Epistemik Şiddet (II)

Kamil Ergenç Yazdı;

Epistemik Şiddet (II)

Hayli zamandır Dünya’da ve Türkiye’de olup bitenleri anlatma iddiasındaki haberlerin ayrılmaz bir parçasını oluşturan kelimelerin başında “şiddet”in geldiğini görüyoruz. Sosyologlar, psikologlar, eğitimciler ve daha nice uzman, şiddetin çeşitli veçhelerinden bahsediyor. Lakin zikredilen bu veçheler arasında bilinç üzerinde etki gücü çok yüksek olan “epistemik şiddet” ne yazık ki yok. Oysa ki sahih bir “şiddetle mücadele” stratejisinin yol haritasında ilk iş “bilgi (episteme)”nin mahiyeti ve keyfiyetini teşrih masasına yatırmaktır. Bu şiddet türünün gereği gibi anlaşılmaması halinde toplum ve insanlık olarak onurlu bir yarına uyanmamızın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bilginin “hamd vesilesi” olmaktan çık(arıl)ması, iyinin-doğrunun-güzelin-erdemin-faziletin inşa ve ikamesi yerine güç ve kar amaçlı istismar edilmesi sürecinin bu şiddetle yakından alakalı olduğu gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Bu noktada “epistemik şiddet nedir?” sorusuna odaklanmak gerekiyor.

“Episteme” en genel anlamıyla bilgi, kavrama, bilme, bir açıklaması bulunan doğru inanç demek.“Epistemik” sıfatı ise bilgi özelliğine sahip, bilme, kavrama, anlamayla ilgili demektir. Şiddet sözcüğü İngilizce literatürdeki (violence) anlamıyla baskı, zor, cebir, tecavüz, zorlama anlamlarını içkindir. Bu bağlamda “epistemik şiddet” terkibi belli bir bilme, kavrama biçiminin, dünya görüşü ve hayat tarzının başka bilme-kavrama biçimleri, dünya görüşleri ve hayat tarzları üzerinde kurduğu tahakküm olarak adlandırılabilir. Merhum Hüsamettin Arslan’ın 1991’de sunduğu doktora tezi “epistemik cemaat(bir bilim sosyolojisi denemesi)”başlığıyla kitaplaşmıştı. Arslan o eserinde bilginin ve metodun masum olmadığını, belli bir klik tarafından (ki O bu kliğe “epistemik cemaat” diyor) belli bir değer sistemine, modele(paradigmaya) yaslanarak üretildiği, yayıldığı ve meşrulaştırıldığını söylüyordu.  Arslan’ın masum olmadığını söylediği bilginin (ki eksiksiz bir şekilde Judeo-Hristiyan kodları içkindir) üretimi, yayılımı ve meşrulaştırılması sürecinde (özellikle zihinler üzerinde) uyguladığı zorbalığa, şiddete, tecavüze dikkat kesilmek gerekiyor. Bunu yaptığımızda “epistemik şiddetin”, kültürel emperyalizmden bağımsız ele alınamayacağı fark edilecektir.  

Bilinmelidir ki her kültür belli bir değer sisteminin/itikadın etrafında şekillenir. Bu bağlamda “nötr” bir kültürden bahsetmek mümkün değildir. Bilinen insanlık tarihi boyunca kültürlerarası etkileşim olmuştur. İnşa ettiği “sosyal gerçekliğin” cazibesi yüksek olan kültürler diğerlerini gölgede bırakmış veya kendine katmıştır/massetmiştir. Adeta bir savaş makinesi gibi hareket eden Moğollar’ın, bir iki nesil sonra İslam’a ram olmaları kendi kültürel kodlarının İslam’ın inşa ve murat ettiği sosyal gerçeklik karşısında dayanamadığının, tutunamadığının (ve pek tabi ki aşamadığının) göstergesidir. Kıta Avrupa’sında anti-katolik mücadelenin fitilinin ateşlenmesinde Endülüs etkisi de sözünü ettiğimiz kültürel etkileşime örnek verilebilir. Ortodoksların elindeki İstanbul’u işgal ederek eşi benzeri görülmemiş barbarlıklara imza atan Latin Avrupa Katolik kültürüne karşı Müslüman egemenliğini tercih eden Anadolu’daki Hıristiyanlar da… Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Kültürel emperyalizm belli bir bilme-kavrama biçiminin, hayat tarzının ve dünya görüşünün yumuşak veya sert sömürgecilik aracılığıyla dayatılması olarak tanımlanabilir diye düşünüyorum. Her kültür bir değer sisteminin/itikadın etrafında şekillendiği için bu dayatma eksiksiz bir biçimde itikadi referanslar içeriyor. Bu noktada iki farklı durum ortaya çıkıyor: Emperyalist/kolonyalist hegemonya ya kendi itikadını cebren ve hileyle benimsetiyor ya da muhatabının itikadının içini boşaltarak sömürülmeye elverişli hale getiriyor. Birincisi sert ikincisi ise yumuşak sömürgeciliğe örnek verilebilir. XIX. Yüzyıl sert sömürgecilik yöntemlerinin cari olduğu bir tarih/zaman kesitiydi. Bu sertlik XX. yüzyılın ilk yarısında da devam etti. II. Dünya savaşı sonrasında post-kolonyal evreye (yumuşak sömürgeciliğe) geçildi. Sömürgeciler kendilerine bağlı, dünya görüşleri ve hayat tarzları itibariyle “beyaz adam (veya kadın)” gibi düşünen yerli elitlerle işbirliği yaptılar. Böylece ilgili ülkelere “görece bağımsızlık” lar bahşedildi. Marşları, bayrakları, anıtları, sınırları, ulusal kahramanları oldu bu ülkelerin. Milliyetçiliğe yaslanarak bağımsızlık elde ettiklerine inan(dırıl)dılar. “Ulus-devlet” olmaya ikna edildiler. Gösterişli sloganların gölgesinde ulusal bütünlük naraları atarken “otokolonizasyon(kendi kendini sömürgeleştirme)” eyleminin failleri olduklarını fark edemediler. Hiçbir milliyetçiliğin(nationalism) anti-emperyalist olamayacağını, (çünkü bu ideolojinin beyaz adamın kültür kodlarından esinlendiğini) idrak edemediler. Bu bağlamda Türkiye’nin de yumuşak sömürgecilik aracılığıyla esir alınmaya çalışıldığı (hatta alındığı) söylenebilir. Ama maruz kaldığımız şey sadece “epistemik şiddet” değil. Bunun yanında ve bununla bağlantılı olarak “ontik ve metodik” şiddet de var. Bu ayrımların da farkında olmak gerekiyor.

Ontik şiddet; ontolojik emperyalizmin sonucudur. İlahi vahyi/nebevi pratiği referans almadan varlığı anlam(landır)maya çalışma çabasının sonucu olarak ortaya çıkan durumun ifadesi olarak adlandırılabilir. Metodik şiddet ise; insan-insan, insan-tabiat, insan-eşya,insan-varlık ilişkisini hangi usulle ele almamız gerektiği, bilginin nasıl elde edileceği gibi soru(n)ların ilahi vahiy(ve nebevi pratikten) bağımsız bir şekilde cevaplandırılması neticesinde tezahür eden durumun ifadesidir. Malum, modern/post-modern paradigma (yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığım üzere)  vahiy bilgisini ve nebevi pratiği referans olarak kabul etmiyor. Yani bilgi değeri taşıdığına inanmıyor. Sezgisel, folklorik ya da manevi işlevi olabileceğini ve fakat bir bütün olarak hayata-tarihe-bilgiye-ahlaka-hukuka-siyasete-ekonomiye v.b vaziyet edemeyeceğini iddia ediyor. Bu iddiasını temellendirmek için de özel “epistemik cemaat/ler” istihdam ediyor. Genelde İslam Dünyası, özelde ise Türkiye buna maruz kalıyor. Fakat bu maruz kalış geçmiştekilerden çok farklı.

Esasında maruz kalmak başlı başına bir sorundur…Edilgenliğe razı olan toplumların kaderidir maruz kalmak. İslam dünyası ne zamandan beri maruz kalıyor sorusuna kesin bir tarih vermek mümkün olmayabilir. Ancak, merhum Fuat Sezin Hoca’dan ilham alarak, 15.yüzyılın sonundan itibaren başlayan bir “içerik üretme zafiyeti” ne işaret edilebilir. Kıta Avrupa’sının dini saiklerle başlattığı deniz seferlerinin burjuva Protestan kültürün inkişafında oynadığı rol mühimdir. Batı’dan Endülüs, Doğu’dan Osmanlı, Güney’den ise Memlük tarafından sıkıştırılan Avrupa için Batı’dan gelen tehlikenin(Endülüs’ün) bertaraf edilmesi çok önemli bir kazanım olmuştur. Ümit Burnu’nun aşılması sonrası Afrika ve Amerika’dan gelen sermaye, Endülüs’ün ilmi-entelektüel mirasının Tuleytula-Sicilya üzerinden tevarüs edilmesiyle birleşince burjuva Protestan kültürün inkişafının da önü açılmış oldu. Bu süre zarfında Avrupa’ya en yakın imparatorluk olan Osmanlı’daki “meraksızlık” sürecin doğru okunmasının önünde engel teşkil etmiştir diye düşünüyorum… Öyle ki Hıristiyanlık içi gerilimden istifade etmek amacıyla protestanlığı destekleyen Osmanlı, bu akımın kısa-orta ve uzun vadede neye yol açacağını hesap edememiştir. Protestanlık Endülüs’ün ilmi/entelektüel mirasını “sekülerleştirerek” münharif bir çığır açacaktır. Nitekim 19.yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı özelinde “değer sistemi ithali” nin önü açılmış durumdadır. Kaldı ki henüz daha  16.yüzyılın ortalarında Osmanlı, Avrupa’ya kapitülasyon imtiyazı tanıyarak iktisadi alandaki zaafını aşikar etmiştir zaten. Bu zaaf zamanla siyasi-askeri ve kültürel alanlarda da hissedilecektir. Tanzimat radikal bir kırılma olarak kabul edilebilir. Fransız İhtilali’ni taklit eden Cumhuriyet modernleşmesi ise bu kırılmayı “onarılması güç” hale getiren adımdır.

Esasında Müslümanlar tarih boyunca birçok büyük sarsıntı/lar geçirmesine rağmen ayağa kalkmayı başarmıştır.  8. Ve 9.yüzyıllarda köklü medeniyetlerin ilmi-entelektüel-felsefi birikimiyle (hiçbir komplekse kapılmadan) yüzleş(ebil)mişlerdir.13.yüzyılda Doğu’dan Moğol, Batı’dan Haçlı saldırıları karşısında çok büyük yıkımlar yaşamasına rağmen itikadına olan güveni sayesinde (yeniden) tarihin öznesi olmayı başarmıştır. Modern dönemi öncekilerden farklı kılan ise, kanaatimce, Müslümanların itikatlarına olan güvenlerinin sarsılmasıdır. Artık kimi Müslümanlar İslam’ın “dinlerden bir din” ya da “bir çok hakikat içinde bir hakikat” olduğuna inanıyor. Böyle olunca başka değer sistemlerinin sosyal gerçekliğini teneffüs etmekte beis görmüyor. Aslolanın içsel/manevi huzur olduğuna inanıyor. Binaenaleyh İslam, kapitalist/neo-liberal hayat tarzının örselediği ruhları (bir takım ritüellerle) huzura kavuşturup yeniden piyasanın hizmetine sunan bir din haline geliyor! “Müphemlik kültürü” terviç ediliyor. Bu kültürün muhteviyatındaki “sabitesizliği özendirme” çabası görmezden geliniyor. Halbuki yüce İslam dinlerden bir din değil, İlahi kabule mazhar tek dindir. Onun beyan etiği hakikat emsalsizdir. Başka kültür iklimlerinde bu hakikatin kırıntılarına rastlanması onların kabule şayan olmalarına mesnet olamaz. Mübarek İslam “yekpare iyilik” tir. Onun beyan ettiği hakikate ram olmadan insanlık ailesi için felah mümkün değildir. İnsan-insan, insan-eşya, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisinin en kamil tezahürlerine ancak ve ancak İslam’ın hakikat telakkisine boyun eğildiğinde şahit olunabilir.

Bu bağlamda Müslümanların “paradigma dışı bir varoluş mücadelesinin imkânları” üzerine kafa yorması gerekiyor. Küreselleşme adı altında dayatılan Protestan kodlara “epistemolojik bağımsızlık savaşını” başlatarak direnmek mümkün. Çünkü bu savaş insan kalma savaşıdır aynı zamanda… Bu noktada “bağımsızlık” mücadelesinin nasıl yapılacağı sorusu ortaya çıkar…

 Malumdur ki bağımsızlaşma mücadelesi verebilmek için evvela “bağ”ların farkında olmak gerekir. Türkiye özelinde Müslümanların bu farkındalığa sahip olduğunu söylemek (şimdilik) mümkün görünmüyor. Verili olanla uzlaşmayı esas alan bir yaklaşım söz konusu. Uzlaşmaya karar verdiğimiz andan itibaren ona uygun bilgi-fikir-yorum üretmekte güçlük çekmiyoruz. Oysa ki nebevi gelenekten öğrendiğimiz en temel ilke, kanaatimce, uzlaşmayı reddetmektir.  Nasıl ki uzlaşmaya karar verdiğimizde ona uygun söylem-eylem pratiği inşa edebiliyorsak, reddettiğimizde de ona uygun söylem-eylem üretebiliriz.  “Epistemolojik bağımsızlık savaşı” derken, Müslümanlar olarak temel referans noktamız olan vahiy bilgisi-nübüvvet pratiği ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimimizden ilham alarak inşa edilmiş bir bilgi sistemini; bu sistemden neşet eden(edecek olan) iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-felsefi-estetik sosyal gerçekliği kastediyorum. İnsanlık ailesinin felahının buradan geçtiğine inanıyorum. Sözünü ettiğim bağımsızlığın kazanılması için örgütlü-sistematik-uzun erimli bir mücadele stratejisi üzerinde kafa yormak gerektiği kanaatindeyim. Bu noktada modern/post-modern değer(ler) sisteminin ve bu sistemin kavramsal/kurumsal çerçevesinin (tüm yönleriyle) İslam noktayı nazarından teşrih masasına yatırılması elzemdir. Bu yapıldığında karşımıza İslam’la asla ve kat’a telif edilemeyecek bir bilme-kavrama-yorumlama biçimi çıkacağından kuşkum yoktur.

Not: Sonraki yazımızda İslam’ın ruhuna yabancı bilme-kavrama biçiminin sosyal bilimlerdeki yansımalarına işaret etmeye çalışacağım.

 

Kaynak: Farklı Bakış