Tarih: 19.04.2022 00:35

Din Düşünmeyi Engellemek Üzere mi Tasarlandı? (II)

Facebook Twitter Linked-in

Geçtiğimiz hafta yukarıdaki soruya İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet açısından bakmaya çalıştık. Gördük ki dinin düşünmeyi engellemeyi bırakın, teşvik etmektedir. Bu hafta için İslam düşünce tarihinde akıl ve nakil ilişkisinin nasıl bir serencamı olduğunu ele alacağımıza dair bir söz vermiştik. Şimdi konuyu farklı düşünce ekolleri açısından açmaya çalışacağız.

Din, teorik olarak düşünmeyi engellemez, tabi “din” derken hem iddia sahibi hem de biz İslam dinini kastediyoruz. İslam dini kendi tarihi yürüyüşü içinde akıl ve düşünme faaliyetlerini pasifleştirilmiş olamaz mı? Eğer bir dinin tarihi varsa ve bu tarihte kurumsallaşma olmuşsa böyle bir gelişme çok uzak bir ihtimal değildir, ancak bu bir dinin tüm tarihi boyunca düşünce ve bilim karşısında aynı konumda olduğu anlamına gelmez. O zaman konuya girerken iki kayıt düşmekte fayda var: Evvela bir dinin tarihi derken aslında o dinin izleyicilerinin tarihinden bahsediyoruz. Bu anlamda tarihçi İhsan Süreyya Sırma’nın belirttiği gibi “İslam tarihi yoktur, Müslümanların tarihi vardır.” Çünkü tarihi yapan aktörlerdir. Onların bir dini nasıl anladıkları ve yorumladıkları kadar nasıl pratize ettikleri de önemlidir. İkincisi, her din veya ideolojinin tarihi tek bir çizgi üzere ilerlemez, inişler ve çıkışlar vardır. Bu bakımdan akıl-nakil ilişkisini ele alırken dönemleştirme yapmak şarttır.

Gazali’nin bir risalesinde (Te’vil Kanunu) sınıflandırdığı üzere akıl ve nakil arasında muhtemel beş ilişkiden söz edebiliriz.

  1. Tamamen aklı temel alanlar (saf akılcılar);
  2. Tamamen nakli temel alanlar (saf nakilciler);
  3. Aklı temel alıp nakli ona göre yorumlayanlar (akılcı dogmatikler);
  4. Nakli temel alıp aklı ona göre çalıştıranlar (dogmatik akılcılar);
  5. Hem aklı hem de nakli eşit değerde kabul edenler (düalistler).

     Müslümanların tarihinde ve bugün bu beş çizgiyi temsil eden kişi ve gruplar olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Demek ki, ilk tespit etmemiz gereken nokta, Müslümanların tarihi sadece akılcıların ya da sadece nakilcilerin tarihi değildir. Bu tarihte akıl ve nakil arasında düşünebileceğimiz tüm ilişki biçimleri kurulmuş ve bunlar bir gelenek olarak da devam etmektedirler.

İlkinden başlayacak olursak, Müslümanların tarihinde saf akılcılık Mutezile ve bazı Meşşai (Aristocu) filozoflarda temsilini bulmuştur. Bunlar gerek akıl-nakil ilişkilerinde gerekse hayır-şer meselesinde akla öncelik verirler. Akıl, iyi ve kötüyü ayırt edecek yetenektedir. Peki, bu durumda din ve şeriata ne gerek vardır, sorusuna şöyle cevap verirler: Allah bir lütuf olarak ve kolaylık olsun diye iyiliği ve kötülüğü açıklayan peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

Bu görüşleriyle ne Mutezile ne de Meşşailer Kur’an’ı değersiz görme iddiasında değildirler. Onlar akılcılığı bir yöntem olarak benimsemişlerdir. Akıl, Kur’an’ı anlayan ve açıklayan bir melekedir. Akla güvenmezsek, bu vahye güvensizliği de beraberinde getirecektir. Akıl ve nakil çatışırsa akla öncelik vermek gerekir, ama bazı meselelerde akıl bilgi sahibi olamaz. Sözgelimi gayb konuları ve ibadetlerdeki vakit ve rekât gibi meseleler ancak şeriatla bilinir.

Müslüman tarihinde saf nakilcileri Hariciler, Ehl-i Eser ve Zahiriler temsil ederler. Bu kesimler nasların literal (harfiyyen) okunmasından yanadırlar ve dış anlamlardan başka anlam seviyesi ayırt etmezler. Nasların zahiriyle yetinilmeli ve zahiri manayı hiçbir şekilde aşmamak gerekir. Din tamamlanmıştır. Hükümler açık seçik ortaya konulmuştur. Muğlak meseleleri de peygamber açıklığa kavuşturmuştur. Akıl ve nakil çatıştığında esas alınacak olan otorite nakildir. Din konusunda akla tanınan temel işlev, Kur’an’ın Tanrı kelamı olduğunu ispat etmekle sınırlıdır. Bunun dışında aklın görevi, nassın ne söylediğini anlamak ve bunun gereğini yerine getirmekten ibarettir.

Aklı temel alıp nakli ona göre yorumlayan ve bizim “akılcı dogmatikler” olarak adlandırdığımız kesim, daha çok günümüzde Neo-Mutezile veya Tarihselci olarak bilinen kişilerden oluşmaktadır. Muhammed Arkun ve Hasan Hanefi gibi kişileri bu gruba dâhil edebiliriz. Bunlar geçmişteki Mutezile’den bazı görüşler devr alıp bunu modern tartışmalarla irtibatlı hale getirmektedirler. Sözgelimi tarihte tartışılmış bulunan “Halkül Kur’an” meselesi ve bu mesele karşısında Mutezile’nin tavrı, onlar için de bir zemin oluşturmaktadır. Kur’an yaratılmıştır, yani tarihte belirli bir zaman ve mekân diliminde tezahür etmiştir. Tarihsel şartlar Kur’an üzerinde etkili olmuş ve onun içeriğinin oluşumunda biçimlendirici bir rol oynamıştır. Ama bu Kur’an’ın tamamen tarihsel olduğu anlamına gelmez, evrensel olan ilkeler aklın rehberliğinde ortaya çıkarılabilir.

Dördüncü grup olan “dogmatik akılcılar”, yani nakli temel alıp aklı ona göre çalıştıranlar Kelamcılardır. Kelamcılar, İslam’ın inanç ve ilkelerini akılla açıklamaya ve savunmaya çalışan ilahiyatçılardır. Onlar için akıl amaç değil, araçtır. Kökeni ilahi olan ilke ve normları akıl anlayabilir, ama ihdas edemez. Bu nedenle onlara iman edip aklen savunulmalıdır. Kelamcılar özellikle Müslüman olmayan kişilere İslam’ı anlatmak ve savunmak durumunda kaldıkları için böyle bir pozisyonu benimsemişlerdir. Kelamcılara göre bilginin üç kaynağı vardır: Duyular, doğru haber (haber-i sadık) ve akıl. Doğru haber, tevatür yoluyla ulaşan bilgi, vahiy bilgisi ve ilham olmak üzere üç çeşittir. Kelamcılar ilk ikisine inanır ve ilhamın bireysel bir mahiyet arz ettiğini ve toplumu bağlayıcı bir işlevi olmadığını söylerler.

Beşinci ve sonuncu grup, aklı ve nakli eşit değerde birer kaynak olarak gördükleri için bilgi teorisinde düalist bir tutum izlerler. Bu düalist tutum, onları din-felsefe ve akıl-nakil karşısında farklı bir pozisyona götürür: Akıl ve nakil ilke olarak çatışmaz. Ama görünürde bir çatışma olursa nakil tevil edilir. Tevil, tefsirden farklı bir işlemdir. Tefsir, ayetin anlamını açarken, tevil hakiki anlamı mecazi anlama çevirmektir. İçlerinde Gazali ve İbn Rüşd gibi, hem âlim hem de filozof birçok kişiye göre eğer nas ile akıl çatışırsa, bu durumda başvurulacak çözüm yolu bir sözü hakiki anlamının dışına çıkarmak ve böylece tevil etmektir. Onlara göre şeriatın lafızlarının tamamını zahiri manada anlamak zaruri olmadığı gibi aynı şekilde nasların hepsini de tevil suretiyle zahiri mananın dışına çıkarmak da doğru değildir.

Bu sınıflandırmada Mutasavvıfların yeri neresidir?

Bu zümre akla en az güvenen kesim olarak tanınmakla birlikte bu tam olarak doğru değildir. Mutasavvıfların akıl ve bilgi kavrayışında ontolojik görüşleri belirleyici olmuştur. Onlara göre eşya hem dışyüzü (zahir) hem de içyüzü (batın) olan katmanlı bir yapıdır. Akıl eşyanın dışyüzünü kavrar ama içyüzüne geçemez. İçyüzünü anlamak için sezgi ya da onların deyimiyle “hal” ya da “zevk” bilgisi önemlidir. Hal ehli olan mutasavvıflar, eşsiz tecrübeleriyle eşyanın deruni bilgisini kavradıklarını iddia ederler. Bu bilgi kapısı herkese açık değildir. Bu noktada avam (halk) ve havas (hikmet ehli) arasında da bir ayrım yaparlar.

Ele aldığımız bu beş yaklaşım biçiminin dün olduğu gibi bugün de temsilcileri bulunmaktadır. Öyleyse İslam düşüncesinde aklı yok sayan ve nakli tek otorite olarak kabul eden homojen bir düşüncenin hâkimiyeti söz konusu olmamıştır. İslam düşünce tarihi bu yaklaşımlardan bazılarının zaman zaman öne çıktığı, bazılarının ise geri plana düştüğü dönemlerden ibarettir. İlim ve düşünceye değer verildiği ve özgürlük ortamının oluştuğu dönemlerde Ortodoks çizginin dışına çıkılabilmiş, ama kriz dönemlerinde muhafazakâr kesimler ve onların aklı yadsıyıcı tutumları uç vermiştir. Selefilik ya da zahirilik hep kriz dönemlerine karşılık gelmektedir. Ama çok genel bir tarihi taslak çıkarmak gerekirse kurumsallaşma eğilimi belirleyici olmuştur, diyebiliriz. Bu gelişmeyi İbn Haldun “Mukaddime” adlı eserinde anlatmıştır. Ne zaman İslam toplumları bedevilikten çıkıp medeniliğe geçtiler, şehirlerde düzenli hayat kurup kurallar koydular, eski toplum psikolojisi değişti ve insanlar kurumlara göre davranmaya başladılar. Sonra şeriat talim ve te’diple öğrenilen bir ilim haline geldi ve oluşmuş olan fikirler ve mezhepler zihinleri belirledi. Bu sorun, tüm medeniyetlere özgü bir yabancılaşma sorunudur. Akıl, önce aktif bir devre yaşar ve fikirler üretir, sonra ise ürettiği ürünlere tabi olur. Bu skolastik ya da dogmatik evre, Müslüman dünyada mezheplerin oluşmasından sonra kendini hissettirmeye başladı ve 14-16 yüzyıllarda kemikleşti. İlmi hayatın sönmesi de bu tarihlere denk düşmektedir.

Özetlersek, kaynaklar düşünmeyi teşvik ettiği gibi, İslam düşüncesinin oluşum ve gelişim dönemlerinde de aktif ve zengin bir düşünme faaliyeti yaşanmıştır. Yüzlerce disiplin, mezhep, tarikat ve ekol ortaya çıkmıştır. Deyim yerinde ise Arap yarım adasında kökü ve gövdesi oluşan vahiy ağacı, sonraki yüzyıllarda dallarını, yapraklarını ve meyvelerini vermiştir. Son yüzyılların  (ya da taklit çağının) beraberinde getirdiği kötümserlik ve özgüven eksikliği, ne yazık ki tarihe bakışı da olumsuz etkilemiştir. Bundan hızla kurtulup, tarihimizin dinamik dönemleriyle ilişki kurmalıyız ve hangi etkenlerin durağanlaşmaya sebep olduğunu bilimsel bir şekilde ortaya koymalıyız.

Gelecek hafta, ibadetler ile düşünme arasındaki ilişkiyi ele alacağız ve bu tartışmaya bir nokta koyacağız inş.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —