Tarih: 23.04.2022 01:18

Etkileyici Bir Post-Kolonyal Roman: Mahrem Macera

Facebook Twitter Linked-in

Ölümü yaşamaktan korkmayan bir bilincin trajik yüzleşmesine dair…

Her temas iz bırakır…

Afrika denilince modern insanın aklına genelde az gelişmişlikle ilkelliğin iç içe geçtiği bir coğrafya gelir. Kara Kıta adlandırması, bir ırkın yaşadığı mekana işaret etmenin yanında (zımnen) küçültücü bir muhtevayı da havidir. Kolonyalizmin sadık hizmetkarı olan kültürel antropolojinin, insanın dünya serüvenini Afrika’dan başlatması sebepsiz değildir. İnsanı maymunun evrim geçirmiş hali olarak tarif eden Darwinci ekole istediği en işlevsel “bilimsel” malzemeyi veren tek coğrafi mekan Afrika’dır çünkü… Maymun türünün en zengin örnekleri buradadır ve medeniyetten uzak yaşayan “vahşi”(!) insanlar da… Vahşi ortamı birlikte soluyan bu canlılar (insan ve maymun) arasında evrimsel ilişki kurmak hiç te zor olmayacaktır.

Afrika, “Beyaz Adam”ın ilkel geçmişidir aynı zamanda. Geçirdiği fiziksel ve kültürel evrimi ona bakarak fark eder. ”İnsanaltı” ya da “olmamışlık” duygusunu Afrikalı yaşatır beyaz adama…”Ben”, “O” değilim önermesindeki “O” genelde Afrikalıdır (daha genelde ise Doğulu). Bütün olumsuzlukları yüklenmiştir siyah adam. Beyaz ne kadar saf ve temizse, siyah o kadar kirli ve kerihtir!

20.yüzyıl, Afrikalı’nın var olma savaşının doruğudur. Asırlarca imparatorlukların köle (ucuz işçi) ihtiyacını karşılamanın yarattığı hınç, bu var olma savaşının motor gücüdür. Malkom X, Nelson Mandela, Frantz Fanon gibi isimler bu savaşın öncü şahsiyetleridir… ”Uyu/tul/muş” öfkeyi uyandırmaya çalışan adamlardır onlar… Öyle ki, bu öfke yıllar sonra Amerikan kurulu düzenine bir siyahinin “başkan” olmasını onaylatacaktır. Her ne kadar beyazların tesis ettiği Establishment (beyaz anglo-sakson Protestan) düzenine hizmet etse de, simgesel değeri vardır bu onayın…

Beyaz adamın klişesi şuydu: “yerliler biz onları fark ettiğimiz için var oldular. Demek ki varlıklarını bize borçlular.” Bu borçluluk hali onların(yerlilerin) ömür boyu, beyaz adama hizmet etmelerini gerektirir. Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” kitabına önsöz yazan Fransız entelektüel J. P. Sartre “yerliler ideallerimize sadık kalmadığımızı söylüyor. Demek ki ideallerimize onlar da inanıyor” derken, beyaz adamın “yerli zihni” nasıl dönüştürdüğüne işaret etmektedir aynı zamanda…

Müşahade edilen varlıklar arasındaki fıtri farklılıktan üstünlük telakkisi icat etmenin tarihi hiç te yeni değildir. Henüz “hubut(düşüş)” gerçekleşmeden evvel tasvir edilen o meşhur sahneden beri caridir… Ateş ve çamur çatışması… Ateş çamurdan üstündür. Öyleyse benden daha değersiz birine neden saygı göstereyim? İlk kıyas ve ardından gelen “düşüş”… İlahi sınırlara riayet etmemenin sonucudur hubut(tenzil-i rütbe)… Dünyada da devam eder bu süreç… Ne zaman ki insan vahyin rehberliğine(nübüvvete) karşı müstağnilik yapar, o vakit düşüş kaçınılmazdır…   

Mahrem Macera, post-kolonyal dönem Afrikası’nın yaşadığı travmatik savrulmaların roman diliyle en mümtaz temsillerinden biri… Afrika özelinde bütün “öteki”lerin, hassaten Doğu’nun ve Müslüman toplumların maruz kaldığı epistemik şiddetin boyutlarına dikkat çeken etkileyici bir anlatı… Burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan aydınlanma paradigmasının Batı dışı toplumların zihin dünyalarını nasıl istimlak ettiğini göz önüne seren, dramatik bir roman…

Karşılaşma, insan türünün kıyamete kadar kaçamayacağı bir gerçeklik… Çünkü insan, tabiatı(fıtratı) icabı medenidir. Kelimenin kökü olan “i-n-s” ünsiyet kurmak, yakınlaşmak, cana yakınlık manasındadır. Evvela hemcinsiyle, sonra evrenle, tabiatla, varlıkla ve en önemlisi de Allah’la(c.c) yakınlık kurmak… Demek ki temas kaçınılmaz. Fakat bu temasın hangi niyetle yüklü olduğudur asıl mesele. Niyeti belirleyen ise bilgidir.  ”Muarefe/tearüf” der aziz Kur’an. Sizleri birbirinizle “tearüf” edesiniz diye farklı yarattık. Yani tanışıp kaynaşasınız diye… Birbirinizi sömüresiniz, farklılıklarınızı sorun edesiniz diye değil…

Özelde Müslümanların, genelde ise Doğu toplumlarının, aydınlanma sonrası Avrupa ile karşılaşmaları bir alış-veriş ilişkisi olarak nitelendirilemez. Belki daha çok “alış” üzerine kurulu bir ilişkiden bahsedilebilir. Ancak bir çelişkiyi de bünyesinde barındırır bu süreç. Avrupalı’yı mağlup etmek için alınır her ne alınıyorsa… “Batıyı mağlup etmek için Batılılaşmak” olarak ta formüle edebiliriz bu durumu…

Osmanlı özelinde Batı’yla temas teknik-ahlak ilişkisi bağlamında bir tartışmanın fitilini ateşleyecektir. Tekniğini alıp ahlakını almayacaktık. Ancak, sonra gördük ki (sahi gördük mü? Gördüysek te anladık mı?) bu ikisi birbirinden ayrıl/a/mıyor. Biri diğerine sıkıca bağlı… Tekniğe vaziyet eden bir akıl, akla nüfuz etmiş bir ahlak var. Roman kahramanımızın dilinden söyleyecek olursak “Siyah kıtada onların gerçek gücünün o ilk sabahın toplarında değil, bu topların ardından gelen anlayışta yattığı anlaşılmaya başlandı. ” Evet tam da böyleydi. Bilgiyi “güçle” eşitlemenin hazin hikayesiydi yaşananlar. Oysa ki bilgi, hakikatle ünsiyet kurmak için değil miydi? İlahi rızaya muvafık bir hayatın inşasına dayanak olmayan bilgiden “hayr” gelmeyeceğini bilmek gerekmez miydi?

Roman kahramanımızın Avrupa yolculuğu da böyle başlar. Gidecek, öğrenecek, geri gelecek ve ülkesini bayındır yapacak. ”Geri” kalmışlığını telafi edecek…Batı’nın bugününü kendi yarını yapacak. Tanıdık bir hikaye değil mi? 19.yüzyılda yurt dışına eğitim için gönderilen Osmanlı gençlerinin hikayelerini anımsatıyor sanki… Avrupa’nın farklı ülkelerine mühendislik, maliye, tıp, hukuk okusun diye gönderilen gençlerin büyük çoğunluğu “büyülenmiş” olarak geri döner. Aralarından bazıları, mesela Şinasi, ateşli muhaliflerden olur. Bazıları Jön Türk hareketine katılır. Kendilerini Avrupa’ya tahsil için gönderen iradenin mağlup edilmesi için çalışmaya başlar…

Roman kahramanımızın hikayesi de bu yönüyle benzerdir. Ancak O, felsefe tahsil etmek için gider Avrupa’ya. Neden acaba? Bir tahminde bulunalım. İnsana, topluma, evrene, tarihe, zamana, mekana vb. ilişkin “telakki” ve “tasavvur” biçiminin istinatgahı felsefe olduğu için olabilir mi? Mümkün. Büyüleyici teknik ve sınai medeniyetin hangi “aklın” eseri olduğunu bilmenin yolu, o akla yol gösteren felsefeyi bilmekten geçer. Halihazırda yaşadığımız ve roman kahramanımızı da kuşatan “amorf(şekilsiz/biçimsiz)” kimlik bunalımının en önemli sebeplerinden biri de, modernliği felsefi arka planına vakıf olmadan tecrübe etmeye çalışmamız değil mi? Modernliği sadece teknik-sınai aletlerin/eşyaların kullanımı üzerinden anla(mlandır)maya dönük çabalar, meseleyi oldukça sığ bir cihetten değerlendiriyor hiç şüphesiz… Modern paradigmaya ilham veren felsefeyi teşrih masasına yatırdığımızda İslam’ın ruhuna bütünüyle yabancı bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu görmekte güçlük çekmeyeceğiz.

Heidegger’in bariz etkisinin hissedildiği Üç Mesele kitabında(1978) “teknik, medeniyet ve yabancılaşma” olgularını ele alan İsmet Özel kitabını bir soruyla bitirmişti: ”Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlenmesine mi çalışacağız? Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur.”

Aradan geçen yıllar, Türkiyeli Müslümanların bu sorunun yanıtını ıskaladığını gösteriyor. Hatta ıskalamaktan da öte, şimdilerde yakinen müşahede edileceği üzere, “muhafazakar materyalizmde” karar kılarak tercihini maddi güçten yana yapmış durumda… Merhum Sezai Karakoç’un “metafizik gerilim” önerisinin de havada kaldığının bir göstergesi bu tercih…

Sömürgeciliğin karakterine dair oldukça önemli tespitler var romanda. Sadece toprakların, madenlerin, emek gücünün başkaları tarafından ele geçirilmesi boyutuyla değil ve fakat düşünme biçimini değiştirmesi boyutuyla da ele alıyor sömürgeciliği. İşgale gelenlerin sadece savaşmayı ve yıkmayı değil, aynı zamanda “iyi etme” ve “yeni düzen kurma” bakımından da oldukça yetenekli olduklarına işaret ediyor. Sömürüye maruz kalan ülkede inşa edilen okulların, bu yeteneğin aktarılmasına yardımcı olduğuna dikkatlerimizi çekiyor. Beyazların okullarına çocuklarını göndermekte tereddüt eden yerlilere “bizim çocuklarımız da haksız yere yenme sanatını öğrenmeli” diyen daha “gerçekçi” olanların varlığına işaret ediyor aynı ülke içerisinde… Kurucu/inşai/siyasal akla sahip olan sömürgecilerin, taklit ve itaate şartlan(dırıl)mış, gönüllü edilgenliği tercih etmiş,siyasal bilince yabancı toplumları etkilemesi hiç te zor olmamış. Cezayirli mütefekkir Malik B. Nebi’nin meşhur çözümlemesini hatırlayalım: “Sömürgecilik korkunç bir şeydir. Ancak daha korkunç olan bir şey varsa, o da sömürülmeye elverişli olmaktır.”

Okullar, sömürgeciliğin kök salmasını sağlayan en önemli kurumlar olmuştur. Son teknolojik silahların, güçlü ve savaşkan orduların yapamadığını okullar yapmıştır. Latin Amerika’nın Chicago Üniversitesi, Sovyetlerin ise Berkeley Üniversitesi aracılığıyla maruz kaldığı sömürgeleş(tiril)me süreci yakın tarihin trajik hadiselerindendir.19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı-Türkiye entelijansiyasının hatırı sayılır bir kesiminin zihin kodları da, sömürgecilerin mekteplerinde vazedilen “ideolojik” donelerle şekillenmiştir. Epistemolojik emperyalizmin gönüllü havarisi olan bu entelijansiya, Cumhuriyet modernleşmesinin akıl hocalığını yapacaktır. Otokolonizasyon (kendi kendini sömürgeleştirme) süreci böylece kemale erecektir. Merhum Hüsamettin Arslan’ın  “Türkiye’de entelektüel mürtettir.” derken kastettiği, zannediyorum, budur. Sadece Türkiye değil, İran, Mısır, Hindistan, Çin gibi geleneksel kültürlerin entelektüel havzaları, aydınlanma aklının mabedi olan “okullar” tarafından zihinsel işgale maruz kalmıştır.

Maruz kalmanın tabi sonucudur “mürtetleşme”. Dinine, tarihine, kültürüne, toplumuna “müsteşriklerin” perspektifiyle bakmayı entelektüellik zannetmek bu sürecin hasıladır. Roman kahramanımızın Avrupa’daki tahsil hayatı da böyle bir sonucu besler. ”Neye inandığını bilememe hali” kahramanımızın felsefe tahsilinin semeresidir. Böylece bir evladını daha kaybetmiştir Doğu… Bu ne ilktir ne de son olacaktır…

Sezai Karakoç “Masal” şiirinde Doğu-Batı imgesini kullanarak, biraz bedbin ve kötümser bir ruh haliyle “yedinci oğulun” hazin hikayesine dikkat çeker. Roman kahramanımızın trajik sonuyla (kısmen) benzerdir bu hikaye. Bir farkla ki, üstadın şiirinde yedinci oğul “değişmemek” için intihar ederken, roman kahramanımız “değiştiği için” bir “deli” tarafından öldürülür. ”Deli” , rasyonalitenin mabedi Avrupa’da kıblesini kaybeden “aklın” celladı olur adeta… Kim bilir belki de yazar, bu baştan çıkarıcı “uygarlıkla” baş etmenin yolu olarak, delilere mahsus bir ruh halini kuşanmak gerektiğinin “subliminal” mesajını vermek istemiştir. Gelelim üstadın şiirine;

“….Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara

Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda

Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda

Bir de o talihini denemek istedi

Bir şafak vakti Batıya erdi

En büyük Batı kentinin en büyük meydanında

Durdu ve tanrıya yakardı önce

Kendisini değiştiremesinler diye

Sonra ansızın ona bir ilham geldi

Ve başladı oymaya olduğu yeri

Başına toplandı ve baktılar Batılılar

O aldırmadı bakışlara

Kazdı durmadan kazdı

Sonra yarı beline kadar girdi çukura

Kalabalık büyümüş çok büyümüştü

O zaman dönüp konuştu:

Batılılar!

Bilmeden altı oğlunu yuttuğunuz

Bir babanın yedinci oğluyum ben

Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden

Babam öldü acılarından kardeşlerimin

Ruhunu üzmek istemem babamın

Gömün beni değiştirmeden

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben

Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:

Karşınızdakini değiştirmek

Beni öldürseniz de çıkmam buradan

Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki

Fakat değişmeyecek ruhum

Onu kandırmak için boşuna dil döktüler

Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler

O gün gün eridi Ama çıkmadı dayandı

Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı

O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı

Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı

Hala onu ziyaret ederler şifa bulurlar

En onulmaz yarası olanlar

Ta kalplerinden vurulmuş olanlar

Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar”

 

Yedinci oğul değişmemek ve Doğulu olarak ölmek için en büyük Batı kentinin en büyük meydanında intihar etmek(ya da ölümü beklemek) gibi edilgen bir tutumu benimsemek yerine, İbrahim(a.s) misali tek başına bir ümmet olarak direnmeyi tercih etseydi daha iyi olmaz mıydı?

Kaynak Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —