Tarih: 31.03.2023 11:24

Epistemik Şiddet (III)

Facebook Twitter Linked-in

Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan (ve halihazırda ülkemiz akademisinde cari olan) bilme-kavrama-yorumlama biçiminin sosyal bilimlerin diline/söylemine nüfuz ettiği gerçeğiyle (de) yüzleşmemiz gerekiyor. Demem o ki modern sosyolojinin bilme-kavrama-yorumlama biçimine yaslanarak Müslüman bir toplum analizi yapılamaz. Çünkü bu disiplin Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan sosyal gerçekliği referans alır ve bütün toplumları bu gerçekliğin (sınırları) içinden değerlendirmek ister. Bunu Said Halim Paşa yaklaşık yüzyıl önce söylüyor… Öte yandan toplum hayatının bütününe nüfuz etme özelliği olan siyasetin Fransız devriminin ilham verdiği kavramların tasallutundan kurtarılması, İslami referanslar temelinde bir siyaset felsefesinin ve dilinin inşası, zaruridir. Ulus-devlet aygıtının bilinçlerimizde açtığı yaraların tedavisi için seferberliğe ihtiyacımız var. Özellikle İslami iddialı havzaların bu seferberlikte rol almaları gerekiyor. İstişari zeminlerimizi olabildiğince geniş tutmak elzemdir. Her bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi epistemolojik bağımsızlık ta ciddi riskler içeriyor. Bu risklerin başında da egemen paradigma tarafından kriminalize ve terörize edilmek geliyor. Aydınlanma projesi kendi içinde evrim geçirerek (radikal bir iç eleştiri yaparak) kendisini güncelliyor. Ancak bu güncelleme yapısal olmaktan ziyade kozmetik özelliklere sahip. Bilginin kaynağı olarak tabiat , ahlakın kaynağı olarak ise insan “ön kabulü” nde herhangi bir değişiklik olmuyor. İlahi vahiy ve nübüvvet bilgisi referans alınmıyor. “Beyaz adamın” tarihin öznesi olduğu iddiasından sarfınazar edilmiyor. Tarihin “ilkelden medeniye” doğru doğrusal bir çizgi üzerinde aktığı tezi (hala) meşruiyetini koruyor. Doğu’nun duygusal/ mistik/masalsı/dişil/despotik, Batı’nın ise rasyonel/demokratik/eril/hümanist karakterde olduğu “dogması” yürürlükte olmaya devam ediyor. Hatta emperyalizm/kolonyalizm demokratik teamüller ve klişeler aracılığıyla “üçüncü dünya” halklarına ihraç ediliyor. Aralarında İslam Dünyası toplumlarının da bulunduğu bu halklar, başlarındaki yöneticilerin basiretsiz-ferasetsiz-hikmetsiz siyasetlerinden kurtulmak için,bu klişelerden medet umuyor… Post-hümanizm, post-kolonyalizm, bio-politika,feminizm, pluralizm (çoğulculuk), ekolojizm gibi “albenili ambalajlara” sarılmış ideolojilere sığınarak, zamana tanıklık edeceğini zannediyor.   

Bu kavramlar/ideolojiler (yukarıda da sözünü ettiğimiz üzere) aydınlanma paradigmasının kendi iç eleştirisi olarak okunabilir, hatta okunmalıdır. Bu bakımdan ideolojik anlamda (Avrupa özelinde) bir iç tutarlılıktan söz edilebilir. Esasında hümanizm ne kadar batılsa post-hümanizm de o kadar batıldır. Hümanizm, özgür olmak için tanrıyla savaşmak gerektiği tezi üzerine kuruldu. Zeus-Prometeus kavgasından ilham alarak Prometeusçu bir yaklaşımı terviç etti. “Beyaz adamı” merkeze aldı ve oldukça eril bir dil kullandı. Post-Hümanizm ise beyaz ve erkek olmayanları (hatta kadın ve erkek cinsi dışında olduğu varsayılanları) da kuşatma iddiasında… Post-kolonyalizm, sömürgeciliğin doğrudan(cebren) değil de dolaylı(yumuşak) olarak devam ettiği tezine yaslanır. “Beyaz adamın” dünya görüşü ve hayat tarzının içselleştirilmesi sonucu ortaya çıkan duruma vurgu yapar. Gözden ırak tutmaya çalıştığı şey ise “otokolonizasyon (kendi kendini sömürgeleştirmek)’nun milliyetçilik aracılığıyla tahkim edildiği gerçeğidir. Bio-politika ise, Michael Foucoult’un tespitiyle, iktidarın bedenler üzerinde kurduğu tahakküme (birçok boyutuyla) işaret eder. Katolik Hıristiyanlığın kontrol ve denetim arzusunun ulus-devlet tarafından nasıl tevarüs edildiğinin hikayesidir bir bakıma…

Umran Dergisi’nin mart sayısında( 331.sayı) Katar Şark Gazetesi’nden Ahmet El Kadidi, Filistin asıllı Edward Said’in 1993’te yayınlanan “Kültür ve Emperyalizm” adlı eserinin hala Arapçaya tercüme edilmediğine (üzülerek) dikkatlerimizi çekiyordu. İlmi/entelektüel alana bu ilgisizliğin anlaşılabilir ve izah edilebilir bir tarafı yok… Kaldı ki o kitabında Edward Said en çok ta Arapların maruz kaldığı emperyalist tahakküme dikkat çekmektedir. Yani milliyetçi saiklerle bile hareket edilmiş olsaydı, bu kitabın çoktan Arapçaya tercüme edilmesi gerekirdi.(Sözünü ettiğim kitap yayınlandıktan beş yıl sonra Türkçe’ye tercüme edilmiş.)

Bu noktada, Arap havzası içinde zihinsel dinamizmi/entelektüel üretkenliği en yüksek toplum olarak Filistin’e ayrı bir başlık açmak gerektiği kanaatindeyim. Siyonist barbarlığa/vahşiliğe karşı verdikleri onurlu mücadele onları diri tutmuş. Her alanda üretmeye özen gösteren bir ruh hali var Filistin halkının… Merhum Akif Emre İz’ler kitabında ,kısa adı PASSIA olan ( Uluslar Arası İlişkiler Çalışmaları Filistin Akademik Topluluğu) Doğu Kudüs merkezli kuruluşun, bir çok bağımsız devletin bile yapamadığı ansiklopedik çalışmalara imza attığına dikkatlerimizi çeker. Siyonist sömürgeciliğe karşı yerelde ve küre ölçeğinde farkındalık oluşturmaya çalıştığını söyler. Petrol zengini Körfez ülkelerinin şımarıklığına/ görgüsüzlüğüne/ aşırılıklarına karşı Filistin’in bu kavi entelektüel duruşu/çabası dikkate şayandır. ( Burada bir parantez açarak Türkiye’nin, barbarlığın tecessüm etmiş hali olan İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi, normalleştirmesi ve böylece siyonizme güç vermesi, meşruiyetini, bir kez daha, tescillemesi karşısında İslami havzaların tercih ettiği edilgin/pasif/pısırık tutumu, tavrı ve tarzı oldukça problemli bulduğumu ifade etmeliyim. Ulus-devlet realizmine bağlılık andı içenler için “reel politik” argümanlar eşliğinde meşrulaştırılabilecek bu “normalleşmenin” , İslami iddialı havzalar tarafından “sanki hiç olmamış” gibi muamele görmesi-görmezden gelinmesi- anormal… Demek ki “anormalliğin normalleştiği” bir zamana tanıklık ediyoruz. Filistin/Kudüs duyarlılığının, siyonizmin azgınlaştığı/pervasızlaştığı/iğrençleştiği zamanlarda-o da retorikten öteye geçmeyen, romantik, duygusal tepkilerle-zuhur etmesi, aslında meselenin ehemmiyetini müdrik olmadığımızın delili… Evanjelist-Siyonist ittifakı-siz buna judeo-hıristiyan koalisyonu da diyebilirsiniz, hatta demelisiniz!- Filistin özelinde bütün Müslümanlara böcek muamelesi yapıyor… 1991’de başlayan I. Körfez Savaşı’ndan bugüne, oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafya, sistematik olarak, İsrail’in güvenliği için dizayn edildi/ediliyor. Bu dizayn doğrultusunda evvelâ Irak ardından ise Suriye parçalanıp istikrarsızlaştırıldı. Müslüman tefekkürünün ana üslerinden olan bu aziz beldelerin tarumar edilmesinde, ne yazık ki, Türkiye de rol üstlendi… I. Körfez Savaşı’nda Özal iktidardı… II. Körfez Savaşı’nda ve Suriye iç savaşında ise-aynı gelenekten esinlenen- “muhafazakar demokratlar”… Emperyalizm, küre ölçeğinde emellerine ulaşmak için, genellikle sağ/ muhafazakar müttefikler seçti… Sol ise, din ve gelenek düşmanlığıyla, “sağ/muhafazakar” ideolojinin ekmeğine yağ sürmek, yani onu sürekli iktidarda tutmak, için misyon üstlendi.)

Modern/post modern bilginin insanı ve tabiatı bir makine gibi tasavvur eden doğası büyük bir yıkım üretti ve üretmeye devam ediyor. Tabiri caizse bir Matrix evreni yaratılmaya çalışılıyor. Bu evrende insan yok! Kodlanan, “hack”lenen, açılıp kapatılan, formatlanan insanımsı sayborglar var. Gerçeği sanaldan ayırt edemeyen bir sosyal gerçekliğe doğru koşar adım ilerliyoruz. Gerçeklikle temas kurma kabiliyetimizi yitiriyor, duygularımızı sanal alemin insafına terk ediyoruz. Bu durum zorunlu olarak söze ve yazıya duyarsızlaşmayı beraberinde getiriyor. “Göz”ün merkezde olduğu bir hayata zorlanıyoruz. Aslında zorlanmıyor, bu hayatı kendimiz tercih ediyoruz… Asırlarca sözün ve yazının, kalemin ve kelamın gölgesine sığınarak varlığını anlamlı kılmış insanlık ailesi için “göz” ün merkezde olması, kupkuru bir materyalizmin girdabında debelenmek anlamına geliyor. Söze ve yazıya duyarsızlaşan insan meramını “emoji” lerle anlatmaya çalışıyor. Yani düşüncenin en ilkel biçimiyle… Göz’ün merkezde olması “kamera ve fotoğraf makinesinin” hayatımızın her anını işgal etmesiyle yakından alakalı. Artık göz önüne ge/tiri/lmeyen şeyin kıymeti yok… Bu nedenle olsa gerek resim ve video gündelik hayatın ayrılmaz parçası adeta… Bu süreci, ”bilincin pornografikleşmesi” olarak adlandırmak mümkün… Malum pornografi en ince ayrıntısına kadar görünür kılmayı amaçlar. Böylece yorumu imkansızlaştırır… Yorumun olmadığı yerde fikir de yoktur. Çünkü her yorum bir fikre istinad eder… Fikir de bilgiye… Enformasyon bombardımanı altında sağlıklı düşünme kabiliyetini yitiren bir sosyolojik gerçeklik var karşımızda… Dijital tiranlık ”habere boğarak cahil ve edilgin kılma” stratejisiyle hareket ediyor… Aklın en temel işlevi olan “bağ kurma” yı zaafa uğratıyor… Bu cendereden çıkış yolu olarak, kalemin ve kelamın gücüne sığınmak gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de sükutu ve sükunu temin etmemiz gerekiyor. Nebevi geleneğin son temsilcisi Hz.Muhammet (s.a.v) ‘in hayatından ilham alarak “mağara metaforu” üzerinden bir direniş başlatılabilir kanaatindeyim. Malum son Elçi’ye vahiy mağarada nazil oldu… Sükut ve sükun halindeyken… Demek ki tefekkürün ön koşulu sessizliği ve hareketsizliği temin etmek… Oldukça gürültülü ve hareketli bir yaşama mecbur bırakılarak (ya da bu yaşamı tercih ederek) düşünmeyi/tefekkürü ihmal ediyoruz maalesef… Matrix evreninde insan kalmak için “mağaraya (sükuta ve sükuna)dönüş” şart…   Uzmanlardan kurtulup entelektüellere, bilgiçlerden kurtulup bilgelere, malumatfuruşlardan kurtulup hakimlere sığınmak gerekiyor. Tabi bu noktada entelektüel kimdir? sorusunun yanıtını vermemiz gerekiyor. Çünkü halihazırda sosyal bilimlere nüfuz ve vaziyet eden bilgiye yaslanarak ilmi/enteleküel sorumluluk yerine getirilemez…  

Ortaya çıkış koşulları itibariyle entelektüel (özellikle) Dreyfus davasıyla ilişkilendirilir. Mevcut statükonun hilafına bir duruş sergileyerek “ötekinin” hakkını savunmak suretiyle gerçeğin ayan beyan ortaya çıkmasını sağlayan kişi/ler anlamında kullanılmış. Ortaçağ’da ise ultra-katı Katolik geleneğe karşı muhalif duruşlarıyla öne çıkan, yer yer aylaklıkları ve cari din dilini/söylemini hicvetmeleri yönüyle de dikkat çeken “goliardlar” ın entelektüelin öncüsü olduğu kabul edilir. Bu bağlamda entelektüel hem statükoya hem de dine karşı bir duruşun mümessili olarak öne çıkar, özellikle Hıristiyan gelenek içerisinde… Türkiye’de daha çok ikinci anlamıyla, yani dinin(İslam’ın) karşısındaki tutumuyla dikkat çekmiştir… Bazı küçük değişiklikler olsa da hala benzer tutum devam etmektedir. Bana göre entelektüel, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, hakikatin söylem ve eylem olarak tecessüm ve tebellür etmesine öncülük eden kişi/ler/dir. Hakikat ise “aranan” değil verili(vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiği)dir. Bu bağlamda entelektüel ile alimi( birbirinin yerine ikame edilmeleri tam olarak mümkün olmasa da) aynı ilkesel duruşun temsilcileri olarak görüyorum. İlmi/entelektüel kadroların öncülüğünde yürütülecek örgütlü-sistematik çalışmalar aracılığıyla insanlığın felahının mümkün olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda hicri ilk üç asırda tesis edilen ilmi/entelektüel bağımsızlığın ihyası için çok yoğun çalışmalar yapmamız gerekiyor. Sözünü ettiğim bağımsızlık sayesinde Müslümanlar karşılaştıkları soru(n)ları aşmayı başardılar. Bu bağımsızlık merak duygusuyla birleştiğinde ortaya her alanda çok yoğun içerik üretimi çıktı. Ne zaman ki ilmi/entelektüel bağımsızlığımızı kaybettik, içerik üretimi zaafa uğradı ve tarihten yavaş yavaş çekilmek zorunda kaldık. Halihazırda İslam dünyasının genelinde olduğu gibi Türkiye’de de ilmi/entelektüel bağımsızlık (henüz) sağlanabilmiş değildir. Statükoyla barışık bir durum söz konusudur. Kimi zaman reel-politik argümanlar, kimi zaman ulus-devlet realitesinin dayattığı etnik-mezhebi öncelikler, kimi zamansa konjonktürel zaruretler ve/veya politik ve iktisadi ayrıcalıkları koruma refleksi nedeniyle ilmi/entelektüel bağımsızlık ihlal ediliyor. Denebilir ki bu bağımsızlık temin edilemediği müddetçe, yukarıda işaret etmeye çalıştığım epistemolojik bağımsızlık savaşını başlatmak mümkün değildir.  Bu savaş sömürgeci tahakkümün ördüğü tel örgülerin dışına çıkmayı, sömürgeci bilginin mahiyeti ve keyfiyetine dair farkındalık oluşturmayı, bütünüyle beyaz adamın çıkarlarına hizmet eden uluslar arası  siyasal-iktisadi-hukuki-askeri gerçeklikle yüzleşmeyi, modern/post-modern değerler sisteminin Yahudi-Hıristiyan kodlarla olan içiçeliğine dair niteliksel çözümlemeler yapmayı gerektirir. Farkında olmak gerekiyor ki Türkiye, vaktiyle askeri emperyalizme karşı vakur bir duruş sergileyerek bağımsızlığını temin etmiş ve fakat “epistemolojik emperyalizme” teslim olmuştur. Bu teslimiyet devam ettikçe-ki ediyor- Türkiye için haysiyetli bir gelecekten bahsetmek mümkün değildir. Sözünü ettiğim emperyalizmle gerçek anlamda yüzleşme/hesaplaşma imkanına sadece İslamcılık ekolü sahip… 

