Tarih: 23.06.2025 11:26

Gazze İstisnası: Agamben ve İsrail Faşizmi

Facebook Twitter Linked-in

Yedi ekim baskınından bu yana Gazze’de inanılmaz bir dehşet yaşanıyor üstelik de herkesin gözü önünde ve herkes aynı şeyi söylüyor “buna nasıl izin verilebilir”.  Bu makale de bu sorunun cevabının peşine düşeceğin ana hattım

Alman Düşünür Theodor Adorno ’ya atfedilen Auscwitzden sonra şiir yazmak imkânsızdır” sözü vardır ama doğrusu “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarcadır.” Bu sözü uyarlarsak “Gazze’den sonra felsefe yapmak gaddarcadır” denebilir mi. Bu soru felsefeden ne beklediğimize göre değişir. Marx’ın ünlü 11 tezinde dediği gibi “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Şeklinde bakıp felsefeyi praxisin yani eylemin önüne koyuyorsanız bu anlamsız bir sorudur ama bu aynı zamanda felsefeye siyasi ideoloji olma rolünü yüklemektir. Eğer Felsefeyi insanın kendini, dünyayı anlama ve anlamlı kılma çabasının bir neticesi olarak görüyor isek Gazze’den sonra felsefe yapılabilir. Hem de Barbarca ve Barbarların safında yer alarak.

Gazze’de felsefe yapılacaksa insan onurunun, doğanın, hayvanların hâsılı bir cümle mahlûkatın yaşama hakkı için felsefe yapılmalıdır. Bu nedenle de Derridaının decunstriction metodunu egemenlerin dünyasına uyarlayarak işe başlanmalıdır.

“Barındırdığı tehlikeli gizilgüce karşın, hem içte hem dıştaki adaletsizliğine karşın, özgür dünya şu anda hâlâ uzay ve zaman içinde bir adadır; bu adanın şiddet egemenliği okyanusunda yok edilmesi, eleştirel teorinin de bir parçası olduğu kültürün yok edilmesi anlamına gelir.”[1]

Horkheimerin bu tespitlerini bir kenara not edelim. Çünkü bu ada meselesi İsrail denen faşist devlet için de kullanılacak ve ehvenişer yani kötünün iyisi olarak bu mantığa boyun eğmemiz talep edilecektir. İsrail denen kötülük tohumu ile bu tohuma rahimlik yapan batı dünyasının gerçekliği esnasında bu meseleyi ele alacağım. Felsefe ile başladık onunla devam edelim ama hukuk felsefesi ile yola devam edeceğim. Çünkü Gazze’nin yıkımı ile hukuk arasında bir bağ var.

Bugün gelinen noktada herkes liberal uluslararası düzenin çöktüğünü insancıl hukukun askıya alındığını belirterek Gazze de yaşanan devlet terörünün her şeyin sonu olduğunu belirtiyorlar. Kurulu düzen kriz de. Ve kriz her zaman bir kavşak noktasına işaret eder. Bu kavşak yeninin imkânlarını da içerir. Şu sıralar artık bir kilişeye dönüşen Gramsci’nin “Eski dünya ölüyor ve yenidünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı”. Sözü oluşan durumu gösteriyor. Ancak elbette doğması umulan yeni modern zihniyetin düşündüğü gibi olumlu olmayabilir ki bunun tüm işaretleri mevcut.

“Samuel Beckett üzerine yazan Gilles Deleuze için bitkin kavramı önemli bir konumdadır. “Bitkin”, diye yazar Deleuze, ‘yorgunluktan [le fatigué] çok daha fazlasıdır’. Yorgun olmak, kişinin projelerini artık gerçekleştirememesi, belki de bir sınır ya da engelle karşılaştığı için geçici olarak gerçekleştirememesidir; buna karşılık tükenmiş olmak, mümkün olanın kendisinden kurtulmak, sınır deneyiminin kendisini tüketmektir: ‘Yorgun olan yalnızca gerçekleştirmeyi tüketmiştir, tükenmiş olan ise mümkün olanın tümünü tüketir. Yorgun artık gerçekleştiremez, ama tükenmiş artık mümkünleştiremez. Deleuze, bu şekilde, Beckett’te bir potansiyel güç olarak (yeniden mümkün kılma anlamında) olumlu bir tükenme düşüncesi bulur, çünkü tükenmiş özne kendisini herhangi bir etkinlik hesabının (ve olasılık türetiminin) ötesinde bulduğunda, kendisini şu anda kavranan veya sınırlandırılmış olasılıkların ötesinde yenilik yapma gücüne sahip yeni bir öznellik içinde yeniden oluşturabilir.”[2]

Bu noktada Hukukun imkânlarının tükenmesi adalete alan açmak için bir fırsata da dönüşebilir ki İsrail ile Filistin direnişi arasındaki mücadele de esas olarak adaletle doğrudan ilişkili.

Ancak bırakalım adaleti hukuk bile tamamı ile askıda. Çünkü İsrail Gazze’de aralarında binlerce çocuğun da olduğu saptanmış kayıtlara girmiş 60 binin üzerinde silahı olmayan, Hamas direnişinin eylemlerinin bir parçası olmayan yani masum 60 binin üzerinde insanı batının gözetimi altında ve onun siyasi ve fiziki desteği ile öldürebildi. Mevcut Liberal uluslararası düzene de buna dayanan hukuka da tamamı ile ters düşen durumun bu durumla birlikte iflas etmiştir diyenlerin çoğunlukta olduğu bir kriz durumu var. Liberal uluslararası düzen (LIO) krizde. 2008’de küresel finans sisteminin neredeyse çökmesi; ‘devletçi’ ekonomilerin (özellikle BRIC(S) devletleri) bir karşı model olarak ortaya çıkması; krizden bu yana Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sağcı hareketlerin yükselişi; Brexit oyu ve Trump’ın 2016’da seçilmesi – bunlar sadece en belirgin işaretler Tüm bu olaylar, küresel yönetişim kurumlarından ekonomik açıklığa veya çok taraflı ticaret ve güvenlik iş birliğine kadar LIO’nun çeşitli temellerine meydan okuyor.

Bu durum William Butler Yeats şiirindeki durumu yansıtıyor.

     şeyler dağılır; merkez tutunamaz.

 Sadece anarşi dünyaya salınır,

 Kanla kararmış gelgit salınır ve

 her yerde masumiyet töreni boğulur.

Tam da bu nokta da Agambenin yenilikçi ve mevcut düzenin maskesini sıyıran çalışmaları onun şöhretli bir entelektüele dönüşmesine yol açtı.

Gazze bugün her boyutu ile onun istisna kavramının ortada olduğu bir mekân. Bu istisna halinin İsrail için geçerli olmasını kurucu dışarısı kapsamında bir medeniyet perspektifi ile ele alacağım. Kurucu dışarısındaki öteki olgusu burada çok önemli bir yer tutmakta. Bu nedenle de Filistin halkının küresel egemenler gözünde tek kullanımlık bir atık olduğunu, bunun da Filistin halkının Batı Uygarlığının dışında konumlanmışlığı ile izah edeceğim. Bunlara giden uğrakta Agambenin yanında Achille Mbembeye de değineceğim ve Gazzeyi Bir Ölüm Bölgesi Gazzelileri de yine onun kavramı ile yaşayan

İstisna, Çıplak Hayat Homo Sacer. Agambenin Merkezi Kavramlarına Bir Yolculuk.

Agamben yüzyılımızın en önemli figürlerinden onun için mesihçi Anarşist diyenler de var ki Agamben Anarşistlere olan muhabbetini Kara Bloklar üzerine yapılan bir dokümanda ortaya koyduğu gibi bu düşünceye katkılar da koydu. Bugünün Anarşisi adlı yayında Anarşizmi tartıştı, genel olarak egemenlik eleştirisindeki radikal ton onu Anarşizme epeyi yaklaştırır. Batıdaki egemenlik ilişkisinin izini sürdüğü dokuz ciltlik Homo Sacer dizisi tam bir siyasal arkeolojidir. Düşünsel izlerinde birçok filozofun izi olsa da Heidegger, Özellikle de Walter Benjamin ve Carl Schimitt. Michel Foucault onun yol uğrakları oldu. Bu yazı bir Agamben biyografisi olmadığından bu düşünürlerin onun eserlerinde hangi noktalar da izler bıraktığına değinmiyorum.  Ancak çalışmalarının ana yolu Foucault ’un Biyopolitika kavramını ilerletmek ve derinleştirmek oldu.

Agambene şöhret kazandıran ana kavram istisna kavramı oldu. Ancak bu kavramı anlamak için Agamben’in Aristo’dan yola çıkarak yaptığı yalın yaşam yani insanın hayvanla ortak olduğu canlı hayat, biyolojik varoluş olarak yaşamla toplumsal siyasal yaşam olarak bios ayrımı önemlidir. Çünkü Homo Sacer yani kovulmuş lanetlenmiş insan biyolojik varoluşa indirgenmiş kişidir, hukuk ve siyasi yaşamdan kovulmuştur hukuki statüsü ise vatandaşlıktan dışlanmış olmaktır, böylece hukuki korumadan yoksundur. İstisna da esas olarak insan hakları anlamında hukukun askıya alınmasıdır. “istisna hali” terimi, siyaset ve hukukun tamamen iç içe geçtiği yolları tanımlar. Liberal düşünce de hukuk ve siyaset arasındaki ilişki her zaman yargının özerkliğini koruduğu şeklinde anlaşılmıştır, ancak Agamben’in öne sürdüğü gibi, siyaset fikrinin kendisi istisna durumunda hukukun üstünlüğünün askıya alınması olasılığıyla ilgilidir. Aslında bu batı tarihinde hukukun üstünlüğü olarak kabul edilen ve her türlü keyfiyetin iptal edilip adil yargılanma hakkı olan Habeas Corpusun Magna Carta’dan beri devam eden durumun askıya alınmasıdır. Çünkü Agambenin işaret ettiği gibi Hukuk yargılanma ve ceza almaktan ayrılmayan bir durumdur bu nedenle hukuk her zaman şiddeti bağrında taşır. Hukuk OHAL ile derinden ilişkilidir.

“İstisna hali, tıpkı iç savaş, ayaklanma ve direniş gibi, “ikircikli ve belirsiz bir sınır çizgisinde, hukuki olan ile siyasal olan arasındaki kesişme noktasında konumlanır. Sınırlar sorunu daha da acil hale gelir: İstisnai Önlemler, siyasal kriz dönemlerinin ürünü iseler ve bu nitelikleriyle hukuki-anayasal alanda değil, siyasal alanda anlaşılmak zorunda iseler; bu önlemler, hukuk düzleminde anlaşılamayan hukuki önlemler gibi paradoksal bir durumda konumlanırlar ve istisna hali, yasal bicimi olamayan şeyin yasal biçimi halini alır. Öte yandan, eğer istisna, hukukun onun aracılığıyla yaşama gönderme yaptığı ve kendini askıya alarak yaşamı bünyesine kattığı özgün araç ise, o zaman bir istisna hali kuramı, canlıyı hem hukuka bağlayan, hem onu terk eden ilişkinin tanımlanması için önkoşuldur.”[3]

 

İstisna her zaman/zaten egemenlikle ilişkili olduğu için hukuki değil siyasal bir durumdur. Agamben bu kavramın hukuka içkin olduğunu bu bakımdan istisnanın hukukun dışında olmadığını daha çok iç ve dış arasında bağ kuran bir boşluk halidir ya da bir belirsizlik bölgesi istisna hukukun dışındadır çünkü onu kuran ona şeklini veren kurucu iktidarın bir ürünüdür Öte yandan içindedir çünkü OHAL hukuk içinde tanımlanmıştır. Bu bakımdan bir zor ya da tahakküm biçimi olan İstisna devlete içkindir. Agamben için Modern devletin gerçekliği, istisnanın kural haline gelmesi ve devletin aşılmasının olağanüstü koşullarının onun olağan işlevinin bir parçası olmasıdır. Hukukun üstünlüğünün istisnai olarak askıya alınması o kadar sık gerçekleşir ki, devlete katı, geçirimsiz bir kavram olarak yaklaşılamaz. Agamben’in analizinde ortaya çıkan şey, devletin hukukun üstünlüğünü korumak için kendi hukuk kuralını rutin olarak askıya aldığı ve geleneksel devlet modelinin bu bağlamda anlaşılması gerektiğidir. İstisna halinde ise yurttaş lanetli/kovulmuş insana yani Homo Sacere dönüşür. Modern devletin istisna da açığa çıkan zorbalığı modern hayvan insana ya da biyolojik varlığa dönüştürülmüş modern insanlara uygulanır. Modern insanın kamusal sahneden özel yaşama geçmesiyle modern insan siyasal varoluşunu kaybeder. Bu modern egemenlikle içiçedir çünkü modern siyaset ya da modern devlet, bedenler üzerinden işleyen biyolojik yaşamı nesnesi kılan bir biyoiktidar inşaa etmiştir. Hal böyle olunca da modern insan yalın yaşama (zoe) indirgenerek siyasal toplumsal varoluşunu yitirmiştir. Böylece hukuki varlığı müphem olabildiğinden ve modern yönetim yönetimsellik de diyebileceğimiz idari prosedürlerle işleyen yasalarla değil yönetmeliklerle idare eden ve uhdesine yasama ve yürütmeyi de alabildiğinden istisna kurala dönüşmüştür. Modern devletin özgürlükler hukukunu ya da modern insanı modern devletin aşırılıklarından koruduğu düşünülen insan haklarını askıya alabilmesinin açığa çıktığı yer ise açık hava hapishaneleri olan kamptır. Hukukun askıya alındığı bir mekândır bu nedenle de kamp mahkûmlarına her şey yapılabilir öldürülse dahi kimse bunun hesabını sormaz. Kamp hukukun dışında kendi olağanüstü hukukunu uyguladığı kendine has prosedürlerle işleyebilen bir mekândır.  Agambene göre siyasetin öznesi yalın yaşam/çıplak hayat vasıtasıyla varolan lanetlenmiş insan homo sacerdir.

Kamp denen istisna mekânı insanı bir homo sacere dönüştürür yani hukuk alanının dışına atılmış bu nedenle de kendisine her şey yapılabilir varlık. Agambenin başkahramanı öldürülebilen ama kutsanmayan (hukuki alana kabul edilmeyen) Kovulmuş/Lanetlenmiş insan olan Homo Sacerdir. Homo Sacer hukuki alanının dışında biyolojik bir varlığa bir canlıya dönüştürülmüş kişidir. Dolayısıyla homo sacer basitçe toplumdan kovulmuş ve tüm haklardan ve sivil yaşamdaki tüm işlevlerden mahrum bırakılmış bir kişi anlamına da gelen bir siyasal varlıktır.

 

“Modern siyaseti tanımlayan şey, ne zoe’nin polis’e dâhil edilmesi —ki zaten bu kesinlikle eski bir durumdu— ne de çıplak hayatın, Devlet iktidarının yansıtma ve hesaplamalarının temel öznelerinden biri haline gelmesidir. Burada önemli olan şey şudur:  Bütün istisnaların kural olması sonucunu veren süreçle birlikte çıplak hayat alanı (ki bu aslında siyasal düzenin marjinlerinde konumlanmış olan bir alandı) gün geçtikçe siyasal alanla örtüşmeye başlıyor ve [dolayısıyla da] dışlama ile içleme, dışarı ile içeri, bios ile zoe ve hak ile olgu indirgenemez bir belirsizlik mıntıkasına giriyor. İşte aslında bütün bu siyasal sistemin dayandığı gizli temeli tesis eden şey, çıplak hayatı, ayın anda hem siyasal düzenden dışlayan hem de bu düzenin içine hapseden söz konusu istisna durumudur (state of exception)”.[4]

 

Agamben tam da bu nedenle modern demokrasilerin faşizmin de yuvalanma alanı olduğunu göstermeye çalıştı. Agambenin bu tezleri kendisinin tezlerini sömürgecilik sonrası düşünce ile kaynaştırdığı Nekropolitik tezinin sunucusu Güney Afrikalı yazar Achille Mbembe ile beraber Filistin Gazze’de ortaya çıkıyor adeta Gazze’de yaşananlar Agamben’in kamp ve onla beraber şekillenen İstisna, Çıplak Hayat/Yalın Yaşam ve Homo Sacer kavramlarını biyosiyaset olgusunun sağlaması durumda Agambenin tüm teorileri ilkin 11 Eylülde doğrulandı ve ona büyük bir şöhret kazandırdı, Gazze ise onun teorilerinin sömürgecilik ekseninde teyit edildiği bir yer olmuş durumda.

 

Demir Duvar: Siyonist Sömürgecilik

Geçtiğimiz otuz yıl boyunca, İsrail’in başvurduğu bir dizi rejim, Gazze Şeridi’ni genel kabul görmüş kural ve sözleşmelerin istisnai bir alanı haline getirerek bölgenin ayrılması ve hapsedilmesini meşrulaştırdı ve sürdürdü. Gazze’nin istisna halinin ardındaki düzenleyici ilke, ihtiyaç fazlası Filistinli nüfusun ayrılması, tecrit edilmesi ve belirlenmiş mekânsal bölgelere hapsedilmesidir; bu gerçek, Gazze’nin farklılığını istisnai hale getirmede İsrail anlatısını takip eden Batılı normatif söylemde ya görmezden gelinmiş, ya yok sayılmış ya da gizlenmiştir.  Ancak Gazze her ne kadar öne çıksa da Gazze’ye yönelik İsrail’in ırkçı nefreti tüm Filistinlileri kapsar olmuştur. Bunun ana nedeni ise direniş ile halkın içiçeliğidir. İsrail yönetiminin Gazze’yi etnik temizliğe tabi tutma arzusu esas olarak direniş iradesini kullandığı ölçüsüz şiddete rağmen kıramamasıdır. 

İsrail her ne kadar bu toprakların Antik İsrail krallığının toprakları içinde saysa da ki bu bir Siyonist uydurmadır çünkü Gazze Filistin halkının binlerce yıldır öz toprağıdır. Şu anki Filistin halkının ataları olan Filisti krallığının ana toprağı Gazze idi. Şu an işgal altında bulunan toprakların bir bölümü mesela siderot aslında bir Filisti toprağıydı. Yani Siyonizm’in uydurma tarihinde bile bu topraklar Antik İsrail toprakları değildi. Ancak laik mesihçi bir ideoloji olmasına rağmen yoğun dinsel göndermeler içeren Siyonist ideolojiye göre Araplar/Filistinlilerin burada bir hakkı yoktur onlar ata toprağındaki işgalcilerdir. Yahudi halkı bu kendilerine Tanrı tarafından verilmiş topraklarına Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak, binlerce yıl önce sürgüne yollandıkları yere geri dönmüşlerdir. Ve bir daha da hiçbir güç onları bu topraklardan sökemeyecektir. Bu nedenle İsrail devleti halkını korumak bir daha asla onlara zarar verilmesini engellemek için çok güçlü olmalıdır. Temel Siyonist anlatıya göre Filistin Halkı (Araplar) bu topraklarda işgalci statüsünde olduğundan bu toprakları terketmelidir. Bu noktada bu anlatıyı pekiştiren Demir Duvar doktrini devreye girer. Doktrininin sahibi olan Jabontisky bir sağcı Siyonist olduğundan çok açık sözlüdür. Ana tezi şudur. Filistin halkı gönüllü olarak sömürgeleşmeye razı olmayacaktır ve Yahudilerden kurtulma umudu olduğu sürece direnecektir, bu ancak İsrail güçlü bir devlet olursa değişecektir o zaman ılımlı liderlerle tavizler verilip direnme yerine uzlaşmaya gidilecektir. Siyonizm Filistin politikasını tamamı ile bunun üzerine kurup ölçüsüz güç kullanarak Filistin’i sömürgeleştirdi. Yerli halk ise sürülmesi gereken bir fazla nüfus olarak görüldü. Yani sol Siyonizm dışında Siyonizm asla iyi komşular olarak bir arada olmadılar. Bunun birbiri ile bağlantılı iki nedeni vardı, başından beri Filistin sadece Yahudilere ait olan bir yer olarak görüldü ve bir daha asla sloganı ile tüm dünyadaki Yahudilerin Anavatanı olarak lanse edildiğinden sürekli Yahudi göçü teşvik edildi. Hâsılı Filistin Siyonistlerin gözünde topraksız halkın halksız toprağa yerleştiği bir yerdi Tam da bu nedenle Filistin İstisnanın yurdu oldu.

Mekânsal İstisna Homo Sacer Halk

Filistinli akademisyen Sari Hanefi Filistin topraklarındaki mekan katliamını açıklamak: Kolonizasyon, ayrılık ve istisna hali başlıklı makalesinde İsrail’in klasik anlamda bir soykırım politikası gütmediğini, daha çok mekânsal soykırım politikası uyguladığını belirterek “ İsrail’in sömürgeci projesinin ‘spacio-cidal’/mekan-kırım (etnik soykırımın aksine) olduğunu, zira Filistin nüfusunun ‘gönüllü’ transferini kaçınılmaz kılmak amacıyla öncelikle Filistin halkının üzerinde yaşadığı mekânı hedef aldığını “ yazar “Spacio-cide, dinamik bir süreç olsa da, ortaya çıkan bağlam ve Filistin direnişinin eylemleriyle sürekli etkileşim halinde olduğu için rasyonel bir bütünlüğe sahip kasıtlı bir ideolojidir… spacio-cidal projesinin gerçekleştirilmesinin üç ilkeyi, yani sömürgeleştirme ilkesini, ayrılık ilkesini ve görünüşte çelişkili olan bu iki ilke arasında aracılık eden istisna halini kullanan bir rejim aracılığıyla mümkün hale geldiğini”[5] ifade eder.

Bu tespit yedi ekim katliamı ile doğrulandı. İsrail yedi ekimin çok daha öncesinden Gazze nüfusunun Mısır ve Ürdün’e sürülmesi için plan yapmıştı ve dehşet bombaları ile de hedef buydu. Bu halksız toprak mitinin teyidinden başka bir şey değildi. Topraksız bir halk için halksız bir toprak şeklindeki Siyonist mitten bu yana, birbirini izleyen İsrail hükümetlerinin politikası, üzerindeki insanları görmezden gelerek toprağa sahip olmak oldu. Bunun sonucunda ortaya çıkan Filistin halkının kurumsallaşmış görünmezliği, İsrail’in gündelik yerleşimci-sömürgeci uygulamalarını hem beslemiş hem de beslemektedir. Bu zorunlu görünmezlik, Filistinlileri öldürülmekle, devlete koşulsuz itaat etmek arasında bir tercihe zorlayan bir İsrail sistemini ayakta tutuyor.

İsrail için başından beri amaç topraktı böyle olduğu için de Filistin halkı toprağa yerleşmek ve sürgün sonrası eski İsrail imparatorluğunu kurmak anlamındaki amaçla araya giren bir engeldi. Bu nedenle sürgün sürgün içinde imhadan çekinmemek Siyonist projeye içkindi. Bu anlamda istisna Siyonist projenin bizzat kendisine mündemiç olarak ortaya çıkmaya hazır vaziyette bekliyordu. Hanefi’nin sözünü ettiği mekân kırımı soykırımdan bağımsız olamazdı çünkü etnik temizliğin en uç biçimi olan soykırım netice de bir etnik mevcudiyeti ortadan kaldırıp homojen bir ulus üretmeyi içerir. Siyonizm dinsel bir ulusçuluk ideolojisi olarak zaten etnik temizliği içeriyordu. Çünkü dünyadaki Yahudi nüfusu bir mekâna sıkıştırmak için o mekânın ıssızlaştırılması gerekir. >Bu bakımdan İsrail sömürgeciliği Avrupa sömürgeciliği gibi kaynak gaspını amaçlamaz kaynak gaspı bir yan çıktıdır esas olan mekânın yani toprağın gaspıdır. Buda kolonize etmeyi yani yerleşimi içerdiğinden İsrail projesi istisnanın içerdiği şiddeti içeriyordu. Nitekim deir yasin katliamından başlayarak Filistin halkına karşı hukuku askıya alarak toplu cezalandırma politikası uyguladı.

İsrail Devleti 1948 yılında kurulduğunda, 1945 yılında İngiliz Mandası tarafından Filistin’e dayatılan ve ‘Acil Durum Düzenlemeleri’ olarak adlandırılan düzenlemeleri kabul etmiştir. O zamandan bu yana İsrail suya, toprağa, işe, kaynaklara, aile üyelerine erişimi kısıtlayan ve neredeyse her türlü hareketi engelleyen çok sayıda politika benimsedi. Dahası, İsrail’in “[Filistin’in] herhangi bir bölgesini kapalı askeri alan ilan etmesine” izin veren yüzlerce yasa çıkarılmıştır. Gazze her yeri çevrili girişin ve çıkışın askeri denetim ve izne tabi olduğu, dahası gıda, su ilaç vb. temel insani ihtiyaçların bile İsrail kontrolü ile bölgeye girebildiği bir mülteci kampı konumunda. Öte yandan Gazze’deki insanlar yargıya bile tabi olmadan cezalandırılabiliyorlar. Yani ünlü habeas corpusun uygulanmadığı ve İsrail yönetiminin keyfi olarak gözaltına alabildiği, işkence yapabildiği evini yıkabildiği dilerse sürgüne yollandığı bir yer. İsrail yönetimine hem tabi hem değil, görünüşte özerk bir bölge ama kuralları İsrail’in koyduğu belirlediği bir bölge. Tüm bunlardan dolayısıyla da tam bir İstisna bölgesi Gazze’de hukuk söz konusu değil ama diğer yandan yetkili İsrail mahkemeleri ve İsrail mahkemeleri askeri yönetimin yasalarını denetliyor elbette kâğıt üstünde. Gazze halkı bir İsrail vatandaşı olmadığı için İsrail hukukuna tabi değil ama diğer yandan tüm uygulamalar İsrail hukukuna göre uygulanıyor. Hukuk askıya alınırken Gazze sakinleri de hukuk yolu ile içlenerek yani İsrail hukukuna göre askeri yönetimin tabi olduğu hukuka tabiler ama diğer yandan İsrail vatandaşlarının tabi olduğu haklar söz konusu değil. Çalışırken İsrail iş hukukuna göre ücret uygulanıyor ama bu hukuka göre Filistinli emekçilerin herhangi bir itiraz hakkı mevcut değil tüm bunlar kâğıt üstünde mümkün ama bu hukuk Filistin halkına uygulanmıyor. Tüm bunlardan dolayı Gazze istisnanın hüküm sürdüğü bir kamp coğrafyası iken Gazeliler de bir Homo Sacer ve aynı zamanda yalın yaşamın nesnesiler. Savaş koşulları hüküm sürdüğünden beri Gazzeliler sadece bir canlı statüsündeler adeta bir biyolojik varoluşa indirgenmiş haldeler ve hem hızlı bir ölüme, hem “yavaş ölüme” [6]tabiler. Gazzeliler öldürülebiliyor ancak hiçbir cezai yaptırım söz konusu değil. Gazze halkı sadece İsrail hukukundan değil uluslararası hukuktan özellikle de insancıl hukuktan, savaş hukukundan dışlanmış haldeler. Egemenlerin gözünde sadece nefes alıp veren bir canlılar o kadar. Yani insan statüsünde de değiller. Hatta küresel kapitalist dünyada tek kullanımlık adeta bir atık, bir fazlalık konumundalar. Agambenin Gazze’ye değen kısmı böyle ama yeterli değil çünkü meselenin nekropolitikaya bakan bir yanı da var.

Yaşayan Ölüler: Ölüm Bölgesi Olarak Gazze ve Nekropolitik İstisna

Mbembe Foucaultun Biyopolitika için ölümün son sınır olduğu biyoiktidarın öldürmeye değil yaşatmaya odaklandığı tezine itiraz eder Mbembeye göre ölüm Biyoiktidarda istisnai bir durum değil bir norm bir kural olduğunu belirtir. Nekropolitik, Achille Mbembe’nin, ölüm dünyaları veya “geniş nüfusların kendilerine yaşayan ölü statüsü veren yaşam koşullarına tabi tutulduğu yeni ve benzersiz toplumsal varoluş biçimleri” dediği şeyi yaratır. Nekropolitika esas olarak bir öldürme iradesi ya da iktidarıdır.  Kimin ölüp kimin yaşayabileceğine karar verebilme gücüdür. Karar ve iktidar arasındaki ilişki ise Schimittin İstisna teorisinin özünü teşkil eder. İstisna malum insan hakları hukukunun askıya alınabilmesidir ve Schimmite göre bu kararı ancak egemen verebilir onun ifadesi ile Egemen İstisna’ya karar verendir.  Söz konusu egemen ise Anayasayı da yapan Ulus Devlettir. Nitekim Schimitt Egemenin hukukun hem içinde hem dışında olduğunu ve tam da böyle olduğu için kendi koyduğu hukuk kurallarını ancak onun askıya alacağını söyler. Mbembe için de kural değişmez, öldürme kararı egemenin alâmeti farikasıdır.[7] Filistin’de Homo Sacer olan ve egemen olarak İsrail devletinin İstisna koşulları altında bir yaşayan ölü haline gelen Filistinliler için ölüm artık sıradanlaşmıştır. Özellikle yedi ekim sonrası için Gazze ya da Batı Şeria’da ölüm gündelik hayatın olağan bir parçası haline getirildi Dronlar/SİHA’lar Chamayou’nun Ölüm Kutusu adını verdiği olguya uygun olarak Gazze halkına ölüm saçtı. Chamayou’nun ‘drone savaşı’ analizleri, çağdaş savaşın artık bir yüzleşme değil, uzaktan imha stratejisine dayandığını gösterir. İsrail’in Gazze üzerindeki hava operasyonları, hedefini görmeden yok eden bir etik dışılığın ürünüdür. Filistinliler düşman değil, koordinatlara indirgenmiş hedeflerdir. Bu, hem fiziksel hem de ontolojik bir silinmeye yol açar.

Sivillerin rastgele bombalanmasına ek olarak, işgal rejimi önde gelen medya ve tıp figürlerini, bilim adamlarını, entelektüelleri ve sanatçıları hedef alan kasıtlı ve iyi çalışılmış bir politika yürüttü. Kadın ve erkek olmak üzere 205 gazeteci ve medya mensubu suikasta kurban gitmiş, özellikle tıp doktorları ve uzmanlar olmak üzere sağlık sektöründe çalışan ve aralarında doktor ve hemşirelerin de bulunduğu şehit sayısı 1068’e ulaşmıştı Aralarında üniversite rektörleri ve fakülte dekanlarının da bulunduğu şehit sayısının 910’a ulaştığı eğitim sektörü çalışanları da hedef alınmıştır. Bu kadın ve erkeklerin uzmanlıklarının yerini doldurmak yıllar alacaktır. Bu İsrail’in kasıtlı imha politikası ile uyumlu bir durum. Kimin öleceğine kimin yaşayacağına karar verirken Filistin halkının kültürünü, eğitimini, değerlerini de imha ederek salt bir fiziki ölümün ötesinde kasıtlı bir sistematik yok etme ve imha politikası güdüyor.

Gazze halkı, sürekli bir ölüm tehdidi altında yaşarken, bu da Mbembe’nin “ölümün siyaseti” tanımına tam oturur. Bu, artık kimin yaşamaya değer olduğuna değil, kimin ölüme layık görüldüğüne dair bir politikadır. Mbembe’ye göre bu tür bir egemenlik biçimi, klasik devlet egemenliğinden farklıdır; çünkü burada yaşamı korumak değil, ölümü idare etmek, belirli yaşamları ölüme açık hale getirmek söz konusudur.[8]

Nekropolitik, egemen gücün ölüm üretme ve belirli nüfusları “ölüme terk etme” kapasitesine odaklanır. Bu, doğrudan öldürme eylemlerinin yanı sıra, belirli grupların yaşam koşullarını sistematik olarak kötüleştirerek, onları hastalığa, açlığa ve şiddete maruz bırakarak dolaylı ölümlere yol açmayı da içerir. Mbembe, sömürgecilik ve ırkçılık bağlamında bu kavramı geliştirir ve “ölüm dünyaları” olarak adlandırdığı, geniş nüfusların “yaşayan ölüler” statüsüne indirgendiği sosyal varoluş biçimlerini analiz eder.

İsrail’in nekropolitik sömürgeleştirilmesinde topografyanın şekillendirilmesi ile ölümcül hedeflerin kesinliği ve Weizmanın dikey egemenlik[9] dediği yaşamın havadan kontrolü ile tam kapasite egemenlik tesis edilmesi ama tüm bunların istisna çıplak hayatla kesişimi İsrail’in biyopolitik egemenliğinin nişaneleridir. Mbembe bunları şöyle ifade eder:

“Göklerin işgali çok önemlidir çünkü denetimin çoğu havadan yapılır. Bu amaçla çeşitli başka teknolojiler de kullanılır: İnsansız hava araçlarına yerleştirilen sensörler, hava keşif jetleri, Hawkeye erken uyan uçakları, saldırı helikopterleri, dünya gözlem uydusu, “hologramatizasyon” teknikleri. (bu yolla) Öldürülecek hedefler kesin olarak belirlenir. Böyle bir kesinlik, kentsel mülteci kampları ağına uyarlanan Ortaçağ kuşatma taktikleriyle birleşmiştir. Düşmanın toplumsal ve kentsel altyapı ağına planlı ve sistematik bir sabotaj, toprak, su ve hava sahası kaynaklarına el konulmasını tamamlar. Düşmanı aciz hale getirmeye yönelik bu teknikler açısından buldozerle ezmek çok önemlidir, evleri ve kentleri yıkmak, zeytin ağaçlarını sökmek, su tanklarını kurşunlarla delmek, elektronik iletişim araçlarını bombalamak ve bozmak, elektrik transformatörlerini parçalamak, hava sahası yollarını ortadan kaldırmak, televizyon ve radyo vericilerini çalışmaz hale getirmek, bilgisayarları bozmak, Filistin proto-devletinin kültürel ve siyasal-bürokratik simgelerini yağmalamak, tıp araçlarını çalmak. Başka bir deyişle, altyapı savaşı. Apache helikopterleri havadan kontrol ve kıyım için kullanılırken, zırhlı buldozer(Caterpillar D-9) sahada savaş ve korkutma silahı olarak kullanılır. Erken modern dönem sömürge işgalinin tersine, bu iki silah Geç modern dönem terörünün yüksek teknolojili araçlarının üstünlüğünü ortaya koyar.”[10]

Bu tam kapasite imha politikasının çıktısı ölümdür. Hem manevi hem fiziki ölüm, açlıktan susuzluktan, hijyensizlikten, ilaçsızlıktan ölmek diğer yandan Filistin halkının direncini oluşturan kültürü de yıkarak onları savunmasız bırakmak. Ama İsrail yedi ekim sonrası buna bir şey daha ekledi gelecek olarak çocukları hamile kadınları öldürmek bu neslin devamını kesintiye uğratırken direnişin nesilden nesile aktarımını da yok eder.

Dünyanın Kayıtsızlığı: Kültürel Ötekilik ve İmhanın Desteği

Buraya kadar İsrail’in hukuk tanımayan Avrupa Sömürgeciliğinden, ABD’nin saldırganlığından esinlenen istisna konumunu ve bunun ölüm üzerinden tesis edilen egemenlikle ilişkisini ele aldım. Ama mesele bundan ibaret değil İsrail bunu Avrupa ve ABD’nin desteği ile yapıyor. Bugüne dek bunun asli nedeni genel olarak Yahudi lobisine bağlandı. Kuşkusuz bunun doğruluk payı olmakla beraber yetersizdir. Bir başka açıklama da Ortadoğu petrolleri üzerinden yapılıp ABD ve Avrupa’nın Uçak Gemisi İsrail’in bu kaynakların akışını garanti eden bir jandarma olduğu da söylenmiştir ki bu da doğru tespitlere dayanıyor elbette ama esas mesele medeniyet meselesi. İsrail netice de Ortadoğu’da batı medeniyetinin temsilcisi olarak görülüyor ve bundan dolayı İsrail’le bir kültürel uygarlık merkezli dayanışma kuruluyor, bunun üzerinden bağışıklık sağlanıyor. Bunun yanında İsrail dünya kapitalist sistemi ile entegre sistem için değer üretiyor sistemin işleyişine katkı sunuyor.

Buna mukabil Filistin ne bir değer üretiyor ne de küresel ekonomi ile bir bağı var. Dahası Filistin nüfusu Müslüman. Oysaki batının temelleri kutsal kitap merkezli bu birincil yakınlık dahası İsrail ABD Avrupa ve diğer devletlerle çok benzer bir siyasal sosyal yapı hem Yahudi hem Modern, İsrail’in kurucuları doğu Avrupalı bile olsa Avrupalıydı ve İsrail modern Avrupa’nın bir kopyasını teşekkül ettirdi. Filistin ise Batı için rakip ve öteki olan bir medeniyet. Batı dediğimiz coğrafya İslam’la mücadele, onu ötekileştirme olumsuzlama üzerinden teşekkül etmiş bir medeniyet hem seküler hem Hristiyan hal böyle olunca Gazze iki kere görünmezleşiyor. Gazellilerin ölmesi ya da yaşaması Batılı egemenler nezdinde bir şey ifade etmiyor. Gazze yok hükmünde bir coğrafya, dahası Barbarlardan oluşuyor ve bu savaş Uygar İsrail ile İslamcı Barbarlar arasındaki savaş gibi alınıyor ve bu durumda İsrail Barbarlar çölü içindeki bir Vaha olarak korunması gereken bir nadide çiçek gibi algılanıyor ve algılatılıyor. Batılı ana akım medyanın yedi ekime olan bakışı bu oryantalist kalıplar üzerinden şekilleniyor.  Hal böyle olunca da Gazellilerin payına ölmek ya da sürgüne gitmek dışında bir şey kalmıyor. Batının ırkçı oryantalizmi ile Arap devletlerin ikiyüzlülüğü birleştiğinde Gazze halkı yapayalnız ve İsrail’in elinde sunağa yatırılıp boğazının kesilmesini bekleyen bir kurban. Ne yazık ki Türkiye’de bu konuda çok kötü bir sınav verdi. İsrail ile ticaretin halen sürüyor olması bize yetecek bir utanç. Dahası Yeni Şafaktaki Hicret yazıları ne yazık ki müthiş bir skandaldı ve camianın sessizliği İslamcılık adına kapanması zor bir yara oldu maalesef. Reel politik ideallere baskın çıktı. Bu da ulus devletler ile sömürgecilik karşıtı bir ideoloji olarak İslamcılık arasındaki uyumsuzluğun bir başka veçhesi.

Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen Batıdaki sistem karşıtı muhalefet ile Gazze arasında oluşan vicdan köprüsü ileride oluşacak sisteme yönelik bir “şer ittifakı” nın benim daha önce dillendirdiğim, zehirli sarmaşık adı verdiğim küresel direnişin imkânlarını göstermiş oldu.

Son olarak şunu diyebilirim.  Gazze’deki durum, modern egemenlik biçimlerinin, biyopolitikanın ve nekropolitikanın en uç örneklerini sergiliyor. Batı’nın bu duruma karşı sessizliği ve ikiyüzlü tutumu, küresel güç yapılarını ve değer sistemlerini sorgulamamıza neden olacak şekilde gözümüze sokuluyor. Ben bu yazı da batının sistem karşıtı düşünürlerinden ikisini merkeze alan bir analiz yaptımsa da çok farklı düşünürlerin de katkısı ile bu analiz derinleşebilir ve farklı boyutlarla açılabilir de. Bu bakımdan bu yazı sadece bir başlangıç ilerleyen süreçlerde farklı düşünürlerin de katkısı ile analizi derinleştirmeye çabalayacağım.

 

 

[1] Max Horkheimer, Critical Theory, New York 1982, s. vii-ix.’den aktaran Orhan Koçak (Önsöz), Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul-, Dördüncü Baskı 1998, s:15

[2] Thanos Zartadulis, Law and Philosopy, Ashgate Publishing Limited, burlingtion-2015, s 320

[3]  Giorgio Agamben, İstisna Hali, Çev: Kemal Atakay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2018, s:10

[4] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay, İstanbul- 2001, s: 19

[5] Sari Hanefi, Explaining Spacio-Cide İn The Palestinian Territory: Colonization, Separation, And State Of Exception, Current Sociology, 1-6 Sage Publications-California-2012, s:2

[6] Laurent Berlant’ın Zalim İiyimserlik, Cruel Optimism içinde yer alan Slow Death, Yavaş Ölüm bir nüfusun yıpranmaya terkedilmesini ifade eder. Bu anlamda Gazelliler bir yandan İsrail bombaları

 Füzeleri ve tankları ile öldürülürken diğer yandan da açlık susuzluk vb etkenlerle yavaş yavaş ölmeleri için terkediliyorlar. Uygulanan abluka tam da yavaş yavaş ölmeleri için uygulanıyor.

[7] Achille Mbembe, Nekro Siyaset, Ayrıntı Dergi-12 Mayıs 2014                                                                                https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/

[8] agm

[9] Eyal Weizman, Thanato Tactics, Patricia Ticineto Clough and Craig Willse, Beyond Biopolitics, Essays on the Governance of Life and Death içinde, Duke Universıty Press, New York-2011, s:179

[10] Achille Mbembe, Düşmanlık Politikaları, Çev. Ayşen Gür, İletişim Yayınları, İstanbul-2020, s:113

 

Kaynak: farklı bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —