‘Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?’

gorusler@karar.com ABDULBAKİ DEĞER'in 25/03/2024 tarihli yazısı;

‘Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?’

 

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Ekonominin kötüleştiği yerde hükümete karşı somut bir eylem yapılmayan yerde ana muhalefet partisinin önünde protesto yapmak ancak bizim kamusal işleyişimizin garabetiyle açıklanabilir” diyor.

‘Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?’

Tarkovsky‘nin Solaris filminde şöyle bir replik geçiyor: “Ingmar Bergman’a sormuşlar; “Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?” “Utanç” demiş Bergman. “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir!” Utanç; onur kırıcı, ahlaka uymayan veya uygunsuz algılanan bir davranış sergilemiş olmaktan doğan mahcubiyet veya küçük düşme duygusudur ve doğrudan insanın toplumsal bir varlık olmasıyla ilintilidir. Türkiye anlamlı bir kamusal işleyişten yoksun olduğu için utanç duymama, ahlaka uygun yol olmama gibi öldürücü zaaflarla malul durumda. Mesele sadece öldürücü zaaflarımızın olmasıyla sınırlı değil üstelik. Zaafları çarpan etkisiyle büyüten şey zaaflarınızın farkında olmamanız hatta zaaflarınızı bizatihi gücünüz olarak görmeye başlamanızdır. Türkiye sadece yönetim alanında işleyen bir kontrolsüzlüğün girdabında savrulmuyor. Aynı zamanda bu savrulmayı toplumsal bir zemine oturtan, meşrulaştıran ve bir mücadele görünümüne bürüyen sivil toplum yapılarımızın içler acısı hali nedeniyle kronikleştiriyor. Sorunlarımızı çözmek, oluşturdukları tahribatı azaltmak bir yana neredeyse kendimize kastedercesine bünyemizi güçsüzleştirecek her türlü hamle kendi ellerimizle hayata geçiyor.

Türkiye’nin tarihsel olarak devletin işleyişiyle ilgili problem yaşadığı artık tartışma kabul etmeyen bir kabul hükmünde. Ancak maalesef bununla bitmiyor iş. Devlet-toplum ilişkimiz de problemli ve toplumumuzun, sivil toplum yapılarımızın niteliği ve işleyişi de problemli. Devletin toplumsal kesimlerin birbiri aleyhine dayanıştıkları bir imtiyaz odağı, sivil toplum yapılarının bu imtiyaz düzeneğinde rol kapma araçlarına dönüştüğü ortamda kamusal ilişkinin basit bir alan kapma mücadelesinin dışına çıkması mümkün olmuyor. Diğer taraftan mevzunun bu yönü tarihsel olarak devrede gelen cemaatçi yapının tahkimini ve kamusal ve kurumsal bir ahlakın, yapının, işleyişin zemin bulamamasını süreklileştiriyor.

Kamusal ve kurumsal ahlak; devletin ve toplumun savrulma derecesini belirli bir seviyede tutan, onun yıkıcı ve yozlaştırıcı etkilerini önleyen bir mekanizma işlevi görür. Kamusal ve kurumsal ahlakın varlığı ve niteliği düzenin, istikrarın, meşruiyetin temini açısından hayati önem arz eder. Türkiye’de yapılanları, söylenenleri, ilişkileri ölçebileceğimiz bir toplumsal kabul standardını vermesi açısından çok önemli. Bu tartışmanın Türkiye’nin sosyolojik anlamda bir cemaat vaziyetinden çıkarak toplum olabilmesiyle ilintili olduğu çok açık. Bir teması, birlikteliği, ortak bir tahayyülü kısacası aynı zamanda ve yerde birlikte olmanın getirdiği, gerektirdiği angajman ilişkilerine girmeyi düşünmeyen hatta bunu kendi varlığı ve geleceği açısından bir kayıp, bir taviz, bir “kirlenme” olarak gören patolojik bir vaziyetin görünümü olarak görmek ve yüzleşmek zorundayız. Ötekini görmeyen, ötekinin sorumluluğunu üstlenmeyen ve en büyük imtiyazının “ötekinin eşiti olmak” olduğunun farkında olunmayan bir yerde devletle, siyasetle belirsiz ilişkiler geliştirerek alan kapma mücadelesi vermeye dönüşüyor iş. Alanın korunmasından, kollanmasından, nitelikli bir hüviyete bürünmesinden ziyade alan kontrolünün kimde olduğuna kayıyor mesele. Bu da zaten sistemi değil sistem içindeki pozisyon değişimini önceleyen daha doğrusu bu tarz bir mücadeleyle sınırlı kalan anlamsız, işlevsiz bir varoluş biçimine dönüşüyor. Yönetimde iseniz, ötekinizi iktidar sistematiğinden süpürüyorsanız zaten yapılması gerekeni yapmışsınız demektir. Yaptığınız şeyin içeriği, yaparken benimsediğiniz yol-yöntem bu noktadan sonra anlamsızlaşıyor.

Çok boyutlu bir mesele bu. Tarihsel bağlantılarıyla ele alınıp değerlendirilmesinde yarar var. Türkiye yerleşik ilişkiyi ve işleyişi sorun etmek yerine bunun sorun edilmemesi için her türlü toplumsal kesimle, her türlü ideolojik-politik yaklaşımla gerektiğinde ittifak ilişkilerine girmeyi bir iktidar stratejisi olarak kullanan ve kullanmakta da hayli mahir olan bir ülke. Bu şartlarda bir ittifaka razı gelmenin hangi maliyetle gerçekleştiğini sorun edecek maalesef ne ideolojik-politik bir yapı ne bir toplumsal kesim ne de bir sivil toplum hareketi göremiyoruz. En büyük şikayetin bu iktidar denkleminde kabul edilebilir bir yer temini ile ilgili olduğu noktada en marjinal hareketin bile yerleşik düzene can suyu olduğunu belirtmek hilafı hakikat olmasa gerek. Bütün bu teferruatlı anlatının şüphesiz rafine bir tartışmayla yürütülmesi elzemdir. Türkiye’yi felaketten kurtaracak ve anlamlı bir geleceğin imkânını barındıracak olan da budur. Bir nebze soyut gelebilecek olan bu hikâyenin somutlaştıracak sayısız örnek yaşanıyor ülkemizde. Zaten bu sayısız örneğin varlığı tam da kamusal ve kurumsal ahlaktan yoksun işleyişimizin müşahhas örneği olarak görmek, değerlendirmek gerekiyor. Her biri birbirinden ibretlik olan bu örneklerden birisini, ilgili olduğum alanla ilişkili olduğu için, paylaşarak yazıya son vermek istiyorum.

8 Mart’ta CHP Genel Merkezi’nin önünde Memur-Sen’in gerçekleştirdiği sıra dışı bir eyleme şahitlik ettik. Memur-Sen, Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği “Toplu Sözleşme İkramiyesi” kararını mahkemeye taşıdığı gerekçesiyle CHP’yi genel merkezinin önüne siyah çelenk bırakarak protesto etti. Bu eylem bir Türkiye ifşasıdır ve dikkatle ele alınmalıdır. Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyorum. Yanlış yapılan her noktada sivil toplum yapılarının eylem ortaya koyma, başkalarını protesto hakkı vardır ve bu hakkın kullanımını engellemeye dönük her teşebbüs gayrı meşrudur. Bu açıdan CHP de bir başka parti de şüphesiz eleştirilir, protesto edilir. Ancak eleştirilerimiz, protestolarımız aynı zamanda kendi işleyişimizin, söylemlerimizin ve eylemlerimizin yargılanmasına ilişkin bir alan açtığını hatta kamusal bir davet çağrısı olduğunu da kabul etmek mecburiyetindeyiz. Güçlü, etkili ve meşruiyeti yüksek dolayısıyla kamuoyu nezdinde fatura çıkaran bir sivil toplum yapılanması bu açıdan yaptıkları ve yapmadıkları ile birlikte değerlendirilmelidir. Eylem 2024 Türkiye’sinde gerçekleşiyor. Kamu çalışanlarının mali açıdan büyük kayıplar yaşadığı bir tarihsel dönemdeyiz. Temel ücretleri sürekli düşen, açlık sınırına doğru neredeyse sistematik şekilde süpürülen, ‘rasyonelliği’ olmayan ekonomi-politikle adeta yoksullaştırılan kamu çalışanlarının haklarını korumak için hükümeti, hükümet pozisyonunda olan Ak Parti’yi bir gün protesto etmemişken bir anlamda kamu çalışanlarına “sus payı” olarak verilen bir ek ödemenin kamu çalışanları arasında eşitsizlik doğurduğu gerekçesiyle iptal edilmesi nedeniyle soluğu CHP önünde almak gerçekliği çarpıtmak, sorumluluğunu örtbas etmektir.

Kamu çalışanlarını eşitsizlik temelli ek ödemeler üzerinden üç kuruşa mahkûm eden uygulamalara maruz bırakmayı, bu tarz konuşulmaya değmez rakamlarla kirli bir pazarlığın nesnesine düşürmeyi dert etmek yerine haksız, adaletsiz bir uygulamanın yürürlükten kalkmasını protesto edecek bir pozisyonda kendisini görmek, görebilmek ancak bu yabancılaştıran Türkiye ikliminde mümkündür. Bu iklim, bu işleyiş, bu ilişki hastalıklıdır. Gerçekliği örtbas eden, insanı kabulü mümkün olmayan işlerin girdabına sürükleyen bu yapı Türkiye’yi tüketiyor. Türkiye’de sendika aidatını devlet ödüyor, sendikal mücadeleyi güçlendirmek, teşvik etmek (!) maksadıyla sendikalılara “Toplu Sözleşme İkramiyesi”ni devlet ödüyor. Bütün bunları yapan devlet aynı zamanda kamu çalışanlarına üç kuruşa muhtaç eden devlet.

Yerli yerine oturmayan, çarpık bir ilişkiden ancak ifsat edici imtiyaz arayışları türeyebilir ve bunların da bizi nereye savuracağını kestirmek mümkün değil. Türkiye gibi son yıllarda tüm dünyadan ayrışan şekilde ekonominin büsbütün kötüleştiği yerde hükümete karşı somut bir eylem yapılmayan, yapılamayan yerde hiçbir maliyeti olmayan ana muhalefet partisinin önünde protesto yapmak ancak bizim kamusal ve kurumsal işleyişimizin garabetiyle açıklanabilir. Utanç bizi kurtarabilir mi emin değilim ancak utanç olmadan bir kurtuluşun mümkün olmadığı çok açık.