İslamcılığın hem Türkiye hem de İslam dünyası toplumları için en sahih “ideolojik istinatgah” olduğu gerçeği inkar edilemez. İslamcılığın, muhafazakarlık ve/veya sağcılıkla ilişkilendirilmesinin maksatlı olduğu kanaatindeyim. Böylece İslamcı ideolojinin “paradigma içi” bir tezahür olduğu algısı oluşturulmak istenmekte ve ardından “ölümü” ya da “bittiği” iddia edil(ebil)mektedir. Oysa ki hem muhafazakarlık hem de sağcılık bütünüyle İslam’ın ruhuna yabancıdır. Muhafazakarlık, Katolik-protestan geriliminin sonucu olarak ortaya çıkan bir tutumun adıdır. Aileye ve geleneğe yaptığı vurgu Protestan yıkıcılığını(tedhişini) azaltmak ya da engellemek içindir.

Bana göre İslamcılık; ”vahiy bilgisi, nebevi pratik ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimden ilham alarak zulmün tekerine çomak sokmak için örgütlü-sistematik bir mücahede sürecinin faili olan Müslüman tavrı/tarzı/tutumudur. Mübarek İslam’ın hayatın bütününe vaziyet etmesini arzulayan bir cehttir bu… Bu bağlamda yarının tarihini bugünkü çabalarımızın şekillendireceğini söylemek mümkün… Türkiye özelinde, sağ/muhafazakar geleneğin cürüm ve günahlarını İslamcılığa hamletmek isteyenler, sömürgeci tahakkümün (yani “epistemolojik emperyalizmin”) kalıcılaşmasına hizmet etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Türkiye’nin izzetli bir yarına uyanmasını engelleyen bu hizmetleri sayesinde “beyaz adamın” gözdeleri arasında yer alacaklarına kuşku yok…    

Şayet sömürgeci bilginin tahakkümünden kurtulmak istiyorsa, İslam Dünyası’nın, İslamcılıktan başka seçeneği yok… Çünkü İslamcılık haricindeki tüm ideolojiler modern paradigmanın epistemolojik referanslarına yaslanır. Binaenaleyh “paradigma dışı” bir mücadele sadece İslamcılığın şemsiyesi altında mümkün. Çünkü bu şemsiye vahiy bilgisini-nebevi pratiği ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimi referans alır. Bu bağlamda öncelikli adım modern/post-modern değerler sisteminin kavramsal ve kurumsal çerçevesinin dışına çıkma çabası olmalıdır. Bu çabanın failleri sorumluluk sahibi alim/aydın/entelektüel kadrolar olabilir ancak. Bu kadrolar eliyle yürütülecek irşad faaliyetleri yeni bir sosyal gerçekliğin inşasına vesile olabilir. Sözünü ettiğim bu irşad faaliyetleri bir bütün olarak hayatın (iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-felsefi-estetik v.b) tüm veçhelerine hitap etmeli, örgütlü ve sistematik bir mahiyette tezahür etmelidir.

 

Kaynak: Farklın Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —