Birey olma yolculuğu çoğu zaman gürültülü bir kalabalığın içinden sessiz bir odaya çekilmeyi gerektirir. Başkalarının gözlerinin, beklentilerinin ve yargılarının yarattığı baskıdan sıyrılmak, bir tür özgürlük fantezisidir. Ancak bu fantezi, bir noktada gerçeğin ağır sessizliğiyle çatışır. Kendinle kaldığında, sadece özgürlükle değil, aynı zamanda kim olduğunu gerçekten bilip bilmediğinle de yüzleşirsin.
Jean-Paul Sartre’ın şu sözüyle başlamak yerinde olur: “Cehennem başkalarıdır.” Bu meşhur ifade, bireyin kendini başkalarının bakışıyla tanımlamak zorunda kalışını anlatır. Bu bakışlardan kurtulmak, izolasyonu bir huzur alanına dönüştürür. Kimse seni tanımlamıyorsa, belki de ilk kez sen kendini tanımlamaya başlarsın. Ancak burada bir tuzak vardır: Kendini yalnızca özgür bıraktığında mı tanırsın, yoksa başkalarıyla kurduğun ilişkilerde mi?
İnsan sosyal bir varlıktır. Durkheim’a göre birey, toplumun dışında var olamaz. Toplumsal yapılar, bireyin düşünce sistematiğini, değer yargılarını ve hatta arzularını şekillendirir. Bu durumda tam anlamıyla bir izolasyon, gerçekten mümkün müdür? Yoksa yalnızca sessiz bir geçiş süreci midir, toplumla daha derin bir hesaplaşmanın eşiği?
İslam filozofu Farabi’ye göre insan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. İnsanın kendine yeterli olmayan bir varlık olduğunu ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, akli erdemleri geliştirebilmesi, ahlaki olgunluğa ulaşabilmesi için toplum içinde yaşaması gerektiğini savunur. Ona göre bir birey, doğrudan bilgiye ya da iyiye ulaşamaz; bu süreç, toplumsal etkileşim, eğitim, rehberlik ve kolektif bilinç yoluyla gerçekleşir.
Ancak Farabi, her toplumun bu olgunlaşmayı sağlayacak nitelikte olmadığını da vurgular. Her toplumsal yapı, bireyi kemale ulaştıracak bir ortam sunmaz. Bu noktada, erdemli şehir (el-Medînetü’l-Fâzıla) kavramı devreye girer. Farabi’ye göre bir toplumun erdemli sayılabilmesi için, tüm bireylerin nihai amacının “mutluluk” (es-sa‘âda) olması gerekir. Bu mutluluk, dünyevi hazlardan çok, ruhun akılla uyum içinde yetkinliğe ulaşmasıdır. Bireylerin bu amaç doğrultusunda yaşadığı, yöneticilerin hikmetle hareket ettiği bir topluluk, bireyin ruhsal kemale ulaşması için elverişli bir ortam sunar.
Farabi’nin siyaset felsefesinde erdemli yöneticinin rolü büyüktür. Ona göre toplumu yönetecek kişi, sadece siyasi bir lider değil; aynı zamanda ya hakikate ulaşmış bir filozof, ya da peygamber vasıfları taşıyan bilge bir lider olmalıdır. Bu yöneticiler, bireylerin sadece güvenlik ve düzen ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, onları ahlaki ve entelektüel olarak yüceltecek bir ortam yaratırlar. Çünkü bireyin tek başına ulaşamayacağı felsefi bilgi, hikmet ve erdem, bu tür bir yöneticinin rehberliğinde toplumun geneline aktarılabilir. Dolayısıyla Farabi, ideal bir toplumda bireyin gelişiminin ancak kolektif bir çabanın ürünü olabileceğini vurgular.
Bireyin kendi başına olgunlaşamayacağı fikri, aynı zamanda Farabi’nin bilgi anlayışıyla da ilgilidir. Ona göre bilgi, yalnızca bireysel deneyimle değil; dil, gelenek, eğitim ve toplumsal aktarım yoluyla gelişir. Yani bireyin aklı, ancak diğer akıllarla etkileşim içinde gelişebilir. Bu noktada, bireyin iç dünyası kadar toplumsal çevresi de önem kazanır. Bilgi alışverişi, karşılıklı etkileşim ve ortak değerler, bireyin aklını ve ahlakını şekillendirir. Böylece birey, yalnızca bir “varlık” olmaktan çıkıp, daha yüksek bir “insanlık” düzeyine ulaşır.
Farabi, bireyin olgunlaşması için toplumun sadece bir arka plan değil, aktif bir biçimlendirici olduğuna inanır. Ama bu biçimlendirme ancak erdemli bir düzen içinde anlamlıdır. Aksi hâlde toplum, bireyin yozlaşmasına, içsel çöküşüne ya da yanlış bir mutluluk anlayışı içinde kaybolmasına yol açabilir. Bu yüzden Farabi için mesele sadece “bir toplum içinde yaşamak” değil, “nasıl bir toplum içinde yaşadığımızdır”. Çünkü yanlış bir yapının içinde büyüyen birey, aklını ve kalbini geliştiremez; ancak erdemli bir düzenin içinde, hem birey hem de toplum birlikte yücelir.
Farabi’den yaklaşık dört yüz yıl sonra yaşamış olan büyük islam filozofu, sosyolog, tarihçi İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde, insan topluluklarının sadece ekonomik ya da siyasi yapılarla değil, aynı zamanda sosyal bağlarla ayakta kaldığını savunur. Ona göre birey, doğası gereği topluluk içinde yaşamak zorundadır; fakat bu birlikteliği sürdürebilmek için yalnızca dışsal kurallar değil, içsel bir bağlılık gerekir. İşte bu içsel bağ, İbn Haldun’un “asabiyye” kavramıyla ifade ettiği toplumsal dayanışmadır. Asabiyye, kan bağına dayalı ilkel biçiminden başlayarak, zamanla din, kültür ya da ortak dava gibi üst kimliklerle genişleyebilir. Bu bağ, bir grubun kendi içinde uyumlu hareket etmesini, zor zamanlarda kenetlenmesini ve ortak bir hedefe yönelmesini sağlar.
İbn Haldun’a göre bir medeniyetin yükselişi ve çöküşü, bu dayanışmanın niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. Asabiyye güçlü olduğunda toplumlar savaşabilir, organize olabilir, üretken ve dayanıklı hale gelirler. Ancak şehirleşme, lüks ve konfora alışma gibi unsurlar, bu bağın gevşemesine neden olur. İbn Haldun burada çarpıcı bir şekilde, tarihî döngüselliği işler: Ona göre her devlet ve uygarlık, güçlü bir toplumsal bağ ile doğar, refah dönemlerinde bu bağ zayıflar ve sonunda çözülerek çöküşe geçer. Bireyin toplumdan uzaklaşması ya da bireyciliğin kolektif ruhun önüne geçmesi, bu sürecin en açık göstergelerindendir.
Burada önemli bir ayrım yapılmalıdır: İbn Haldun’un söz ettiği toplumsal çözülme, bireyin manevî olarak içe yönelmesiyle karıştırılmamalıdır. Yani bireyin içine dönmesi, kendi anlamını ve ruhsal derinliğini keşfetmesi, modern bireysel arayışlar bağlamında bir gelişme sayılabilirken; İbn Haldun için bu durum, daha çok kolektif yapıların dağılmasına, bireyin toplumsal sorumluluklardan kaçmasına ve sonuç olarak medeniyetin çökmesine işaret eder. O, bireyin toplumdan bağımsız bir şekilde varlığını sürdüremeyeceğini; aksine, toplumun manevi ve ahlaki düzeninin bireyin kişiliğini şekillendirdiğini savunur.
İbn Haldun’un bu yaklaşımı, modern sosyolojinin öncüsü sayılmasına yol açmıştır. Zira o, tarihsel olayları sadece savaşlar, hükümdarlar ya da zaferler üzerinden değil, toplumsal yapının dinamikleri üzerinden okur. Bireyin düşünce yapısı, ahlak anlayışı, hatta dinî inancı bile yaşadığı topluluğun niteliğinden etkilenir. Dolayısıyla bireyin yozlaşması, sadece bireyin kişisel bir zaafı değil, tüm toplumun bir belirtisidir. Ve bu çöküş, toplumun ruhunu oluşturan asabiyyenin yitimiyle başlar.
İbn Haldun’un düşüncesinde, birey-toplum ilişkisi karşılıklı bir inşa sürecidir. Topluluk bireye yön verirken, birey de toplumsal ahlâkın taşıyıcısıdır. Eğer bu denge bozulursa, sadece birey değil, bir medeniyetin bütünlüğü de sarsılır. O yüzden bireyin yalnızlığı ya da içe kapanışı, bir arayış değil; tarihsel bir çözülüşün habercisi olabilir. Bu perspektif, modern çağın bireycilik vurgusuyla bir tezat oluşturur ama aynı zamanda bir uyarı olarak da okunabilir: Dayanışma zayıflarsa, medeniyet çöker; ve birey, anlamını da, gücünü de yitirir.
Bireyin anlamını ve gücünü koruyabilmesi, onu kuşatan toplumsal yapının niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. İbn Haldun’un uyardığı gibi, bireyin içe kapanışı ya da toplumsal bağlardan kopuşu, yalnızca kişisel bir tercih değil; bir medeniyetin çözülüş sürecine dair tarihsel bir işarettir. Çünkü dayanışmanın zayıfladığı, ortak hedeflerin silikleştiği toplumlarda birey, yönünü ve kimliğini yitirir. Farabi’nin ifadesiyle, bireyin aklî ve ahlâkî gelişimi, içinde bulunduğu yapının erdemine bağlıdır. Yanlış bir düzen, bireyi köreltir; doğru ve erdemli bir yapı ise hem bireyin içsel yetkinliğini hem de toplumun bütünlüğünü güçlendirir. Bu nedenle bireyin kurtuluşu, sadece bireysel içe dönüşte değil; aynı zamanda erdemli bir toplumsal yapının inşasında aranmalıdır. Toplum yücelmeden birey olgunlaşamaz; birey yıkıldığında ise toplum çöker. Gerçek gelişim, bu iki varlığın karşılıklı inşasında gizlidir.
Kaynak: tybankara.com