyeti de, ekonomik maliyeti de son derece ağır bir süreç yaşadık. Artık bu çatışmalı süreci sonlandırmak ve Kürt sorununu demokratikleşme ekseninde çözmek istiyoruz. Siyasi rekabet ondan sonra yine devam eder. Bu siyasetin gereğidir. ‘Siyasi rekabeti lütfen Kürt sorununun dışına çıkartın’ diye bir tutum almamız gerekiyor.