Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Düşünce Damlaları(*)

Sait Alioğlu, Temel Hazıroğlu'nun, “İnsan ve Gerçek: Düşünce Damlaları” adlı eserini değerlendirdi.

Düşünce Damlaları(*)

Temel Hazıroğlu’nun, bundan önce “Yeni Arayış ve İleri Demokrasi” adlı bir eseri bulunmaktadır.

Onun, ikinci kitabı olan “İnsan ve Gerçek: Düşünce Damlaları” adlı eseri, kaleme alınan ilk eserin mütemmim cüzü, yani “tamamlayıcı parçası” olduğu söylenebilir.

“Üzerindeki düşünsel mayınlardan temizlenmiş coğrafyamızda, toprağın sürülmesi ve yeşermesi için etrafa küçük küçük tohumlar ekmektedir. Bir bakıma bu çağda Müslüman bir zihnin yeniden inşası ve oluşumu için bir çerçevedir yapılan. Yazar günümüz zaman ve zemininin yeniden diriliş ve yüceliş için hazır ve uygun durumda olduğu görüşündedir.”

Aydınlanma düşüncesi ve onun izdüşümü olan modernleşme ameliyesi ile öteden beri genelde Doğu’yu, özelliklede Müslüman toprakları, zikredilen dinî saiklerden dolayı değil de, oraların maddi kaynaklarını ele geçirme, tahakküm kurma düşüncesinin eyleme dönüşmesi sonucunda; onlara karşı direnişle birlikte, zihni atalet sonucunda tam bir teslimiyette söz konusu olmuştu. 

Direniş, hem mücadele ve hem de bilgiyi kuşanma ile mümkün olmuşken, teslimiyet ise düşüncenin iptali sonunda gerçekleşmişti.

Direniş yer yer devam etmekte, ama bir düşüncesizlik üzerine bina edilen teslimiyet ise, aynı zamanda, sömürüyü kolaylaştıran Oryantalist çabalarla  ve o çabaları bir sonuca ulaştırmak için ortaya konan “bilimsel” disiplinler ve ha bire etkin hale getirilip normalleştirilen algı operasyonlarıyla sürüp gitmektedir.

Ataletin yanında, her dönemde Batı’nın ortaya koyduğu –temel esprisi açısından olumsuz- uğraşılara yönelik “karşı çıkışlar ve mücadelelerinde kendi minvalinde devam etmektedir. Bu çabalar, silahlı ve örgütlü direniş şeklinde olduğu gibi ilmî/bilimsel ve düşünsel bazda varlığını sürdürmektedir.

Bu çabalar, “karşı çıkış anlamında” form bazında üç ana gruba ayırabiliriz; a)Salt Gelenekçi çizgi, b)Geleneği baz alan ve onun esprisini de üzerinde taşıyan “yenilikçi/İslamcı çizgi, c)bir de “yer yer ikinci form’a atıf yapan, ama değişmesi pek de uygun olmayan bazı doneleri görmezden gelip onları elimine eden “modernist çizgi.”

Bu üç formun, kendi bütünlükleri içerisinde mücadeleleri ve tabiri yerinde ise “savaşımları” dünden bugüne devam etmektedir.

Bu üç formun, ana grubun, mücadelesi, her grubun mücadeleden ne anladıkları ve onu nasıl sürdürecekleri ile alakalı olup, verilen mücadelenin Müslümana ne kazandırıp ne kazandırmadığı birazda “dost ve düşmanın” bakış açısına göre şekil alacaktır.

Yanlış ata binen ‘yanlış menzile’, doğru ata binen ise ‘doğru menzile’ ulaşır” fehvası gereğince, “sahih” bir geleceğin yeniden kurulabilmesi için “hakikatle birlikte yürüyen” ve reeli de gözeten bakış açısı ve onu besleyecek olan düşüncenin önemi kendini bizlere kabul ettirecektir. 

Ondan dolayı, yazarda “İnsan ve Gerçek” adlı eserini isimlendirirken düşünce damlaları” ibaresini bilerek seçmiştir diyebiliriz.

Yazar, kendi kitabını okuyuculara takdim ederken; okuduğumuz bu kitabın “…ülkesi ve milleti üzerine düşünen sahip olduğu inanç ve değerleri kendisine zindan kılmak yerine rahmet ve bereket telakki eden. erdemli bir vicdanın ürünü” olduğunu belirtiyor.(Sunuş yazısından)

Yukarıda da belirmeye çalıştığımız üzere, bir bütünlük içerisinde kendi amacına hizmet eden Batı’nın –elbette doğruları da söz konusudur-bilimsel disiplin oluşturma çabalarına benzer çabalarında Müslümanlar tarafından ortaya konması gerekir.

Gerçi, yine yukarıda belirttiğimiz “Müslümana uygun formlar”a dahil işin erbabı tarafından hem Batı’ya karşı ve hem d kendi içerisine yönelik ilmi/bilimsel ve düşünsel çabalarda ortaya konmakta olup, bunların bir kısmı “ağyarına mani, efradını cami” kabilindendir.

Ama, genel itibarıyla “salt” gelenekçi cenahın çabası, teknik anlamda ele almaya bir yere otururken, sahih geleneği ıskalamaya ayarlı olup, o geleneğe uygun zihinsel ve düşünsel çabaları es geçebilmektedir.

Modernist yaklaşımda ise düşünce üretme önemli bir yer tutmakla birlikte, atılması gereken birçok done ile birlikte, atılmaması, hatta korunması gereken birçok done de gözden çıkarılabilmektedir.

En sahih yaklaşım ise ifrat ve tefrit” dışında konumlanarak o pörsümez geleneği, yeni düşünceler eşliğinde gündemleştirmek ve geleceğe taşımak olmalıdır.

İş böyle olunca, yazarın; “Dünyanın ve Türkiye’nin yeni bir bin yıla adım attığı kritik bir dönemde yeni sözlerin, yeni projelerin ve yeni arayışların daha fazla gündem oluşturması ve tartışma sürecine katkı sağlaması gerekiyor.” (Sunuş yazısından) ifadeleri anlam kazanır.

Temel Hazıroğlu’nun “İnsan ve Gerçek: Düşünce Damlaları” adlı eseri. bir “Sunuş” ve bir “önsöz”le birlikte, her biri farklı ana başlıklar altında beş bölümden oluşmaktadır. Yazar, ortaya konan çabalarla birlikte, kişinin kendi iç dünyasına da ışık tutmaktadır.

Adı geçen eser, farklı ana başlıklarla birkaç bölüme ayrılmakla birlikte, “maddi ve manevi çerçevede” birbirlerini tamamlayan ve “insana unuttuğunu hatırlatıldığı” düşünülen notlardan oluşmaktadır. Zaten, sağlıklı bir düşünce ve o düşünceni üzerine bina edilecek olan yapı, ne salt manen ve ne de salt madden tek başlarına hareket ederek oluşturulamazdı. Bu gerçeği dikkate aldığınızda insan kendi anlamını (gerçeğini) ve çerçevesini bulmuş olur.

İnsan (eğer kendini biliyorsa), gerçeği arayıp bulma sevdasında ve çabasında ısrar eden varlık olup, gerçeğe tam vasıl olmasa da, o yolda yürüyen varlıktır; “İnsanın gerçeği kavramada en önemli silahları duyu organları, bilim ve akıldır. Ancak duyu organlarının sınırlı bir kapasiteye sahip olması ve her bilim dalının kendine sınırlı bir saha ayırması onu mutlak gerçeğe varmaktan alıkoyar. Zira sınırlı sahada yapılan incelemeler sınırlı sonuçlar doğurur. Sınırlı sonuçlarla sonsuz ve mutlak gerçeği yakalama imkânı yoktur.”(S, 25)

Demek ki, kendini bilmek, bilmek zorunda olan insanın, her şeyin bir sınırı olduğunu da bilmesi gerekir.

Yazar, görebildiğimiz kadarıyla geçmişte olduğu üzere günümüzde de solun(Türk ve Kürt) hemen hemen her formu (Leninizm, Maoizm vs.) ve hem çeşitli franksiyonları bazında; Marksizm’e vurgu yapmayı adet haline getirdiği halde Kemalizm’den bir türlü kurtulamadığı, kendi ontolojisini ona dayadığı ve onun üzerinden yürümeye devam ettiği için olsa gerek, solun burjuvazi ile kopmaz bir bağı olduğu inkâr edilemez!

 

Kitaptan “seçtiğimiz” bölümler…

Burjuva ve Sol…

Osmanlının son döneminde, o da, sanayinin gelişmesiyle birlikte, birkaç kalemde(tekstil, taşımacılı vb.) kendini gösteren kapitalist ilişki biçimine bağlı olarak her ne kadar “işçi sınıfı” diye bir sınıftan bahsedilecek olsa da, sosyalizm fikrinin taşıyıcılarının kahir ekseriyetinin Balkan kökenli -çoğu da gayr-i müslim- burjuva ailelere, çevrelere mensup olmaları, ister istemez, solunda ana karakterini baştan belirlemiş bulunmaktadır.

Yazarda, konuya dair, solun burjuva ile olan ilişkisine temas buyurmaktadır. Hatta, kapitalizmin en ileri aşamasından sosyalizme geçileceğini bizzat Marks’ın söylediği belirterek; “Gerçekte sosyalizm kapitalizmin tamamlanmasıdır. Çünkü, Sosyalizm burjuva dünya görüşünden farklı bir dünya görüşü ortaya koymuyor. Her ikisi için de dünya zevk ve eğlence dünyasıdır. Biri üç bşe kişi, diğeri herkes zevk vataklığına girsin boğulsun diyor. Temel felsefe aynı. Zevk içinde yaşamak.

Kapitalizmin bağrından çıkan  e ona bu denli göbeğinden bağımlı olan bir hareket asla devrimci olmaz…. Sosyalizm, kapitalizmin radikal bir yorumu”dur.(S, 30)

Şimdi biz sosyalizmi, solu salt işçi sınıfı ve ezilen kitleler üzerinden okuyacak olsak, böyle bir yorumun yetmişli yılların havasında, o da muhafazakâr bir bakış açısıyla kotarıldığını düşünebiliriz. Ama Sovyetlerin yıkılışı ile birlikte pek bir hükmü kalmayan reel sosyalizminde buharlaması sonucunda adeta “boşta kalmayalım, seküler anlayışa hizmet edelim ve ondan dolayı ayakta kalalım” düşüncesini onaylarcasına, dünya’da ve Türkiye’deki solun kahir ekseriyetinin, işçi hakları yerine “demokrasi ve liberalizm gibi batılı ideolojilerle uyum sağlamaya çalışması; salt insan hakları, çevrecilik ve lgtb gibi “bize uymayan” alanlara yoğunlaşması, aynı zamanda onun burjuva ile var olan akrabalığını da göstermektedir.

Bu “Burjuva ve Sol” konusu, kitabın “İnsan ve Gerçek” başlıklı bölümünden seçilerek tarafımızdan ele alınıp değerlendirilmiştir.

 

Âlim, Aydın, Entelektüel…

Biz, burada, geçmişe dönerek alimi alim (ilim sahibi ve ilim aktarıcısı) olarak, aydını alim vasfını da taşıyan, ondan daha fazla bilgiye sahip bulunan kişi ve entelektüeli de aynı sıfatlarla birlikte, dinde derinleşenler (rasihun) sınıfına dahil ettiğimizde “ilim talep etmek, onun sahibi olmak ve onu daha da ilerleterek komple bir kişilikle tanış oluruz.

Yazarda; “Alim ilmiyle amel eden demektir.” dedikten sonra, “Alim, bilgiyi yaşamak ve uygulamak için araştırır. Burada bilginin derinlemesine öğrenilerek işlenmesi ve o bilginin yaşanılarak sindirilmesi ve başkalarına aktarılması söz konusudur.” (105) diyerek, âlimin bilgi sahibi olmamın yanında, onu başkalarına aktarma görevinin olduğunu belirtmiş oluyor.

Yazar, aydın konusunda; “Aydın, bilgiyi onunla aydınlanmak ve ondan etkilenmek için ister, araştırır. Burada bilginin derinlemesine öğrenilerek işlenmesi ve o bilginin kişiyi aydınlatması ve harekete geçirmesi söz konusudur.” (105) diyerek, aydın olmanın, o vasfa uygunluk içerisinde bir anlamı olduğuna işaret etmektedir.

Burada, aydın, alim ile entelektüel arasında bir ara form olmaktan ziyade, bilgiyi elde etme, onu işleme ve en yüksek bir seviyeye taşıma görevi açısından dolayı önem kazanmış olmaktadır.

Entelektüele gelince, o, “bilgiyi kendisi ve sosyal statüsü için ister. Burada bilginin derinlemesine öğrenilerek işlenmesi ve o bilginin nispeten mesleki hal ve tatmin için kullanılması söz konusudur. Doğal olarak kariyere yoğunlaşma olur ve bilgi biraz da satış ve pazarlama için üretmiş olur.” (105)

Yazar bu üç tip içerisinde, “bize uygunluk açısı”ndan alimi önememekle birlikte, din ve dünya işlerinin birbirlerini tamamlama açısından “alim – aydın” birlikteliğinin önemine vurgu yapmaktadır.

Bizim açımızdan da, bu iki tip, ilme sahip olmak (alim sıfatına haiz olmak), onu ilerletmek ve topluma aktarma konusunda entelektüelden daha öncelikli olup bir öneme sahiptir.

Yazar, eserinin üçüncü bölümünde düşünce ufkumuzu genişletmeye katkı sunmaya devam ediyor.

Öyle ki, bu bölümde, fıtratla ilgili görüşleri serdettikten sonra; “Evet” dedikten sonra, fıtratın sesi olan insanlığın kazanımların bizim olup, yeni ve özgün arayışlarında görevimiz olduğunu belirtmektedir.

Yazar, bu bölümde, bir önceki bölümde işelnen alim ve aydın birlikteliğinden hareketle olsa gerek fıtrata vurgu yaptıktan sonra, solun burjuva ile var olan ontolojik yakınlığını adeta “ti”ye alarak Müslümanın, barbarlaşan Barı ve ona uyarak, onun ayak izlerini takip ederek hainleşen –hem de bu topraklarda yaşadığı halde İslam düşmanlığı yapan- (132) Batıcıların aksine Müslümanların olaı devrimci durumuna işaret etmektedir. O, bu devrimciliği şiddet içeren değil, aksine barışçıl kalıbında değerlendirmektedir. (139)

Yazar, eserin dördüncü bölümünde, esas iştigal alanı olan eko omi bilimi üzerinden, onu da ahlakla ilişkilendirerek işlemektedir.

Burada insanın “kaynak mı,yoksa değer mi” olduğu sorusu soruluyor¸ahlak ve İslam iktisadı üzerine duruluyor katılım ekonomisini iktisatta yeni bir boyut olarak değerlendiriyor, yeni iktisat için yeni bir zihne vurgu yapıyor.

Yazar, İslam iktisadın kökeni konusunda; Allah bütün canlıların olduğu gibi bütün insanlarında rızkını tekellüf etmiştir; yani üstüne almıştır.” Dedikten sonra, “İslam iktisadının özü ekonomik ilişkilerden toplumsal ilişkiler eğil toplumsal ilişkilerden ekonomik ilişkiler oluşur ve hepsinin temelinde ahlak ve hukuk vardır, temel prensibidir.” (197) diyerek yatsınamaz bir gerçeği dile getirnektedri.

Ama bu gerçeğin, günümüz dünyasında, bırakın dinle bir ilgisi olmayan, hatta kalkmamışlrın, muhafazakâr/dindar insanların büyük bölümü için dahi bir esprisi kalmamış bulunmaktadır.

Beşinci yani son bölümde ise, yazar, hayata sevdiği birçok şeyi belirtmektedir.

Burada “Allah, kitap ve peygamber” gibi önemli “manevi” olgular ile para, pul ve makam gibi “maddi” olgular “ sayılabilir.

Yazımızı, yazarın kaleminden çıkan ve çoğumuz için bir gerçek duruma işaret eden şu veciz ve anlamlı cümle ile nihayetlendirelim: “Gençliğimde devrimciliği sevdim, yaşlanınca dünyayı sevdim.” (204)

 

*)Temel Hazıroğlu

İnsan ve Gerçek: Düşünce Damlaları, Hayat Yayınları, 233 sayfa



Anahtar Kelimeler: Düşünce Damlaları(*)

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER