Tarih: 18.01.2020 15:45

Dışlama ve zulüm mekanları olarak kamplar

Facebook Twitter Linked-in

Günümüzde Çin’in Doğu Türkistan’da milyonlarca Müslüman Uygur’u toplama kamplarına kapatarak zorla çalıştırması, işkence yapması, beyin yıkıma yöntemleri uygulaması kampların tarihsel olmaktan çok güncel oldukları gerçeğini ortaya koyuyor ve Giorgio Agamben’in kamplarla ilgili tezlerini büyük ölçüde doğruluyor. 

Çin hükümeti ısrarla bu kampların gönüllü eğitim ve çalışma yerleri olduğunu ileri sürse de gerçekte buraların teknolojik olarak son derece gelişmiş mekanizmalarla fiziksel ve zihinsel denetim uygulanan zulüm mekânları olduğu belgelerle ortaya çıktı. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun ( ICIJ ) ulaştığı belgelerde ideolojik dönüşüm için eğitim adı altında başvurulan bu politikaların Çin yönetimi tarafından uzun süre üzerinde çalışıldığı ve geliştirildiği anlaşılıyor. ( Karar, 26 Kasım 2019 s.7 ). Dış dünyaya “ eğitim merkezleri” olarak tanıtılan kamplardan ancak inancını değiştirdiğini ya da ideolojik olarak dönüştüğünü ve tövbekâr olduğunu beyan edenler çıkabiliyorlar. Diğerleri açısından ölünceye değin kamplarda kapalı kalma kuvvetli bir ihtimal. Uygur Türklerine uygulanan bu akıl almaz vahşet, kolektif beyin yıkama kamp ve biyopolitika sorununu bir kez daha gündeme getiriyor, bizleri bunlar üzerine düşünmeye zorluyor. 

Batının hukuksal geleneğinin eleştirisini yapan, alternatif bir siyasetin koşullarını araştıran Giorgio Agamben günümüzde kamplar üzerine en çok yazan düşünür olarak da biliniyor. Israrla bizlere kampların modern toplumun düzenine ait ve bu düzenin bir parçası olduğunu hatırlatıyor. 

Kamplar küresel ve güncel mekânlar. Agamben bu küresel ve güncel mekânların iki özelliğine dikkat çekiyor. İtalyan düşünüre göre kamplar “kutsal hayat”ın üretildiği ve biyoiktidar tekniklerinin uygulandığı mekânlardır. 11 Eylül 2001 saldırısının ardından “teröre karşı savaş” adı altında küresel düzeyde yürütülen politikalar kampları yaygınlaştırdı, giderek kamp uygulamasını bir istisna olmaktan çıkardı. Terörle mücadele gerekçesiyle haklar askıya alınırken kamplar da olağanlaştı. Guantanamo istisna halinin tarihinde yeni bir gelişme; daha doğrusu istisnadan olağana geçişte bir kilometre taşı; ama ilk değil.

İstisna halinin normal bir yönetim halini almasının yirminci yüzyıldaki ilk örneğine Nazi rejiminde rastlanıyor. Hitler 1933 Şubat’ında iktidara geldiğinde Weimar anayasasının kişisel özgürlüklerle ilgili bölümlerini askıya alan bir kararname çıkartmış, bu kararname on iki yıl yürürlükte kalmıştı. Bir başka anlatımla kararnamenin anayasal özgürlükleri askıya almak suretiyle getirdiği olağanüstü hal olağanlaşmış, istisna hali olağan hukuk düzenine dönüşmüştü. İstisnanın kural haline getirilmesine çok daha yakın geçmişten bir örnek ABD’nin 11 Eylül 2001’deki saldırılardan hemen sonra çıkardığı bir kararname ile terörist eylemlere karıştığından kuşkulanan ve ABD yurttaşı olmayan şüphelilerin süresiz alıkonulmalarına izin verilmesidir. Guantanamo’yu istisnailiğin olağanlaştığı bir mekân haline getiren de esas olarak bu kararnamedir. 

Hitler yönetimi altındaki Almanya’da Yahudiler, siyasi tutuklular, romanlar, zihinsel engelliler, marjinal sayılan gruplar yurttaş olarak sahip oldukları bütün haklar ellerinden alınarak, hukukun dışına çıkarılarak ve salt bedensel varlıklara indirgenerek hukuk düzeninin işlemediği kamplara kapatılmış, devletin hukuki varlığının geçerli olmadığı, bir alana sürülmüşlerdi. Egemen iktidar tarafından haklardan yoksun bırakılma, hukuk dışına çıkarılma kamp düzeninin belirleyici özelliğidir. Kamplara kapatılanlar salt bedensel varlıklara indirgenirler, “çıplak hayat”lardan ibarettirler. 

Agamben’in de vurguladığı üzere kampların bir diğer özelliği biyopolitik mekânlar olmalarıdır. Biyopolitika yaşamayı hak eden ve etmeyen ayrımı yapar. Öldürülebilir olanı seçer. İkinci Dünya Savaşı esnasında kurulan toplama kamplarında tutuklular üzerinde deneyler yapılıyor, insanlar orada denek olarak kullanılıyorlardı. İnsanların denek olarak kullanılması kampların biyopolitik mekânlar olduğunu kanıtlarından biridir. 

Agamben’in kamplar hakkındaki yorum ve tezlerinde Muselmann figürünün özel bir yeri vardır. Muselmann Müslüman anlamına geliyor. Ancak neden bu sözcüğün seçildiği konusunda kesin bir görüş yok. Kimdir Muselmann?  .Onu kamptaki diğer tutuklulardan farklı kılan nedir?  Kampın en zayıfı, en güçsüzü ve bütün tutuklular arasında en çok ıstırap çekenidir o. Yere eğilerek, bazen diz çökerek yiyecek ararken görüntüsü uzaktan bakıldığında namaz kılan bir Müslüman’a andırdığı için kamptaki diğer tutuklular tarafından bu adla anıldığı ileri sürülüyor.( Bunun sorunlu bir analoji olduğunu belirtmek gerekiyor. Batının önyargıya dayalı Müslüman imgesinden izler taşıyor  ). Biyosiyaset mekanizmaların ürettiği bir figür. Dışlama mantığının nihai sonucu. Kampın  “kutsal insan”ı  ( homo sacer’i  ). Öldürülebilir olarak ayıklananların en başında o geliyor. Şiddete olabildiğine açık, Sadece fiziksel varlığa sahip, ama bu da her an sona erebilir; çünkü öldürülebilir bir bedenden ibaret. İnsanlığın dışına sürülmüş olan Muselmann’ın ıstıraplarını varolan ve konuşulan sözcüklerle dile getirmek mümkün değildir. Bunu yapabilmek için yeni bir dil gerekir. Muselmann’ın acıları söz konusu olduğunda dil mutlak bir yetersizlik noktasındadır. 

Aidan Forth, Barbed Wire Imperialism  (Dikenli Telli Emperyalizm )  başlıklı çalışmasında toplama kamplarının on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’nin sömürge politikaları açısından belirleyici bir uygulama olduğunu ileri sürüyor ve birçok örnek sunuyor. 

Viktorya döneminde sömürgelerde kurulan kampları başlangıç noktası olarak işaret eden Forth, 1876 – 1903 yılları arasında imparatorluğun çok yönlü kriz yaşadığını hatırlatır. Ekonomik bunalım, askeri başarısızlıklar, yenilgiler gerek metropolde gerekse sömürgelerde çok ciddi sorunları da beraberinde getirmişti. Sömürgelerde durum daha kötüydü. Açlık ve salgın hastalıklar kitlesel ölümlere neden oluyordu. Hint yarımadasının emperyal ticaret ağına eklemlenmesi denizaşırıdan gelen her türlü hastalığa da açık hale getirmişti. Britanya İmparatorluğu on dokuzuncu yüzyıl sonunda Hindistan’daki kampları hastalıkların daha da yayılmasını önlemek, kıtlık ve açlık yüzünden yerlerinden olmuş on binlerce insana barınabilecekleri yer sağlamak amacıyla kurmuş; kampları bu çok ciddi sorunlara çare olarak düşünmüştü. 

Forth’un  “ dikenli telli” imparatorluğun kamplarına gösterdiği bir başka örnek yirminci yüzyılın ilk büyük savaşı, çarpışmalarda  “ mekanize şiddet kullanılmasından önceki son savaş” olarak nitelenen ve etkisini siviller üzerinde de kapsayıcı biçimde hissettiren 1900’lerin başlarındaki Anglo-Boer savaşı. İmparatorluk,  Güney Afrika’da yıllarca süren bu savaşın yol açtığı açlık ve salgın hastalıklara karşı da önlem olarak kampları düşünmüştü.  

Forth’un kitap boyunca vurguladığı üzere, imparatorluğun krizi etkisini en yoğun biçimde kolonilerde duyuruyor, bütün bu sorunların çözümü kolonilerdeki insanları kamplara kapatmayla çözülmeye çalışılıyordu. İlk bakışta kolonilerdeki kamplar birer karantina niteliğinde görünmekle birlikte metropoldeki hapishanelerin de işlevini görüyorlardı. Güney Afrika’daki kamplarda Afrikalı yerli siyah halkın yanısıra savaş esiri olarak Avrupa kökenli beyazlar, Boer çiftçiler de bulunuyordu. Hindistan’dakilere ise Müslümanlar ve Hindular kapatılmışlardı. 

Forth’a göre sömürgelerde giderek çoğalan kamplar geç Viktorya döneminde imparatorluğun olağan yönetim biçimi haline geldiler. Batıda ilk kez on dokuzuncu yüzyıl sonunda Britanya İmparatorluğu’nun inşa ettiği dikenli telli kamplar sonradan hemen bütün emperyal güçlerce denizaşırı topraklardaki hakimiyet alanlarında yerli halkların muhalefetine ve ayaklanmalarına karşı önlem olarak oluşturuldu. Boer Savaşı’ndan çok kısa bir süre sonra Amerika, Filipinler’de benzer kamplar kurdu. Bu kez kampa kapatılanlar silahlı isyancılara destek olan ya da destek sağlayacağından kuşkulanan kırsaldaki yerli halktı. Bir başka ifadeyle amaç kırsal alanı boşaltmaktı. 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —