Doğruyu bulmak yanlışı görmekten başlar

Mustafa Çağrıcı yazdı;

Doğruyu bulmak yanlışı görmekten başlar

1258’deki Moğol istilasıyla Abbasi devleti yıkıldıktan 41 yıl sonra Osmanlı beyliği kuruldu. Daha önce oluşmuş ve Fahreddin er-Râzî’nin ellerinde neredeyse son orijinal eserlerini vermiş bulunan İbn Sînâ-Gazâlî-Râzî çizgisindeki entelektüel birikim, tasavvufî ruhtan da beslenerek, genç Osmanlı için yeni bir enerji kaynağı olmuştur. Böylece Osmanlı inanılmaz bir dinamizm kazanmış; hem hâkim olduğu beldelerde Moğol istilasının yıkımlarını hızla onarmış hem de Haçlı saldırılarına son vermiştir.

İbn Sînâ-Gazâlî-Râzî düşünce çizgisi, ilâhiyat konularında çoğunlukla İbn Sînâ karşıtlığı şeklinde olmak üzere, Osmanlı medreselerinde genel hatlarıyla XX. yüzyıla kadar süren koyu muhafazakâr bir geleneğe dönüştü. Bu geleneğin medreselere hâkim olduğu dönemde Batı’da benzeri görülmemiş bir fikrî ve bilimsel değişim ve dönüşüm başlarken, Osmanlı medreseleri felsefede, bilimde ve hayatın pratik alanlarında böyle bir değişim ve dönüşüm üretmekten habersiz olarak, belirtilen geleneğin zihinsel büyüsüyle mest olup onu adeta kutsallaştırdı. İlkini Orhan Gazi’nin İznik’te açtığı tüm Osmanlı medreselerin programlarında aklî ve naklî ilimlere dair dersler yer alıyordu. Bununla birlikte, medresenin zihniyet yapısını, Râzî (ö. 1210), Kāzî Beyzâvî (ö. 1286), Adudüddîn el-Îcî (ö. 1355), Sa‘deddin et-Teftâzânî (ö. 1390), Seyyid Şerîf el-Cürcânî (ö. 1413) gibi hepsi de Eş‘arî mezhebinden olan kelâmcı üstatların ders kitabı olarak okutulan Arapça eserleri belirliyordu.

Razî ve sonrasında geliştirildiği şekliyle kelâmî-felsefî düşüncede akıl ve felsefe, ilâhiyatta ve diğer felsefî-bilimsel alanlarda yeni fikirler üretmenin bir imkânı olarak değil, Eş‘arî kelâmının kurguladığı rekabette akla karşı naklin, felsefeye karşı vahyin üstünlüğü gibi kabulleri doğrulamanın aracı olarak kullanılmıştır. Bu kabullerin, sonuçları bakımından en yıkıcı olanı, nedensellik ilkesi (illiyet), insan fiilleri, insana güç yetiremeyeceği görevlerin yüklenmesi (teklîf-i mâ-lâ yutâk), aklın iyiyi-kötüyü bilme ve ödevler yükleme yetkisi gibi esasında ahlak felsefesinin konuları olan meselelerde Eş‘arîliğin akıl ve özgürlük karşıtı iddialarıydı. Ülkemizde koyu gelenekçiliğin parlatıldığı son zamanlardaki tabiriyle Eş‘arîliğin “felsefî kelâm”ı Osmanlı’da eğitimden siyasete, ekonomiye, hukuka kadar hayatın pratik alanlarında durgunluğu, gerilemeyi ve nihayet çöküşü kaçınılmaz kıldı. “İkinci klasikler”i öğrettiği için göklere çıkarılan medrese dünyası ise, temelini kendisinin hazırladığı bu çöküşü öngöremedi ve çöküş sürecini durdurma çabalarına en küçük bir katkı sağlayamadı.

Bu arada, geçen haftaki yazımda yaptığım hatırlatmayı bir kez daha tekrar edeyim ki, iddia edildiğinin aksine, bu çöküşün sebebi Gazâlî değil, onun tezlerini geliştiremeyen geçmiş ulemamızın dogmatik (geleneği kutsayan) zihin yapısı ve skolastik eğitimidir. Bu nedenle Gazâlî’nin –mesela- şüphecilik ilkesi, özellikle Descartes’tan itibaren Batı dünyasında bilimsel kesinliğe ulaşmanın en güvenilir yolunu gösterirken, Osmanlı’da bilime inançsızlığın aleti yapılmıştır.

***

Doğru hedefe ilerlemenin ilk şartı, gittiğimiz yolun yanlışlığı tecrübelerle sabit olmuşsa o yoldan dönmektir. Nasıl ki, birey olarak nefis muhasebesi yapmamız, yani kendimizi sorgulayıp yanlışlarımızı görmemiz kendimize saygısızlık anlamına gelmezse, aynı şekilde millet ve ümmet olarak geçmişimizi gözden geçirip yanlışlarımızı görmemiz de tarihimize saygısızlık olarak görülemez. Kanaatime göre bazı yönlerden gelişmiş ülkelerle gelişmemiş olanlar arasındaki farklar buradan başlıyor.

Sözün özü, tarihimize saygımızı kaybetmeden geçmişteki yanlışlarımızı görmek ve düzeltmek zorundayız. Doğru istikamete yönelir, şartları ve imkânları doğru kullanırsak, geçmişte yüzyılları alan değişim ve dönüşümü, modern çağın sunduğu zengin bilgilenme ve aydınlanma vasıtalarıyla birkaç on yıla sığdırabiliriz. Bugün bulunduğu durumu yüksek tarih ve medeniyet kimliğiyle bağdaştıramayan milletimizde bu değişim ve dönüşümü başaracak irade ve yeteneğin bulunduğundan kimsenim kuşkusu olmasın. Bunun tek değilse de birinci şartı, şimdiye kadar nerelerde yanlış yaptığımızı görmek ve sahip olduğumuz tüm değerlerimizi görerek onlardan en doğru şekilde yararlanmamızı sağlayacak topyekûn bir bilgi donanımı geliştirmektir. Bu süreci yakaladığımız zaman tarihteki yanlışlarımız bile değişim ve dönüşüm yolunda bizim için imkânlara dönüşecektir.