?Eğitim´ ve Öğretim Hakkı Devletin mi?

Yazarımız Av. Cüneyt Toraman, bu yazısında, içerisinde bulunduğumuz modern ya da ?postmodern´ dönemde, birçok konuda olduğu gibi, eğitim ve öğretim konusunda da, ?kullanılacak olan´ hakkın kime ait olduğunu sorguluyor. Bu hak, başta ailenin, ?sıradan vata

?Eğitim´ ve Öğretim Hakkı Devletin mi?

Bu ayın dosya konusuyla ilgili, önemli bulduğum bir yaraya parmak basmak istiyorum. Bu derginin okurları, Müslümanların ?devletçi bakış açısını? eleştirdiğimi hatırlayacaklardır. Müslümanların büyük bir çoğunluğu, hayatın her alanına müdahale eden devletin müdahaleci kimliğini sorgulamak yerine, bu aygıtı ele geçirip, nimetlerinden yararlanmayı düşünüyor. Tebliğ görevini devletin radyo ve televizyonunun yapmasını, , cihadı ordunun yapmasını, infak ve tasadduku Kızılay gibi yardım kuruluşlarının yapmasını istiyor. Bu talep, eğitim için de geçerli. Eğitim ve öğretim görevini devletin ve devletin görevlendireceği öğretmenlerin yapmasını istiyor. Devlet, çocukları ana okulundan itibaren ailelerinden teslim alacak, neyi öğreteceğine nasıl öğreteceğine devlet karar verecek, oyun hamuru gibi biçimlendirdikten sonra ailesine teslim edecek! Çocuğuna, ilk ve orta öğretimi tamamlanıncaya kadar hiçbir müdahale hakkı ve yetkisi olmayacak. Üniversite aşamasında ise, istediği üniversiteyi/fakülteyi seçme hakkı olacak. Çocuğun (değerler dünyasını inşa edecek olan) ?eğitimini? de (temel bilgileri içeren) ?öğretimini? de devlet yürütmüş olacak. Tevhidi tedrisat kanununun (tek tip eğitimin) kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihinden itibaren uygulama böyle! Çocuklarımızı, (yüzlerce yıldır devam eden kadim geleneğin sonucu olarak) ?eti senin kemiği benim? diyerek öğretmenlere/devlete teslim ediyoruz; devlet de ?uygun gördüğü? şekilde biçimlendirerek piyasaya sürüyor. Çocuk ailesine de topluma da yabancılaşıyor.  Bu durum, eğitim ve öğretim görevinin devlete ait olduğu temelsiz, hatalı üretimin sonuçlarıdır. Sonuçları tartışmak yerine, sorunun kaynağına inmek gerekir.

Eğitimi Aile/Toplum, Öğretimi Devlet Yapsın

Eğitim ile öğretim denildiğinde, birbirinin eş anlamı veya bir bütünün mütemmim cüzleri anlaşılıyor. Gerçekte ise eğitim ile öğretim arasında önemli bir fark bulunuyor. Eğitim, bireylerin ?davranış kodlarını? oluşturan değerlerin (inançların, erdemin, ahlakın) gelecek nesillere aktarılma sürecini ifade ederken; öğretim, edebiyat, tarih, fizik, kimya, matematik, vs. gibi bilim dallarının, temel bilgilerinin, çarpıtılmadan çocuklarımıza aktarılması anlamına geliyor. Bu ayırıma göre, çocuğun eğitimi, (değer aktarma, biçimlendirme) hakkı ve yetkisi aileye aittir. Bu hakkı yerine getirme görevi (ödevi) de, önce aileye, sonra mahalleye ve son olarak topluma aittir. Aile ve topluma ait olan bu görevi başkası alamaz. Bireylerin bazı hakları kullanması büyük bir çaba (emek, masraf, bütçe) gerektirdiğinden, bu hakları yerine getirme görevi, bazen devlete, bazen aileye ve topluma verilmiştir.

Öğretim görevini de devlet üstlenmelidir. Ancak devletin görevi öğretimle sınırlı olmalıdır. Böyle olursa devlet, çocuklarımızı istediği şekilde biçimlendiremeyecektir. Ancak aile ve toplum, kendilerine ait olan bu görevi yerine getirmez/getiremez ve bu görevi devlet üstlenirse, ortaya çıkacak olumsuz sonuçlardan (çocukların uyuşturucuya yönelmesinden, değerlerinden kopmasından, bozulmasından, sekülerleşmesinden) şikayet etmeye hakkı olmaz. Yürürlükteki mevzuat, ailenin ve toplumun bu görevi ifa etmesine engeldir. Ailenin ve toplumun, bu görevini gerektiği şekilde yerine getirebilmesi için, tek tip eğitimi zorunlu kılan yasanın kaldırılması gerekir.

Eğitimin topluma devredilmesinin, (farklı din anlayışları nedeniyle) tehlikeli sonuçları olabileceği, kaosa sebebiyet vereceği öne sürülmektedir. Tarihi tecrübeler bu varsayımı desteklemiyor. Toplumda farklı din anlayışları tehdit değil rahmettir. Yanlışlar olmazsa doğrunun değeri anlaşılmaz. Peygamberimizin (sav) ?ümmetin dalalette ittifak etmeyeceği? hadisi gereğince, bu ümmet doğru istikameti bulur, ara yollara sapmaz. Bugün gençliğin yaşadığı sorunların temelinde, ailelerin ve toplumun eğitim görevini devlete devretmesi yatmaktadır. Devlet bu işi düzgün yapsa bile, bu görev devlete devredilmemelidir. Zira siyasi partiler, eğitim politikalarını siyasi tercihlerine göre belirlemektedir. 1933 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Reşit Galip´in uygulamaya koyduğu öğrenci andının, 2013 yılına kadar devam etmesi, ilginç bir örnektir. Danıştay hatalı bir kararla, bu uygulamayı geriye getirmeye çalışıyor. Bir afetin izlerini birkaç yılda giderebiliriz ama hatalı bir eğitimin izlerini ortadan kaldırmak için onlarca yıl gerekiyor. Devlet kişilikleri biçimlendirme işinden (eğitimden) elini çektiğinde, din eğitimi ailenin tercihlerine göre yapılacağından, ?din dersleri zorunlu mu olsun seçimlik mi olsun?? tartışmaları sona erecektir. Hiç kimse, din dersleri kitaplarında yazılanları tartışmayacaktır.

Eğitim, Sadece Gençlik Yıllarını Değil, Hayatın Tamamını Kapsar!

Eğitimi, hayatın belli bir dilimine (gençlik yıllarına) ilişkin bir faaliyet olarak görmek de bizi yanlış sonuçlara götürür. Bir insanın gençlik yıllarında alacağı eğitim önemli olmakla birlikte, sonraki dönemler de önemlidir. İnançlı ve iyi bir ailede büyüyen birçok genç, ailesinden ayrılıp üniversiteye gittiğinde, hatta, üniversiteden mezun olduktan sonra, çalışma ortamlarında değerlerinden (inançlarından) vazgeçiyor. Bu olgu, eğitimi, ilk ve orta öğretimle sınırlamanın doğru olmadığını gösteriyor. Eğitim, ilköğretimde, orta öğretimde, üniversitede, yaşam boyu devam eden önemli bir görevdir. Eğitimin, toplumun bütün katmanlarını kapsaması, topluma ilköğretimde, orta öğretimde, üniversite öğretiminde, (lisans üstü) akademik eğitimde, meslek bazında, önemli görevler ve sorumluluklar yüklemektedir. Bu görevlerin sivil oluşumlar, hükümet dışı organizasyonlar (NGO) tarafından yürütülmesi gerekir. Günümüzdeki STK´lar, geçmişteki sivil oluşumları temsil etmektedir. Devletin müdahaleci kimliği STK´ların kurulmasına ve yaygınlaşmasına engel olmuştur. Bunda, Müslümanların bazı görevlerini devlete havale etmesinin de payı olabilir. Ancak bugün için böyle bir engelden söz edemeyiz. Yedi kişi bir araya gelerek dernek veya vakıf kurabilir. Devletin aktaramadığı değerleri gençlerimize aktarabilir.

Öğrenci Sayısındaki Artışa Hazırlıksız Yakalandık

Türkiye´de gençliğin durumu, bundan on yıl, yirmi yıl öncesiyle kıyaslanmaktadır. Kıyasın birinci şartı, kıyaslanan iki şeyin birbirine denk olmasıdır. 1980´li yılların gençliğiyle bugünün gençlik kıyaslanamaz. O yıllarda sadece ?devlet üniversiteleri? vardı ve bu üniversitelere, belli bir puanı tutturan Anadolu çocukları giriyordu. Zengin çocukları çok istese bile bu puanları tutturamadığı takdirde yüksek öğrenim göremiyordu. Kamu kurumlarının üst makamlarına maddi imkânları sınırlı (çoğu köy çocuğu) Anadolu çocukları atanıyordu. Bu üniversitelerin toplam kontenjanı, 35 bin civarındaydı. 1986 yılından itibaren Vakıf Üniversiteleri devreye girdi. Yeterli puanı tutturamayan zengin çocukları bu üniversitelerde okumaya başladı. 1980´lerde 35.000 civarında olan kontenjan, (vakıf üniversitelerindeki patlamayla birlikte) 350.000´e fırlamıştır. Türkiye´nin nüfusu, 1980´den (45 milyon) 2018 yılına (82 milyon) kadar yüzde 55 arttığı halde, üniversitelerin kontenjanı ve öğrenci sayısı on kat artmıştır. Kamu kurumlarında Anadolu çocuklarının yerini, çok düşük puanlarla üniversite okuyan, halkın talep ve değerleriyle bağları zayıf olan maddi durumu iyi ailelerin çocukları almaya başlamıştır. Toplum ve toplumdaki mevcut STK´lar, vakıf üniversitelerinin artısını eksisini dahi tartışmamıştır. Çok sayıda üniversite (vakıf veya devlet) kurulmasıyla, STK´lar, öğrenci sayısındaki artışa hazırlıksız yakalanmıştır. Bu kadar çok sayıda öğrenciyle irtibat kurma, ihtiyaçlarını (konaklama/yurt, burs, vs.) gidermede yetersiz kalmıştır. Gittikleri şehirlerde, yol gösterici, eğitici, rehberden yoksun olan öğrenciler, ara sokaklarda kaybolmuşlardır. Bu süreç içinde, İslami STK´ların sahip çıkamadığı çocuklara FETÖ´ nün el attığına, bu yapıya biat edenleri envanterine kaydettiğine ve (örgütün çıkarlarına hizmet etmek üzere) kamuya yerleştirdiğine tanık olduk. İslami STK´lar 15 Temmuz´dan sonra durumun vahametinin farkına vardı. Öğrencilerle ilgilenmeye, yurtlar açmaya, burslar vermeye başladı. Öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanması elbette önemlidir ama, öğrencilerin ihtiyaçlarını konaklamayla, beslenmeyle sınırlamak yanlıştır. Her insan gibi öğrencilerin de maddi ihtiyaçları yanında manevi ihtiyaçları vardır. Bu öğrencilerin manevi ihtiyaçlarını İslami STK´lar karşılamalıdır. Bu yerine getirilmediği takdirde, yurtlardaki mazbut öğrenciler, mezun olduktan sonra yolunu kaybedecektir.

İletişim Araçlarımız Yetersiz!

İranlı sosyolog Ali Şeriati, ?İslam Sosyolojisi Üzerine? isimli kitabında, bir insanın kişiliğinin oluşmasında beş önemli etkenin olduğunu dile getirir. Kişiliğin oluşmasında birinci etken, manevi kişiliğini kuran annedir. Cizvitler, ?çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize bırakın, ondan sonra ne yaparsanız yapın hayatının sonuna kadar Cizvit kalacaktır? derler. Anne, daha emzirirken bile şefkat ve sevgiyle, kendine özgü anlamlı davranışlarla çocuğun manevî dünyasını kurmaya başlar. Kişiliğin oluşmasında ikinci etken, babadır. Çocuğun manevi dünyasının oluşumunda anneden sonra en fazla etkili olan kişi babadır. Kişiliğin oluşmasında üçüncü etken, okuldur. Okulun insan kişiliği üzerindeki etkileri tartışılamaz. Kişiliğin oluşmasında dördüncü etken, toplum ve çevredir. Çevre ne kadar güçlüyse, çocuğun eğitimi üzerindeki etkisi de o kadar büyük olur. Örneğin, köyde yaşayan birinin aldığı yapıcı etki, büyük şehirlerde yaşayan kişinin çevreden aldığı etkiden daha az olur. Kişiliğin oluşmasında beşinci etken, dünyadaki egemen kültürdür. Kişiliğin oluşumunda bunların etkisini dikkate almadığımız takdirde, teşhisimiz ve çözüm önerilerimiz de eksik olacaktır.

Kişiliğin oluşmasında son sıraya konulan etkenin (egemen kültürün) bile, gençlerimizi olağanüstü bir şekilde etkilediğini, hatta yönettiğini görüyoruz. Bugün, gençlerimizin kahir ekseriyeti sosyal medya bağımlısıdır. Zamanlarının önemli bir kısmını sosyal medyaya ayırmakta, aldığı üç beş beğeniden mutlu olmaktadır. Sosyal medyayı yasaklamak sorunu çözmüyor, ihtiyacı karşılayacak ve bağımlılıktan kurtaracak alternatif çözümler üretmemiz gerekiyor. Sosyal medyanın, egemen kültürün araçlarından sadece biri olduğunu belirtelim. Sadece Türkiye´de, her yıl binlerce kitap yayınlanıyor, onlarca film yapılıyor. Bu kitaplar ve filmler gençlerimizi etkiliyor. Basılan/satılan/okunan kitaplardan ve filmlerden yüzde kaçı Müslümanların eseri? Bu tabloya, tiyatroyu, müziği, diğer sanat dallarını eklediğimizde, durumun ne kadar vahim olduğunu görebiliriz. Egemen kültür, televizyonlarla evlerimizin içine giriyor, ailemizi derinden etkiliyor.

Kişiliğin oluşmasında birinci etken olarak saydığımız anne, çocuğun eğitiminde ?ilk tuğlayı? doğru yere koyabiliyor mu? Bunun için yeterli donanıma sahip mi? Annelere bu eğitimi veren STK´larımız var mı? Annelerin bu görevini yerine getirmekte yetersiz kaldığını kabul edelim, peki babalar bu görevi yerine getiriyor mu? Akşam işten eve döndükten sonra zamanının tamamını cep telefonu ve TV´nin başında geçiren bir baba çocuğuna ne kadar katkı verebilir? Anne de baba da bu konuda yetersiz diyelim, çocuğun eğitimine çevrenin olumlu katkısı var mı? Böyle bir çevrenin (mahallenin) olmadığını hepimiz biliyoruz. Suç haritasına ve suç oranlarına baktığımızda, çevrenin ne kadar tehlikeli olduğunu görüyoruz. Ailenin (annenin/babanın) ve çevrenin koruyamadığı bir gence okul sahip çıkıyor mu, onu kötülüklerden koruyabiliyor mu? Maalesef bu soruya olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor.

Uyuşturucu tacirleri liselerin çevresinde cirit atıyor! Yerli milli iletişim araçları, TV, radyo, gazete) egemen kültürün araçlarına karşı direnebiliyor mu, onların etkilerini sıfırlayabiliyor mu? Kişiliğin oluşmasında etkili olan beş etkenin de yerlerde süründüğü bir toplumda doğru yolu seçen gençlere şapka çıkarmak gerekir. Gençlerimizin egemen kültürün ürünlerinden etkilenmemeleri için, bunları yasaklamak yerine daha iyisini ikame etmemiz gerekiyor. Onlarınkinden daha kaliteli romanlar, daha kaliteli şiir kitapları, daha kaliteli filmler, tiyatroları, vs. üretemezsek, daha etkili TV, radyo, gazete, dergi, vs. iletişim kanallarımız olmazsa, çocuklarımız onlardan etkilenmeye devam edecek demektir.

Mesajımızda/Davetimizde Eksiklik mi var?

Birkaç ay önce medyada, imam hatip liselerinde dahi ?deizmin? yaygınlaştığı öne sürüldü ve bu iddia uzunca bir süre tartışıldı. Ancak bu iddiayı doğrulayan bir bilimsel araştırma ortaya konulamadı. Deizm, ?Tanrının varlığına inanmakla birlikte dünyaya ve işleyişine müdahale etmeyen bir tanrı tasavvuruna...? dayanıyor. Böyle bir akım yayılıyor olsa idi toplumun farklı katmanlarında yansıması olurdu. Ben böyle uçuk bir akımın yayıldığına inanmıyorum. Bana göre bu toplumda, Tanrıya hiç inanmayan (ateist) bir akım daha gerçekçidir. Genel nüfusa oranı düşük olmakla birlikte, ateizme mensup olanlar, yüksek öğretim kuşağında daha fazladır. Türkiye´de, üniversiteler yeterli bir seviyede olmasa da, farklı düşüncelerin daha özgür bir şekilde dile getirildiği ve tartışıldığı ortamlardır. Üniversitede okuyan gençleri, ancak ?güçlü tezler? etkileyebilir. Esasen bu durum sadece üniversite öğrencileri için değil, işçi, işveren, esnaf, çiftçi, sporcu, sanatçı, vs. toplumun bütün kesimleri için geçerlidir. Hatta sadece günümüz için değil, önceki yüzyıllar için de geçerlidir.

Cahiliye döneminde İslam, toplumun bütün kesimlerinin ilgisini çekmiş, çok kısa süre içinde Arabistan yarımadasına yayılmıştı. Hatta üç kıtada yayılmaya devam etmiş, İslam medeniyeti, risalet döneminde dünyada egemen olan iki büyük medeniyetin (Bizans, Sasani) yerini almıştı. O dönemde gençleri çarpan, kalbini fetheden İslam, günümüzün gençlerini niçin çarpmıyor, kalplerini fethetmiyor? Gençlerimiz niçin başka arayışların içine giriyor? Eğer gençlerimiz İslam´ı bırakıp yabancı ideolojilere yöneliyorsa, bunun sebeplerini İslam´da değil, kendimizde aramamız gerekiyor. İnsan hakları, adil yargılama, aile, kadın, çocuk, eğitim, çalışma, işçi/işveren, ekonomi, vs.  karnemiz nasıl? Bu başlıklar gündeme geldiğinde, ?beşeri ideolojilerin? mensupları başlarını önüne mi eğiyor? Yoksa, saldırıda olan onlar savunmada olan (bin bir dereden su getirerek onları ikna etmeye çalışan taraf) bizler miyiz? Geçmiş yüzyıllardaki ümmetlerin uygulamalarını din olarak algıladığımız için, bu pratikleri bugünün insanlığına model olarak sunuyoruz. Geçmiş ümmetlerin örnekleri bizi tatmin etmiyor ki, gençlerimizi tatmin etsin! Bizden önceki ümmetler, çeşitli devletler kurdular ve İslam´ın değerlerini esas alarak pratikler ürettiler. Pratiklerini sürekli güncellediler. Bu ümmetin kurduğu son devlet (Osmanlı Devleti) yıkılınca, pratikler sona erdi. Yüzyıllık bir fetret dönemi içerisindeyiz. Günümüz Müslümanları, bizden önceki ümmetlerin pratiklerini günümüze çare olarak sunuyor. Uygulandığı dönem için ?çok değerli? olan pratikler, günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Gençlerimiz de arayışlar içine giriyor, batıl ideolojilerin genç nesillerin zihnine, yaşamına kök salıyor. Buna engel olmak istiyorsak, geçmiş ümmetlerin pratikleriyle bu pratiklerin kaynağı olan (değişmez/evrensel) ?değerleri? birbirinden ayırmamız gerekiyor. Bundan üç yüz yıl önce, batı medeniyeti önünde yenilgiye uğrayan bu medeniyeti yeniden inşa edemezsek, fabrika ayarlarına döndüremezsek, bu kopuş devam edecek demektir.

Elde Ettiklerimiz, Ektiklerimizin Karşılığıdır!

Yeryüzünde, canlı (bitkiler, hayvanlar, insanlar) ve cansız (hava, su, yıldızlar) bütün varlıklar, belli bir düzen içinde hareket ederler. Buna toplumsal düzenler de dahildir. Hangi topluluğa devlet (iktidar nimeti) verileceği, ne zaman elinden alınacağı ve kime verileceği bu kanuna tabidir.  Bu durum Kur´an´ı Kerim´de, ?Allah(cc)ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın? ayetleriyle anlatılmaktadır. (Fetih/23, Ahzab/62, Fatır/43) Bir toplum ne yaparsa karşılığını görür. Kur´an´ı Kerim´de, ?Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir?  (Tevbe,39) diyor. (Benzer mahiyette, İbrahim/19-20, Hud/57, Mearic/40-41) Bu hükümler toplumdaki değişime işaret etmektedir. Toplumun değişmesi, toplumu meydana getiren bireylerin çoğunun değişmesi anlamına geliyor. Bu değişim iyi yönde olabileceği gibi, olumsuz yönde de olabilir. Bugün olumsuz bir gidişten söz ediyorsak, toplumun büyük çoğunluğu kendilerine tevdi edilen görevleri yerine getirmemiş demektir. Toplumun maddi ve manevi seviyesini, toplumu meydana getiren bireylerin seviyeleri belirler. Gençliğin bugünkü durumu, çabalarımızın ürünü, ektiklerimizin karşılığıdır. Ürünümüz az ise ekinimiz de çabamız da az demektir. Müslümanlar kendilerine tevdi edilen görevi yerine getirdiğinde, bu emeklerin karşılıksız kalması mümkün değildir. Bu sünnetullahın da gereğidir. Allah, Müslüman da olsa, miskinlere yardım etmez. Eğer bir toplum yanlış bir yola sapıyorsa, bu toplumun içindeki Müslümanlar görevini yenine getirmemiş demektir. Müslümanlar tebliğ görevini yerine getirdiği dönemlerde toplumların nasıl değiştiği tarihi tecrübeyle sabittir. İslam´ın, Arabistan yarımadasının Mekke şehrinden dünyanın yedi kıtasına yayılması, bunun en somut örneğidir.

Başa dönecek olursak; toplum ağacın, gövdesi ise gençlik bu ağacın meyvesidir. Meyvenin cinsini, tadını, lezzetini, ağacın cinsi belirleyecektir. Toplumun bir kesiminin iyi niyetli çabaları bazen yetersiz kalabilir. Bunun takdiri Allah´a aittir. Bizim görevimiz, üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirmektir. Ancak bunu hakkıyla yerine getiriyor muyuz?  Ben yerine getirdiğimiz kanaatinde değilim. ABD´nin desteğinin önemli bir etkisi olmakla birlikte, sapkın görüşlere sahip bir FETÖ, Türkiye´nin her yerinde örgütlenmedi mi, destek bulmadı mı? Böyle bir yapı destek bulduğuna göre, Allah(cc)ın rızasından başka bir gayesi olmayanlar niçin başarılı olamasın?! Hasat, beklentileri karşılamıyorsa, ekim ve bakım görevi hakkıyla yerine getirilememiş demektir. Din ve vicdan özgürlüğüne yönelik baskıların ortadan kalkması, Müslümanları büyük bir rehavete sokmuş görünüyor. Daha da önemlisi, bu durumun hiç değişmeyeceğini, kalıcı olduğunu zannediyor, bu da büyük bir kitleyi tembelliğe itiyor. Batıl ideolojiler, gençlerimizi etkilemeye başladığında, meydana gelen sonuçlardan şikayet etmeye başlıyor. Sonuçlar hepimizin ortak eseridir. Sonuçlardan şikayet etmek yerine, nerede yanlış yaptığımızı anlamaya çalışalım.

Kaynak:ozgunirade.com