İslami eğitim verirken, İslam’a davet ederken, irşat görevi yaparken, insanların cebine bakmayın, gönlüne konuşun.
Onlardan maddi yarar sağlamayı aklınızdan geçirmeyin, yoksa o niyet, ağzınızdan çıkan kelimeleri kirletir.
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerin tebliğinden bahsedildiği zaman: “De ki: Bu yapmış olduğum tebliğ karşılığında sizden ücret istemiyorum” buyrulur.
Bütün peygamberlerin hayatı anlatılırken bu ücret istememeden bahsediliyor. Demek ki yaptığımız İslami faaliyetlerin sonucunda insanlardan bir çıkar sağlamayı düşünmeyeceğiz.
İnsanların cebine değil, gönlüne bakacağız.
İnsanların kafasına ve gönlüne bakıp, “Bu adam, İslâm’a ne güzel hizmet eder ve canını cehennemden kurtarır” diye düşüneceğiz.
Meselâ çok çok zengin bir adam gelse:
“Namaz kılmaya hiçbir engelim yok ama kılmak istemiyorum. Onun yerine sizin vakfa milyonlarca parayı devamlı versem Allah beni afveder mi?” sorusuna, “Afvetmez” de demeyin ama siz teklifi kabul etmeyin.
“Namazını kıl, yardımını da yap deyin.”
Böyle bir olayla karşı karşıya kalsanız, adamı biraz sıkar; ben o parayla ne hizmetler yaparım diye düşünürsünüz. Oysa adama namaz kılmayı öğretebilirsen, onunla dost oldun demektir.
Ondan sonra ona bir milyarı vermek vız gelir. Onun için hayatta insanların cebine elinizi uzatmamaya dikkat edeceksiniz.
Peygamberimiz, amcası Ebu Talip’e yük olmamaya çalışmış.
Çobanlık yapmış. Biraz daha büyüyünce ticaret kervanlarıyla Şam’a kadar gelmiş ve ticaret yapmış.
Mekke’de ticaret yapmış. Kendi geçimini kimseye muhtaç olmadan temin etmiş. Hele evlenince Hz. Hatice’nin sermayesini daha iyi işletmiş ve hem kendi geçimine, hem de fakirlerin, yetimlerin geçimlerine katkıya devam etmiş, verici olmuş.
Hatta bir hadisinde, “Biz Peygamberler topluluğu bir dinar veya dirhem miras bırakmayız” diyor. (Ahmet, Müsned 2/463.).
Peygamberimiz, vefat ettiğinde, kızı Fatıma’ya oturmuş olduğu minderi, yatmış olduğu yastığı, hasırı, bir ibriği, bir leğeni bıraktı.
Yani maddi olarak başka hiçbir şey bırakmadığı rivayet edilir.
Ama günümüzde ki bir kısım liderler öldüğü vakit yedi ceddi değil sülalesi bir daha fakirlik görmüyor, adamın köşeyi dönmesi için bir yıl makamda kalması yetiyor, sonra yan gel yat; bir yılda her şeyi hallediyor. “Ben çalmadım” diyen de orkestra şefi gibi başkalarına çaldırıyor.
Ama Peygamberimiz kendisi bir devlet kuruyor ve geride bıraktıkları ortada.
“Efendim, o zaman mal yoktu, mülk yoktu, fakirlerdi” dersen, hiç de öyle değil. Son zamanlar ganimetler akmaya başlamıştı ve kendine göre bir zenginliği vardı. Aynı dönemde İran’da da devlet vardı ve hazinesi ağzına kadar doluydu. Mekke’de zengin insanlar vardı, meselâ Ebu Cehil gibi.
Mekke fethedildiğinde bunların mallarına ve toprağına el konulabilirdi; harp kanunu buna müsaade eder.
Peygamber Efendimiz de bütün Mekke’yi yağmalayabilirdi. Ama bunu yapmıyor ve “Hepiniz hürsünüz” diyor. “Her türlü varlığınıza sahip olun” diyor. Bu hürriyet, sonunda zamanla onların Müslüman olmasına sebep olmuştur.
Bugün toplumda zenginlerin ayağına hep para almak için varıyoruz.
Hiç İslâm’ı anlatmak için varmadık ve para veren zenginlere karşı boynumuz büküktür.
İnsanların cebine elinizi uzatacak olursanız hiçbir zaman dilinizi uzatamazsınız. İslâmi hizmet verenler, halkın eline bakmamalıdırlar.
Bir kişiye parasından dolayı hürmet edilmez, insan olduğundan dolayı, dininden dolayı hürmet edilir.
Kâfir bile olsa, insan olduğu için hürmet edilir.
Onu Rabbim yaratmıştır, kötü olan onun inkârcılığıdır. Yoksa Allah’ın (c.c.) yarattığı, bedeni, ruhu kötü değildir.
O lekelenmiştir, kirlenmiştir. Altın çamura, çirkefe düştüğünde yıkayıverince tertemiz olur.
İşte kâfirin de durumu budur, onu temizlemek de bizim görevimizdir. Bu sebeple de onu aşkla dine çağırmalıyız.
Yoksa şu kâfiri İslâm’a çekersek, acaba dinimize ne kadar faydalı olur veya “Ne kadar para verebilir?” gibi gayelerle gidecek olursak, bunun faydası olmayacaktır.