Gıyas Abiye Veda

Gurbet Hikâyelerinde Suriye’de rejim karşıtı komünist bir örgütün mensubu olmuş, Filistin direnine katılmış ve mülteci olarak sığındığı Türkiye’de(Ankara) hayata gözlerini yumuş bir insanın(Gıyas Abi) hayatına yer veriliyor.

Gıyas Abiye Veda

Bu hafta özel bir yazı ile karşınızdayız. Yarısına yakını gurbette geçen ve gurbette biten bir ömrün hikayesi.

Websitemizdeki ilk hikayelerden "Iraklı Olduğunu Sanmıştım"ın sahibi olan, İlyas mahlasıyla yazan ve bizlere hikayelerin çevirisinde yardım eden Gıyas Abi geçtiğimiz hafta hayata gözlerini yumdu. Bu yazı onun hayatından, gurbetteki yıllarından ve ailesinden uzakta geçirmek zorunda kaldığı son günlerinden bahsediyor.

Arkadaşımız Emre'nin kaleminden, "Gıyas Abiye Veda"

Gıyas abiyle bir arkadaşımın vesilesiyle tanışmıştım. Bir kelime Türkçe bilmiyordu ama çok iyi seviyede İngilizce konuşuyordu. Mütevazı, kültürlü, saygılı, şakacı fakat melankolik biriydi. Tanıştığımda 58 yaşında olmalı. Geçirdiği badirelerle dolu yılların çilesi gözlerinden okunabiliyordu. Konuşmayı seven, dinlemeyi bilen, anlatacak çok şeyi olan biriydi. Her konuyu ciddi meselelere bağlama eğilimi olan insanlardandı.

Suriye’de rejim karşıtı komünist bir örgütün mensubuymuş. Gençliğinde uzun yıllar boyunca bu örgütte faaliyet yürütmüş. Suriye’nin meşhur bazı şair ve yazarlarıyla arkadaşlık etmiş. Lübnan ve Filistin’e çok hakimdi. Bir gün konu Sabra ve Şatilla katliamından açıldı. “O günlerde ben de oradaydım” dedi. Meğer yirmili yaşlarında gerilla olarak eğitim almak ve İsrail’e karşı dövüşmek üzere Lübnan’a gitmiş. Uzun bir macera değilmiş. Fakat yine de savaşmak için oradaymış.

Sohbetlerimizde meselelerin çoğu dönüp dolaşıp özgürlüğe bağlanıyordu. Suriye’deki baskı rejimi kendisini nefes alamaz hale getirmiş. Siyasi baskılar sonucunda ülkesinde barınamamış. Bir şekilde ülkesinden kaçarak Dubai’ye yerleşmiş. Kendisi elektrik mühendisiydi. Dubai’de uzun yıllar büyük işlerde çalışmış. Fakat Dubai’yi sorduğumuzda konu yine hep özgürlüğe varıyordu. “Her şey serbestti” diyordu, “iktidarı eleştirmediğin sürece”. Dört beş kişilik bir protesto gösterisinin bile nasıl ağır sonuçları olduğunu anlatırken yüzünde şekillenen ifadeyi unutmuyorum. Tiksinti? Öfke? Utanç? Aşağılama?

Neticede Dubai’de de dayanamamış. Oradayken kendisine kanser teşhisi koyulmuş. Ailecek Türkiye’ye gelmişler. Eşi ve çocuklarını Avrupa’ya göndermeyi başarmış. Onlar botlarla Meriç Nehri’ni geçip zorlu bir rotayı takip ederek Danimarka’ya ulaşmış. Kendisi sağlık durumundan dolayı eşlik etmeye cesaret edememiş. Ama, uzun uğraşlar ve bolca masrafla sahte bir pasaport temin etmiş. Bu pasaportla havalimanındaki kontrolleri geçmiş. “Her şey bitmek üzereydi” diyor. Son aşamada, uçağa binmenin eşiğindeyken, normalde sorulmaması gereken yerde tekrar pasaportu sorulmuş. Göstermiş. “Siz bekleyin” demişler. Gidememiş. Yıllarca beklemiş.

Ankara’da yaşıyordu. Türkiye’de eskisinden daha da az özgürmüş. Şehrin dışına çıkması bile özel izne tabi bir mülteci olarak hayatını sürdürmek zorundaydı. Üstelik bir kelime Türkçe bile bilmemesi her şeyi zorlaştırıyordu. Uzun süre ailesinin yanına gideceği ümidiyle Türkçe öğrenmeye çalışmamış. Tanışmamızın ardından kursa başlamıştı. Fakat pek ilerleyebildiğini söyleyemem.

Biz tanıştığımızda dilini bilmediği bir ülkenin başkentinde yapayalnız yaşayan ihtiyar bir adamdı. 2-3 yılda saatlerce sohbet etmişizdir. Filistin ve Lübnan’daki direniş örgütlerinden, İsrail’den, Suriye’deki iç savaştan, bölgemizdeki ülkelerden, tarihten, kültürden, yemeklerden, edebiyattan, müzikten, Marcel Khalife’ten, Feyruz’dan, Mahmut Derviş’ten, Nazım Hikmet’ten, sosyalizmden, Arap dilinin inceliklerinden, İslam’ın alternatif yorumlarından ve en çok da özgürlükten konuşmuşuzdur. Kur’an’a çok hakimdi. Bizdeki Kurancılıkla eşleşen görüşleri vardı. Arap diline daha da hakimdi. Kelimelerin kökenlerini ve bağlantılarını gösterirken gözlerinin nasıl parladığını iyi hatırlıyorum.

Yaklaşık kırk gün önce beni aradı. Kendisini hastaneye götürüp götüremeyeceğimi sordu. Bir arkadaşımla beraber götürdük. Kontrol niyetiyle gittik lakin acilden giriş yapmak zorunda kaldık. Ömrümde bir insanın bu kadar acı çektiğini görmemiştim. Kanseri nüksetmiş. O hafta boyunca yedi defa acile başvurduk. Yedincisinde yatış verdiler. Bir ay boyunca hastanede kaldı. Ben, arkadaşım ve bir zamanlar dostluk ettiği iki Suriyeli genç dışında kimsesi yoktu. Ailesiyle görüşüyorduk. Prosedürleri aşamadılar, yanına gelemediler. Onlar da orada mülteciydi, özgür değildi.

Onkoloji servisinde, günler içinde Gıyas Abi’nin mahpusluğu derinleşti. Sürekli oksijen hortumuna bağlı kalması gerekiyordu. Bu yataktan ayrılamaması anlamına geliyordu. Tahammül edemedi. Her fırsatta hortumu çıkarıyor, gidebildiği kadar uzaklara gitmeye çalışıyordu. Hastalığın etkisiyle aklı bulanıklaşmıştı. Kataterini sökmeye başladı. Zaptedemiyorduk. Yanında yirmi dört saat uyanık kalmak gerekiyordu. Sonunda kollarından ve bacaklarından yatağa bağladılar. Bu bir eşik oldu. Yıllar süren mahpusluk artık somutlaşmış ve fiziki bir hal almıştı. Sanırım tahammül sınırı burada aşılmıştı. Delirium dedikleri bir zihin durumundaymış. İletişimi tamamen kesildi. Konuşamaz oldu. Acı dolu, zorlu günler geçirdi. Yoğun bakıma alındı. Nihayet hastanenin bir köşesinde, dilini bilmediği sağlıkçıların elinde yorgun ve yalnız başına hayatını kaybetti.

Cenazesinde bizler, kendisine yardım eden Suriyeli iki genç ile ailesi ve temizlik görevlisi olarak çalıştığı işyerinden arkadaşları vardı. Birileri vardı ama kimse yoktu. Hoca duasını okudu. Her şey olması gerektiği gibiydi ama hiçbir şey doğru gelmiyordu. Mezarına yerleştirip üzerine küreklerle toprak attık. Toprağın altındaydı ama artık sanırım özgürdü.

- Emre

 

Kaynak: gurbethşkayeleri.com