Tarih: 20.11.2019 13:05

ELDE VAR ‘ZAMAN’

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye, ABD ile olan ilişkilerinde sıkıntılı bir dönem yaşıyor. Nadir görülecek bir şekilde Cumhuriyetçilerin ve Demokratların neredeyse tamamı, Türkiye’nin bir süredir izlediği siyasete karşı birleşmiş durumdular. Washington’da Türkiye’ye yakın duran ve Türkiye’yi savunan bir grubun kalmamış olması, şüphesiz, Türkiye’nin hareket sahasını daraltıyor. Eski güzel günlere dönmek mevcut şartlar altında zaten mümkün değil; ama Ankara için en azından işlerin daha da kötüleşmesini önlemek de giderek zorlaşıyor.

Buna mukabil, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde kendisine avantaj sağlayan iki önemli kozu da var: Kozlardan biri, Erdoğan ile Trump arasındaki kişisel ilişkidir. Hem Trump’ın hem de Erdoğan’ın kritik meseleleri şahsi münasebetlerle bir hal yoluna koymak gibi bir tarzı var. Resmi kanalların yanında, bazen de onları by-pass ederek, kendi aralarında veya yakınlarıyla (mesela damatlarıyla) ilişkileri yürütmek ve oradan bir çıkış bulmak, ikisinin de yönetim anlayışa uygun.

Diğer koz ise Amerikan müesses nizamının Türkiye’yi yanında yakında tutma isteğidir. Buna göre, Türkiye’yi aşırı derecede zorlayacak yaptırımlara gidilmesi ve kararlar verilmesi, Türkiye’nin daha fazla Rusya’ya yanaşması sonucunu doğurur. Türkiye’nin Batı Bloku ile mesafesinin açılması ise ABD’nin çıkarlarına ateş düşer. Çıkarları korumak her şeyin üstünde olduğundan bazen taraflar arasında sinirler gerilse ve diller çatallaşsa da nihayetinde kızgınlaşa demiri soğutacak mekanizmalar devreye girer. Türkiye’yi tamamen kaybetmeye sebebiyet verecek adımların atılmasından imtina edilir.

ŞAHSİ YAKINLIĞA DAYALI İLİŞKİNİN SINIRI

Fakat bu ilişki modelinin de belli bir sınırı var. Zira ABD sisteminde Başkan ancak bir noktaya kadar söz sahibi olabilir, bütün devlet mekanizmalarını karşısına alamaz, almak da istemez. Hele Trump gibi boynunun üzerinde azledilme kılıcı sallanan bir başkan yönetim üzerinde etkili odaklardan gelecek telkinlere karşı çok daha hassas olur. Kurucu düzenin ise kendinden beklenen işlevleri yerine getirebilmesi, ancak Türkiye’den istediğini alabildiğine kanaat getirebilmesine bağlıdır. Gözetici ve dengeleyici bir aktör olarak sahne alması için, gözüne kestirdiği tavizleri koparabileceğine inanması gerekir.

Erdoğan’ın son ABD ziyareti, bu modalitenin bir doğrulaması gibiydi. Erdoğan seyahatten önce gerek doğrudan ve gerek dolaylı olarak, masaya neleri koyacağını kamuoyuna duyurdu. Suriye, S-400 ve FETÖ Dosyası başta olmak üzere Erdoğan’ın geniş bir talep listesi vardı.

Erdoğan, ABD’den Suriye’de ABD’den SDG ile ilişkilerini sonlandırmasını, Mazlum Abdi’nin Washington’da ağırlanmamasını, güvenli bölgenin genişletilmesini istiyordu. S-400’den ötürü bir müeyyide ile karşılaşmamayı, S-400’lerden vazgeçmeden Patriot’ları almayı ve F-35 programına geri dönmeyi talep ediyordu. Keza Halkbank üzerindeki kara bulutların kaldırılması ve Gülen’in iadesi de ABD’ye iletilecek konular arasında yer alıyordu.

MASADA KALAN TALEPLER

Ancak toplantı ertesinde ortaya çıkan tablo, Erdoğan’ın taleplerinin önemli bir kısmının masada kaldığını gösterdi. Evvela Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin istemlerin hiçbiri karşılık bulmadı. ABD’nin bütün karar vericileri SDG ile çalışmaya devam edeceklerinin altını çizdiler. Trump, bir kez daha Mazlum Abdi ile çalışmaktan duyduğunu memnuniyeti kameralar önünde ifade etti. Hatta “Onunla da çalışıyoruz, Erdoğan’la da çalışıyoruz” diyerek iki tarafı söylem düzeyinde yine eşitledi. Güvenli bölge konusunda da ABD mevcut pozisyonunu korudu, Türkiye’nin arzusu dâhilinde bir değişikliğe yeşil ışık yakmadı. Halkbank ve FETÖ dosyalarında ise yaprak kımıldamadı.

Yani Suriye, FETÖ ve Halkbank mevzularında Türkiye için ziyaretin öncesi ve sonrası arasında Türkiye için fark yaratacak bir durum oluşmadı. ABD bu konularda durduğu yerden milim ilerlemedi, konumunu muhafaza etti.

Bu itibarla asıl hararetli pazarlığın S-400’ler konusunda yapıldığını söylemek mümkün. Erdoğan daha Washington’a varmadan ABD kanadından S-400 hususunda kararlılık belirten açıklamalar yansımıştı. Toplantılardan sonra dışarıya yansıyan S-400 problemini konuşmak üzere yeni bir kanalın açıldığıydı. ABD’den Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenli Danışmanı ile Türkiye’den Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, bu sorunu enine boyuna müzakere edecekler ve çözmek için teknik imkânları araştıracaklar.

YANLIŞ POLİTİKANIN BEDELİ

Bunun anlamı, sorunun ötelenmesidir. Trump ile muhabbet Erdoğan’a belli bir avantaj sağlasa da Erdoğan istediklerini alıp dönemedi ama Beyaz Saray köprüleri de atmadı. Erdoğan’a bir vade verildi; böylelikle Türkiye acil ihtiyaç duyduğu bir zamanı kazandı ve Nisan 2020’ye kadar nefes alabileceği bir kapı araladı.

Lakin S-400’ler ile başa açılan dert orta yerde duruyor. Çünkü görüşmelerden sonra ABD tavrını net bir şekilde gösterdi; hem senatörden hem de yönetiminden, ancak S-400’lerden vazgeçmesiyle Türkiye ile işlerin düzelebileceğine dair mesajlar verildi. Hülasa ABD, S-400’lerin işlevsiz kılınmasını ve Rusya ile bir daha böylesine kritik bir angajmana girilmemesini hayati derecede önem taşıyan bir konu addediyor. Ve Türkiye ile diğer alanlarda ilişkilerin gelişebilmesini de, bu konudaki taleplerinin kabul edilmesine bağlıyor.

Ne var ki bunlar artık sadece Türkiye’nin karar verebileceği meseleler değil; masanın diğer tarafında Rusya var. Dolayısıyla Rusya ile de sıkı bir pazarlık Türkiye’yi bekliyor. Moskova ile gelinen nokta düşünüldüğünde Türkiye’nin S-400’leri iade etmesi ve anlaşmayı iptal etmesi olası gözükmüyor. En yakın ihtimal, S-400’lerin alınması ama aktive edilmemesi; Elbette Rusya’ya büyük bir meblağ ödenecek; bu da yanlış bir politikanın bedeli olacak




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —