Din ve mezheplerin doğmasının birçok sebeplerinden bahsedilir.
Biz, o sebeplerden biri olan "ihtiyaç ve uyum" konusunu ele alıp incelemeye çalışacağız.
Sünni ve Şii alimler, dinin Allah'tan olduğunu ve Cebrail kanalıyla Nebi'ye geldiğini öne sürerler.
Ben burada, bir sosyolog gibi sizlere dinin nasıl doğduğunu kısa bir şekilde aktarmaya çalışacağım, şöyle ki:
Dinin gaybi boyutunu bir kenara bırakır isek, sosyologlar onun, "toplumsal ihtiyaç"tan kaynaklandığını söylerler.
Sigmund Freud, hem "Totem ve Tabu" adlı eserinde hem de "Bir Yanılsamanın Geleceği" adlı kitabında dinin, insanlardaki bastırılmış nefsani ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia eder.
Fakat benim görüşüme göre dinin doğuşu, "ihtiyaç ve uyum" üzerindendir.
Yani, din ve mezheplerin doğuşu, nefsani, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır.
Bence, İslam dininin doğup yayılması, o dönemdeki Arap topluluğunun toplumsal ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.
Zira, o dönemdeki Arab’ın toplumsal yapısı fazlasıyla katı tutumlu, kaba kurallı, güçlünün zayıfı ezip yok ettiği, güvenin hiç kalmadığı, büyük çoğunluğun açlığa mahkûm edildiği, özgürlükten hiçbir haberin bulunmadığı bir durum ile yüz yüzeydi.
Bunun karşısında, dönemin Fars ve Rum toplumlarına bakıldığında, onların azametli ve gösterişli bir yapıya sahip olmaları ve insanların güven ve özgürlük içerisinde yaşamaları hayli dikkat çekiciydi.
Arap yarımadasında yaşayan küçük bir kabile bile fırsat bulduğunda kendinden hayli büyük kabileye saldırıp, erkeklerini öldürüyor, kadın ve kızlarını da cariye ediniyordu.
Çünkü o bölgede hem açlık vardı hem de toprak çok verimsizdi.
Yani, onların emniyet ve akla ihtiyaçları vardı.
Çünkü putlara tapmak akla uygun değildi.
Zira tokluğa gereksinim söz konusuydu.
Bu ve bunun gibi birçok şeylerden dolayı da bir dine ihtiyaç hissediliyordu.
Ayrıca o topluluk içerisinde bu dinin yayılması da gerekirdi.
Kısacası "din" (İslam), hem ihtiyaçtan hem de o dönemin akılcılığı ile uyum içerisinde olmasından dolayı doğdu.
Çünkü bu dinin akılcılığı, putperestliğin akılcılığından daha güçlü ve daha akliydi.
Bundan ötürü de kazanan taraf oldu.
Dinden sonra, mezhepler doğdu.
Onlardan birisi de "Mutezile mezhebi" idi.
Bu mezhep de meselelere "ihtiyaç-uyum" üzerinden baktı.
Çünkü Müslümanlar fütuhattan sonra ikinci asırda, Yunan felsefesi ve Fars kültürü gibi farklı kesimlerle tanıştı.
Bu tanışıklıktan sonra, onlar içerisinde de "akılcılık" doğdu.
Bu sebeple İslam dininde, (Kur'an ve sünnette) yer alan kimi konuların, o dönemin akılcılığı ile uyum sağlamadığı müşahede edildi.
Çünkü akıl diyor ki örneğin Allah'ın arşı-kürsüsü olmaz.
Allah cisim değil, el, ayak, yüz vs. gibi şeyler onda yoktur.
Bundan ötürü Mutezile mezhebine mensup alimler Kur'an'da geçen bu sözlerin mecazi olduğunu iddia edip, akıl üzerinden Kur'an'ın ayetlerini tevil etmeğe (yorumlamaya) koyuldular.
Yani, ayetlere, akıl ile uyum sağlayacak anlamlar yüklediler.
Mutezile mezhebi, 8'inci yüzyılda ortaya çıkmış bağımsız itikadi bir mezheptir.
İmamiye ekolü ise, ta İmam Ali döneminden itibaren temeli atılmıştı, fakat onun bir ekole dönüşmesi imam Cafer Sadık döneminde oldu ve o imam da 8'inci yüzyılda yaşamıştır.
Dolayısıyla Mutezile ekolü resmi bir itikadi mezhep kabul edilmişken, imamiye ekolü resmi bir ekol olarak kabul görülmemişti ve bundan ötürü de denilir ki Şiiler sonradan gelip Mutezilenin kimi görüşlerini aldılar.
Mutezile ekolü neden yok oldu?
Mutezile ekolünün yok olmasının nedeni, görüşlerinin şeriat ile uyum sağlamamış olmasıdır.
Zira avamın (genel halkın) her şeyi akıl yolu ile elde etmesi ve aklî olan şeyleri alıp kabullenmesi mümkün değildir.
Ayrıca Eş'ari ve ehl-i hadis alimleri de Mutezile mensuplarını tekfir etti ve dediler ki:
Bakınız, bunlar Kur'an'a iman etmiyorlar. Kur'an Allah'ın arşının bulunduğunu söylerken, bunlar onu inkâr ediyorlar.
Mutezile alimleri son dönemlerinde cin ve meleklerin varlığını dahi tevil edip inkarda bulundular.
Onlar da aynen günümüzdeki laikler gibi düşünmeye başladılar.
Dolayısıyla, Eş'ari ve hadis ehli, şeriatçıları Mutezilenin aleyhine tahrik ettiler.
Mutezile ekolünü, Abbasi halifelerinden Mütevekkil bitirdi.
Çünkü Mütevekkil, kendi Saltanatını güçlendirmek istiyordu, bunu da ancak Sünni fakihler kanalıyla yapabilirdi.
Ayrıca, onların Saltanatı desteklemelerine de ihtiyaç duyuyordu.
Bundan ötürü de Eş'arileri destekleyip Mutezile ekolüne son verdi.
Dine olan toplumsal ihtiyaç, bir tek aklın gereği değildir.
Çünkü dini, akıl üzerinden elde etmek mümkün olmuyor.
Zaten Mutezilenin hatası da buydu.
Yani, onlar her şeyi akıl üzerinden dinden almak istiyorlardı.
Böyle bir durumda din, hiç kuşkusuz felsefeye dönüşmüş olur.
Oysaki insanların, akıldan çok dine ihtiyaçları vardır.
Zira akıl, dünya işleri için vardır.
Din ise, ahiret hayatına lazım olan şeydir.
Ahiret hayatı da dünya hayatından önemlidir.
Çünkü dünyada birkaç yıl yaşadıktan sonra hayat sona eriyor.
Kısacası, fakihler Mutezileyi tekfir edince ve Sultanlar da halkın maslahatını onda görünce, onların işi bitiverdi.
Halkın avam kesimi, aslında Kur'an'da var olan dini ister.
Yani, örneğin, Cennette huri, köşk, saray, bal ve şaraptan havuzları arzu eder.
Fakat Mutezile ekolüne mensup olanlar cennette, "huri, şarap ve baldan nehirler diye bir şeyin mevcut olmadığını" iddia ettiler.
Bundan ötürü de Mutezilenin mizacı halkın mizacı ile uyum içerisinde olmadı.
Oysaki Kur'an, çok güzel bir şekilde genel halkın beklentilerini karşılıyordu.
Hasılı Mutezile ekolü, avam halkın "taklitçiliğine" isyan edip baş kaldırdı.
Bir toplum içerisinde de taklitçi kafaya sahip olanlara karşı, akla sahip olanların sayısı gayet az ve ancak, yüzde 5-6 civarlarındadır.
Genel halkın durumu, aynen içerisinde bulunduğumuz dönemdeki bilgisayar misalidir.
Örneğin bizler, elimizdeki akıllı telefonların yalnızca yüzde 5'ini kullanıp ondan faydalanabiliyoruz.
O da o telefon ile konuşmak, mesajlaşmak, Google'dan bazı bilgileri almak vs. gibi şeylerdir.
Akıl da aynen böyledir.
Şia'ya gelince, bunlar da (bazı görüşlere göre) Mutezileden kimi itikadi konuları aldı ve onları kendi itikatları ile entegre ettiler.
Şia'nın inançları, imam Mehdi'nin gaybetine inanmak, ismet konusu vs. gibi şeylerden ibarettir.
Kimi Şia kesiminde (Gulat Şiilerde) ise, aşırı derecede imamlara yücelik isnadında bulunulur ve neredeyse onlara "tefviz" (Allah'ın işlerini imamlara bırakma) gibi uluhiyet nispeti verilir.
Elbette ki insanların tabiatında ilahlaştırılmış insanlara karşı, aşırı derecede bağlılık (Gulatçılık) söz konusudur.
Buna "hurafeler İslam'ı" da denir.
İnsanların ekseriyeti hurafe şeylere muhabbet besler.
Yani insanların çoğu, aklıyla değil, hayalleriyle yaşar.
Dinin varlık sebebi de zaten hayaldir.
Hatta ünlü Filozof Farabi'nin "el-Medinetü'l -Fazıla/Erdemli şehir" isimli eserindeki bir sözünden hareketle şöyle bir yorum yapanlar da olmuştur.
Güya Farabi demiş ki:
Enbiya hem akıl hem de hayallerle meşgul olurlar, filozoflar ise yalnızca akıl ile uğraşırlar. Bundan dolayıdır ki Filozoflar, enbiyadan daha üstün ve daha yücedirler. Çünkü aklın gücü, hayalin gücünden daha yüce ve daha üstündür.
Hayal gücü, genel insanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da vardır.
Dolayısıyla, Şia'nın günümüze kadar devam etmesinin nedeni, sırf akılcı olmayıp, akıl ile hayali birbiriyle entegre etmesinden ötürüdür.
Yani, Şiiler felsefe, mantık, mucize, hadis, nübüvvet, ehli beyt vs. gibi akli ve gayri akli her şeye iman ederler.
Sünniliğin devam etmesinin sebebi ise onların, "siyasi otorite dini" üzere olmalarıdır.
Yani, Sünniliği ayakta tutan şey, siyasi otoritedir.
Kısacası onların ayakta kalmaları, siyasi iktidarlara uymak ve bir de çoğulculuğu teşkil etmeleridir.
Çünkü hadis ya da ünlü bir sözde de denildiği üzere:
İnsanlar yöneticilerinin dini üzeredirler. (Esraru'l- Merfue, s.352)
Ayrıca, siyasi otoritelerin tümü de Sünni'dir.
Bu şekilde bu mezhep günümüze dek devam ediverdi.
Gerçek şu ki, mezheplerden her biri, insan şahsiyetinin bir kısmını temsil eder.
Örneğin Mutezile insandan yalnızca "akıl" bölümünün mümessilidir.
Bundan dolayıdır ki devam edemedi.
Oysaki Şia'nın akıl boyutu her ne kadar zayıf olsa da (çünkü onda fazlasıyla hurafeler vardır.)
Buna rağmen onda bir kayıp imam inancı vardır ve sema ile irtibatları bu imam üzerindendir.
Şiilerde imamın dışında başka bir şey de onlardaki "Humus" konusudur.
Yani, Şia'nın baki kalmasının nedenlerinden birisi de humustur.
Humus, bir tek Şiilerde vardır, tüm ilim havzaları ve dini müesseseler humusu, tüccarlardan alırlar.
Bu da onların baki kalmalarına sebep olmaktadır.
Çünkü bunlar devletten destek almıyorlar.
Fakat Sünni mezhepleri siyasi otoritelerden maddi destek aldıkları için haliyle alimleri de siyasi otoriteye tabidirler.
Onları göreve tayin eden siyasi otoritedir.
O otorite onları müftü, başkan, imam, müezzin, vaiz vs. gibi görevlere atamaktadır.
Fakat Şia, siyasi otorite ile irtibat kurmadığı, aksine otoritenin zıddına olduğu için, onlar humusu aldı ve onunla ekollerini ayakta tuttular.
Kısacası, Şia'daki ilmi havzaların tümü, humus sayesinde vardırlar.
Şu anda bile bu durum devam etmektedir.
Yani Şiilerin müçtehitleri tüccarlardan humusu alıp, onunla dini talebeler yetiştirmekteler.
Özetlersek; Şia'nın günümüze kadar devam etmesinin sebeplerinden birisi de humustur.
Şayet hem devletten destek almayıp hem de humusa sahip olmasalardı, günümüze kadar devam etme imkanları olmayacaktı.
Sünniler iki kısımdırlar:
Asil Sünnilere Sufiler de denir.
Mısır, Sudan, Cezayir, Tunus vs. gibi ülkeler, bu türden Sufilerin yaşadıkları bölgelerdir.
Bunlar arasında ırkçılık, mezhepçilik, yörecilik vs. yoktur.
Hatta bunlar arasında Hristiyan dahi vardır.
Tekkelerine, ateist dahil her kesimden insan girebilir.
Bunların hedefleri, insani değerleri ve sevgiyi takviye etmektir.
İşte doğru İslam da budur.
Derviş denilen kimi Şii Sufilerde de böyledir.
Eski Sufilerde daha çok hurafeler mevcuttu ama, şimdikilerde pek de fazla yoktur.
Müslümanlar arasında yeni oluşan "vicdan" ekolüne mensup olanlar da Sufi ekolü kollarından biridir.
"Vicdan" ekolü, yenilikçi ve de akılcıdır.
Bununla birlikte insanlığa, Allah ile irtibata ve değerlere vurgu yapar.
Vicdan ve Sufi ekolüne mensup olanlar içerisinde, tekke ve zaviyelerde ibadet gibi zahiri ve kabuk olan şeylerin hiçbir değeri yoktur.
Yani, bunlarda Şiilik-Sünnilik vs. gibi şeyler üzerine herhangi bir taassup söz konusu değildir.
Yenilikçi insanın özelliği şunlardır:
Birincisi, onlar akılcıdır.
İkincisi, onlarda taklitçilik ve kudsiyet gibi şeyler yoktur.
Yani bunlara karşıdırlar.
Onlar için kutsal olan, yalnızca Allah ve insandır.
Çünkü insan Allah'ın halifesidir.
Bu ikisi dışında hiçbir şeyin kutsallığı yoktur ve eleştiriye açıktır.
Hatta Kur'an ve tüm din ve mezhepler de eleştiriye açıktır.
Bir tek insanın cevheri eleştiriye kapalıdır.
Cevherden de kasıt, insanın zatı olan "insanlığı"dır ve bunların kutsiyeti vardır.
Fakat dinci ve mezhepçi olanlar bu konuya öyle bakmazlar.
Onlar için itikat, önder, zaman ve mekanlar da kutsaldır.
İşte insanın aklını donduran da bu kutsallıktır.
Batı'nın kurtuluşuna bakıldığında, onların ilk yaptıkları şey, kutsalları iptal ile işe başlamış olmalarıdır.
Çünkü Batılılar kutsallığın, akılları çalışmaz hale getirdiğini ve kendilerini eleştiriye kapalı tuttuğunu müşahede ettiler.
Bunları ilk eleştirmeye başlayan da 1483-1546 yılları arasında yaşamış olan Alman Teolog ve Protestan Reformu'nun öncüsü olan Martin Luther oldu.
Luther, Mesihiliği ıslaha başladığında, ilk önce Kilise ve Papaları eleştirmeyle işe koyuldu ve ondan sonra yenilikler ortaya çıkmaya başladı.