Tarih: 07.07.2020 03:22

Doğu Türkistan Asya-Pasifik’te Yara Olmaya Devam Ediyor

Facebook Twitter Linked-in

Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Özay'ın "konuya dair" analizi...                                                       

5 Temmuz 2009 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşanan ve tarihe Urumçi Katliamı olarak geçen hadisenin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti.

2009 yılı Haziran ayı sonlarında Uygur kökenli bazı kişilerin Çinliler tarafından öldürülmesini protesto ve hak arama amacıyla başlayan gösteriler 5 Temmuz’da Çin güvenlik güçlerinin saldırıları sonucu yüzlerce Uygurun hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.

Bu süre zarfında, katliamla ilgili eleştiriler karşısında Çin hükümeti geri adım atmakta ve/ya bölgedeki Müslüman Türk unsurlarına karşı haklarını iade etme yönünde bir çaba içine girmiş değil.

Aksine o günden bu yana, Çin yönetiminin Doğu Türkistan politikasını siyasal baskı ve etnik temizlik odağına taşıma konusunda süreklilik arz eden bir yaklaşım sergilediğine tanık olunmaktadır. Çin bu yöndeki politikalarına meşruiyet kazandırmak amacıyla üç belâ diye tanımladığı ‘terörizm, ayrılıkçılık, dini fundamentalizm’ olgularının tümü ile Doğu Türkistan halkını yargılamaktadır.

Bununla birlikte, Çin yönetiminin açıklık, şeffaflık, insan hakları, otonom bölge yasası vb. gibi ulusal ve uluslararası standartlara karşılık gelecek bir yapılanmasının olmaması, bugüne kadar Uygur bölgesindeki politikaları şüpheli ve sorunlu hale getirmektedir.

Topyekün insanlık sorunu

Doğu Türkistan, bir başka adlandırmayla Sincan Uygur Özerk Bölgesi sorunu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir sorunu olmanın ötesinde bölgesel ve uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu sorun, günümüz koşullarında temeli itibarıyla insan hakları bağlamında ele alınsa da, bu durum sorunun çözümü konusunda yeter bir sebep olup olmadığı tartışmalıdır.

Çin merkezi yönetiminin 2017 yılından bu yana Doğu Türkistan halkına yönelik uygulamakta olduğu toplama kampları bir sorun olarak uluslararası arenaya taşınmakla birlikte, bugüne kadar sorunun çözümü konusunda olumlu bir adım atılabilmiş değil.

Bununla birlikte, Çin’de Doğu Türkistanlıların maruz kaldıkları şiddet ve etnik temizlik karşısında ABD Kongresi geçtiğimiz Mayıs ayı sonlarında Çin yönetiminin söz konusu politikalarını dini özgürlükler noktasında değerlendirerek Uygun İnsan Hakları Politikası Yasası adıyla bir yasayı kabul etmesi olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkünse de, Doğu Türkistanlıların maruz kaldıkları bu şartların gelişiminde ABD’nin şu veya bu şekilde rolü olduğunu da unutmamak gerekir.

Özellikle, 9/11, 2001 gelişmeleri sonrasında dünyanın farklı bölgelerinde olduğu gibi, Çin hükümeti de ABD ile aynı safta yer alarak temelleri belirlenmemiş, muğlak bir terörizmle mücadele olgusunu gündeme taşımıştır. Bu sürecin bir ifadesi olarak Çin yönetimi, tıpkı diğer bazı ülkeler gibi kendi ulusal ve siyasal çıkarları çerçevesinde bölgelerindeki Müslüman toplumları terörle mücadele çerçevesinde şiddet içerikli politikalarının nesnesi haline getirmişlerdir.

Son çeyrek asrı aşkın süreye bakıldığında yüzyılın hemen başındaki bu gelişmeyi ikinci baskı dönemi olarak adlandırmak mümkün. Bu durum, 1990’larda Sovyeler Birliği’nin çözülmesiyle başlayan süreçte, Doğu Türkistan’ın tıpkı diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine benzer bir yapı kazanabileceği endişesiyle Pekin yönetiminin siyasi ve askeri kontrolünü artırmasının bir başka aşamasına tekabül ediyor.

Şi Çinping’le yükselen Çin!

Doğu Türkistan halkının maruz kaldığı şiddet ve etnik temizlik uygulamalarını, 2013 yılında devlet başkanlığı koltuğuna oturan ve Mao Zedong’dan sonraki Çin milliyetçisi niteliği ile öne çıkan Şi Çinping’in çeşitli politikaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Şi Çinping’in, yeniden ve güçlü Çin ideali olarak adlandırılabilecek olan siyasi vizyonu, Çin’in yükleşini rasyonel temeller üzerinde oluşturmaktan uzak bir görünüm sergilemektedir.

Bu noktada, Çin’in küresel bir aktör olarak, sonun başlangıcı şeklinde değerlendirilebilecek şekilde, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinden bu yana sergilediği ekonomik modernleşme süreci, buna paralel yürüyen bir demokratikleşmeyi getirebilmiş değildir.

Aksine, Doğu Türkistan bölgesindeki kalkınmanın sebebi, bu coğrafyanın sahip olduğu atıl doğal kaynakların aktif hale getirilmesi ve bu işletmelerin Pekin merkezli Çin şirketlerine devri ile birlikte bölgeye yeni iç göçlerin yaşanmasına neden oluyor.

Bu gelişme, Doğu Türkistanlıların hem ekonomik hem de demografik açıdan gerilemelerine neden olmasıyla dikkat çekiyor. Kaldı ki, Pekin yönetiminin ortaya koyduğu üzere, Doğu Türkistan bölgesine yapıldığı belirtilen alt yapı çalışmalarının dini, kültürel değerleri yok etme hedefini kamüfle etmeye matuf bir yapısı olduğu ortadadır.

Aksine, Çin ekonomik kalkınmışlığının doğurduğu baskı ve güç depreşmesi ile askeri alanda kendine yeni alanlar açma ve Doğu ve Güney Çin Denizleri üzerinden bölgesel güvenlik ve barış süreçlerini tehdit eder hale gelmiştir. Ayrıca, Hong Kong Özerk Bölgesi’nde uygulanmak üzere geçen hafta kabul edilen ulusal güvenlik yasası, Çin’e bağlı özerk bölgeler üzerinde ne türden icraatlar peşinde olduğunun son ifadesi olarak dikkat çekmektedir.

Şi Çinping yönetiminin, Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik politikaları bu kitlenin dini inançlarını psikolojik hastalık olarak değerlendirmesi, farklı ülkelerde Müslümanlarla ilgili ortaya konulan politikaların ulaşabileceği hangi noktalara ulaşabileceğini göstermesi açısından önemli.

Sincan bölgesinde Çin kökenli olmayan ve toplam nüfusun yüzde altmışına tekabül eden, yaklaşık on milyonluk Müslüman nüfusu, azınlık Çinli yöneticilerin eline teslim edilmesi, Çinli nüfusun Sincan’a yerleştirilerek demografik yapının doğal olmayan yollardan yapılaştırılması, köle işçiliğin post-modern uygulamalarına konu olacak zorunlu işçilik vb. süreçler Çin’in bugün ulaştığı dünyanın ikinci büyük ‘devi’ olması ile çelişen özelliklerdir. Özellikle bu durum, 20. yüzyıl ortalarından başlayarak bugüne kadar başka bölgelerden

Düne kadar, sadece Sincan bölgesindeki Müslüman Türk unsurlarına yönelik baskı ve şiddet bugün artık Çin’deki diğer Müslüman unsurlara yönelik olarak da şu veya bu şekilde uygulanma noktasına geldiği görülmektedir.

Yüzyıl ortalarından itibaren dönemin Çin hükümetlerinin, Tibet, Doğu Türkistan ve Keşmir’in Ladakh bölgesinde gibi siyaseten ve askeri anlamda zayıf bölgeleri egemenliği altına almasından bu güne kadar geçen süreye bakıldığında, Çin yönetimi bölge toplumlarına huzur ve refah sağlamaktan uzak bir yönetim anlayışı ile hareket etmektedir.

Asya-Pasifik bölgesindeki diğer benzeri çatışma bölgelerinde olduğu gibi, Doğu Türkistan sorunu 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarındaki sömürgecilik süreçleri, bunların sona ermesi ve yeni güçlerin ortaya çıkması gibi oldukça komplike bağlamların bir sonucu olarak günümüze ulaşmıştır.

Doğu Türkistan’da Çin egemenliğinin tesis edildiği 1940’lı yıllardan 1949 komünist devrimine, 1976 yılından itibaren tedrici olarak dünyaya açılma politikalarından 1997 Hong Kong özerk yönetiminin Çin’e geçmesine, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne kabülünden 2013 yılında Şi Cinping’in devlet başkanlığına kadar farklı süreçler bölgedeki Türk-Müslüman unsurlara yönelik politikalarda olumlu politikaların gelişmesine yol açmamıştır.

Çin yönetimi, sömürge döneminden başlayarak bugünlere kadar ulaşan sorunları ulusal güvenlik söylemi ile aşması mümkün gözükmemektedir. Yeni bir küresel güç olarak ortaya çıkan Çin’in ekonomik varsıllığının, ülke sınırlarında yaşayan toplumların hak ettikleri şekilde barış ve güvenliklerini sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılmamasına ihtiyaç vardır. Çin’in bu iç dengeyi bulma yönünde her türlü başarısızlığı, gerek ulusal greekse uluslararası arenada yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olacaktır.

Bu noktada, bölge halklarına düşen ise, Doğu Türkistanlılar bağlamında değil, temel talepleri ortak olduğu gözlemlenen başta Tibet, Hong Kong ve Tayvan olmak üzere ülke genelinde değişimi isteyen tüm çevrelerle birlikte süreçlerin yeniden değerlendirilmesidir.

Kaynak: dunyabulteni.net




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —