Tarih: 08.04.2021 13:10

Etnik üniterlikten etknik dini üniterliğe

Facebook Twitter Linked-in

Canlı cansız bütün varlıklarda çeşitlenme, farklılaşma esastır. Farklılaşan, çeşitlenen varlıklar arasında da sağlam bir dayanışma ve etkileşim de olduğu apaçık bir gerçektir. Bunun da hayata verimlilik kattığı bilinir.

Aynı kökten ayrılan dalların köklerine meyvelerle geri dönmesi gibi. Tek bir kök kalsın diye dalları kesince geriye verimsiz, meyvesiz koca bir kütük kalır.

Aslında canlı cansız çeşitleriyle varlığı tekleştirmek, bir ve bütün hale getirmek imkansızdır, boş bir çabadır. Aynı imkansızlık insan çeşitliliğini teke indirgeme çabaları için de geçerlidir.

Ancak varlığın bu temel özelliğini bilmeyen veya bildiği halde değiştirebileceğini düşünen birçok yönetim, ideoloji, siyasal akım egemenlikleri altındaki insan topluluklarını hoşlarına giden, arzularına uyan, çıkarlarına uygun düştüğünü düşündükleri bir 'tek'in içinde eritebileceklerini düşünüyorlar, düşünmekle kalmayıp pratikte hem de ciddi önlemlerle deniyorlar.

Faşizm, komünizm vs bunun uluslararası ölçekte denendiği laboratuvar rejimleriydi. Her seferinde varlığın değişmez yasasına tosladıkları halde yine de vazgeçmiyorlar. Maalesef ülkemiz de birkaç yüzyıldır bu yararsız çabanın pilot bölgesi haline getirilmiştir. 

Halbuki insanların veya diğer canlı cansız varlıkların tercihi olmaksızın ilahi iradenin koyduğu çeşitlilik yasası varlık açısından verimli, üretken, değer üretici bir özellik olarak öngörülmüştür. Hayatın verimlilik yolunda ilerlemesi de buna bağlıdır. 

Tek tipçi anlayışın, gelişen teknoloji ile birlikte bu amacı gerçekleştirmeye daha yakın olduğunu düşünmesinden dolayı olsa gerektir ki bu yöndeki çabalar yoğunluk kazanarak devam etmektedir.

Elbette yönetim yetkilerinin de kullanılması sosyal bünyede derin yaralar bırakmaktadır. Bu anlayışın henüz sadece üst yapıda denendiği ve taşraya pek sirayet etmediği dönemlerde geleneksel toplumun doğal çeşitliliği barındıran yapısı her şeye rağmen değer ürettiği, verimli olduğu, dayanışma ruhunu diri tuttuğu günler geride kalmış gibi görünüyor.

Teklik köpüğünün altında akan berrak çeşitlilik suyunu da kurutmaya azmetmişler gibi. Böyle giderse tek tip bir toplum yaratamayacaklar ama toplumun can suyunu kurutacaklar gibi. Varlığın yasasını, yapısını değiştirmek mümkün değil ama varlığı ifsat etmek mümkündür çünkü. 

Üniversiteye ilk başladığım günlerde bizim sınıfta kara kuru biri vardı. Her haliyle Kürt'üm diyen bir görünümü vardı. Üstelik Diyarbekir, Batman köylerinde medreselerde okumuş bu arkadaş benimle de Kürtçe konuşuyordu zaman zaman. Ama bu arkadaş nedense "İzmirliyim, Türküm" diyordu.

Kimliğini kafamda bir yere oturtamıyordum haliyle. Hani Kürtlüğünü gizleyen rahatsız tiplerden olsa Kürtçe konuşmazdı, İzmirliyse Kürtçeyi nasıl biliyor? (Kürtlüğünü gizleyen biri olsaydı hiçbir kaygı duymadan bu kadar rahat Kürtçe konuşmaz, Kürtçe bildiğini belli etmezdi) diye düşünüp duruyordum...

Bir gün biraz da bu tutumundan rahatsız olduğumu hissettirerek sordum: Hem Diyarbekir, Batman dolaylarında medresede okumuşsun, hem Kürtçe biliyorsun, peki bu İzmir de nereden çıktı?..

Gülerek cebinden kimliğini çıkardı. Doğum yeri İzmir-Ödemiş yazıyordu. Belli ki ailen yıllar önce oraya göçmüş, sen de orada doğmuşsun, ama bu seni İzmirli ve Türk yapmaz, dedim (Kürt olduğunda ısrar etmemin sebebi bölgedeki herkesin Kürt olduğuna ilişkin yanlış bir algı değildi kuşkusuz, onun Kürtçe konuşmasıydı.

Yoksa bölgede Türkler de var ama onlar genellikle Kürtçe bilmezler). Hayır, dedi, Türküm ve Yörük'üm… Benim anlamakta zorlandığımı görünce de hikayesini anlatmaya başladı.

Ödemiş'te ilkokulu bitirdikten sonra babam beni Konya'ya götürdü, orada tanınmış bir Kur'an hafızına teslim ederek beni hafız yapmasını istedi.

Kur'an'ı baştan sona ezberledikten sonra memlekete döndüm. Babam yine beni alıp Konya'ya aynı hocanın yanına götürdü ve "hocam, ben oğlumun dini ilimlerde ilerlemesini, Arapçayı öğrenmesini istiyorum" dedi.

Hoca: "O zaman Kürt mollalarına gideceksiniz, dini ilimler ve Arapça en iyi onların medreselerinde öğretilir" dedi. Ve ben kalkıp Diyarbekir'e gittim.

Sordum soruşturdum, Batman'ın bir köyündeki medresenin seydasının yanında Arabi ilimleri okumaya başladım, o medresede dini ilimleri, Arapçayı öğrendim. Tabi ders dili olan Kürtçeyi de öğrendim.

O günden sonra arkadaşıma seyda (Kürtçede müderris) demeye başladım. Allah selamet versin, şimdi İstanbul üniversitesinde profesördür ve ben hala ona seyda diyorum. Kürtçeyi biraz unutmuş gördüm son bir görüşmemizde.

Üç yıl kadar Van-Muradiye'de kaldım. Her ramazan Erzurum-İspir'den, Trabzon Of'tan, Rize'den hafızlar gelirlerdi. İnsanlar zekat, sadaka karşılığında ölülerinin ruhlarına hatim indirtirlerdi onlara.

Henüz İHL mezunları o kadar yaygın olmadıkları için bölgedeki imamların büyük ekseriyeti medresede icazet almış veya uzun yıllar okumuş kimselerdi.

Kürtler arasında hafızlık diye bir gelenek yoktu. O ihtiyacı Laz hafızlar karşılıyordu. Diğer bölgelerin Arabi ilim ihtiyacını da Kürt melalar karşılıyordu.

Yine Üniversitede bir hocamız, Arapçası biraz zayıf olan arkadaşlarımıza yaz tatillerinde Kürt melaların yanına gitmelerini tavsiye ederdi.

Şimdilerde üst yapıdaki tektipleştirme köpüğünün altında akan berrak çeşitlilik ve dayanışma suyu kurumak üzere ne yazık ki.

Bölgede medreseler bitmek üzereler, ama neredeyse her mahallede bir hafızlık kursu açılmış ve birçok hafız yetişiyor.

Elbette hafızlık geleneği devam etmeli ama tarihsel olarak oluşmuş ilim geleneklerinin yok edilmesi pahasına ve sosyolojik etkileşimi, dayanışmayı, farklı düşünme imkanını yok eden bir tek tipleşme şeklinde olmamalı.

Ne yazık ki ulus devlet anlayışı etnik çeşitliliği bir etnisitenin içinde eritme anlayışını dini geleneklere göre oluşmuş disiplinlerde de sürdürüyor ve bu tutum en az etnik tektipçilik kadar tahripkar oluyor, verimliliği bitiriyor.

Açılışları coşku ile karşılanan İmam-Hatiplerin, İlahiyatların bu dini üniterliğin araçlarına dönüşmüş olması ne hazin. Anlayacağınız resmi ideolojinin ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimi Kürtlerin, Lazların, Çerkeslerin ve daha birçok topluluğun Türk kimliği içinde erimesi için bir araç olarak kullanmasının yanında İmam-Hatipler ve İlahiyatlar aracılığıyla ilim gelenekleri de asimile ediliyorlar.

Çeşitliliğin, farklı geleneklere, türlü disiplinlere sahip olmak gibi varoluşun amacına uygun geleneksel dini çeşitlilik yok edilerek her bakımdan çorak bir iklim oluşturuluyor. 

Doğal çeşitliliği barındıran verimli geleneksel toplum ve dini gelenek ve anlayış çeşitliliği eskisi gibi doğal akışını devam ettirseydi, hafızlarıyla ünlü bir bölgenin üniversiteden titr almış hafızlarının "Kur'an'ın bir kısmı peygamberin sözüdür" gibi herzeler yiyebilirler miydi?

Ama işte gördüğünüz gibi siyasal ifsattan neşet eden dini ifsat hareketi sayesinde bir bölgenin şirin bir kasabasında hafızlık yapacak biri karşımıza sarığı, cübbesi ve elbette iki gömlek bol gelen titriyle "samimi deist" itiraflarında bulunabiliyor ve biz de pek yufka yüreklerle aman ne güzel diyerek hoşgörü gözyaşlarını dökebiliyoruz.   

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —