Tarih: 14.07.2022 01:41

Dietrich Bonhoeffer ve siyah Hristiyanlık

Facebook Twitter Linked-in

Protestan ilahiyatçı Dietrich Bonhoeffer, Hitler’e suikast tertip etmekle suçlanıp Naziler tarafından otuz dokuz yaşında idam edilinceye değin kısa yaşamında üç farklı Almanya’nın tanığı oldu, üç farklı politik ve yasal düzende yaşadı. Çocukluğu temellerini Bismarck’ın attığı İmparatorluk ( Kayzer ) Almanyası’nda geçti.1918’de, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kapanan bu dönemi Almanya’nın ilk parlamenter demokrasi deneyimi,1919-1933 yıllarını kapsayan Weimar Cumhuriyeti izledi. Cumhuriyet kısa süre içinde radikal sağın ve diğer anti-demokratik güçlerin saldırısıyla yıprandı, sonunda çöktü. Sol parti ve akımlar Cumhuriyet’i koruma konusunda yeterli hassasiyeti ve direnci gösteremediler.

Weimar döneminin sonundaki sosyal, politik ve ekonomik karmaşa Alman halkını güçlü bir lider arayışına yöneltti. Aradığını ise Führer’de buldu. Hitler şansölye olarak atandı ve Batı dünyasında tüyler ürpertici bir kıyımla, Alman halkın açısından trajik bir yenilgiyle noktalanacak olan Üçüncü Reich dönemi başlamış oldu.

***

Bismarck’ın emperyal Almanyası ile Üçüncü Reich arasında bir bağlantı bulunduğu söylenir. İkisinde de Almanya dünyaya egemen olacak bir güç haline getirilmeye çalışılmıştır. Bunun yanısıra her iki düzenin desteği de aynı toplum kesimlerinden, aynı sınıflardan geliyordu. Savaş sanayini ellerinde tutan sanayiciler, ticaret yapan ve orduyla bağları bulunan seçkinler, eğitimli orta sınıflar, akademisyenler. Bunlar kendilerini Alman halkının gerçek temsilcileri olarak görüyorlardı. Bismark ve Hitler’i desteklemede ekonomik çıkarları bulunuyordu. Peki Alman halkının geri kalanı, yani çoğunluğu? Her hangi bir çıkarları olmadığı halde onlar neden Führer’i koşulsuz destekliyorlardı? Neden onunla özdeşleşiyorlardı? Alman halkı çevrelerindeki hemen her şeyi kutsallaştırma hastalığına tutulmuşlardı. Almanya’nın topraklarını, başta devlet olmak üzere kurumlarını, kurumların yöneticilerini… Bütün bunlar adeta tapınma nesneleri olmuştu. Hastalıklı bir vatanseverlikti bu. Bonhoeffer “patriyotizmin patolojisi “ olarak adlandırdığı bu durumda kötülükle budalalığın içiçe geçtiğini, bu ikisinin kaynaştığını belirtiyordu. Kötülük ve budalalık el ele vermiş, Alman halkının ruhuna egemen olmuşlardı.

***

Üç farklı dönemin tarihsel açıdan bakıldığında kısa sayılabilecek aralarla birbirini izlemiş ve Bonhoeffer’in hayli kısa ömründe yaşamında birbirinden çok farklı üç döneme ve arada iki savaşa tanıklık etmesi onun kaotik ve karanlık zamanlarda yaşamış olduğunu gösterir. O bir gözlemci olmanın ötesinde içinde yaşadığı zamana elinden geldiğince müdahale de etti. Kısa ama yoğun ve gerilimli yaşamı ikinci büyük savaşta Almanya’nın teslim olmasından çok kısa bir süre önce trajik biçimde noktalandı. Hitler’e suikast düzenleyen bir grup muhalifin arasında yer aldığı gerekçesiyle idam edildi.

Bonhoeffer doktora tezini 1927’de yazdı. Sanctorum Commumio başlığını taşıyan ve Karl Barth’ın yıllar sonra “bir mucize” nitelemesini kullanacağı tezinde ben ve başkası arasındaki ilişkiyi ele alıyor, bu ilişkiyi temel toplumsal kategori kabul ediyordu. Cemaati, komüniteyi bu kategori temelinde tahayyül ediyordu. Bir insanın ancak başkasının da biricikliğini tanıdığında, benzersizliğini kabullendiğinde birey olarak varolabileceğini ileri sürüyordu. Başkasının biricikliğini tanıma insanlar arasındaki etik temelli ilişkinin ilk ve vazgeçilmez koşuluydu.

***

Bonhoeffer cemaat düşüncesini ele alırken insanın kendi gerçeğini ancak diğer insanlarla ilişkisinde fark edebileceğini, ben bilincinin ancak başkalarıyla ilişki içinde oluşabileceğini vurguluyordu. Bu ilişki onu çok farklı bir cemaat tanımına götürdü: Birbirinin benzersizliğini tanıyan bireylerden oluşan, benzersizleri biraraya getiren ve onları birarada tutan topluluk. Cemaat kendisini oluşturan her insana ben bilincini kazandırıyordu. Bonhoeffer’in cemaat nosyonu yaşamının son evresinde genişledi, evrensellik kazandı ve Nazi ideolojisinin toprak ve kan esasına göre inşa edilen halk (Volk) anlayışına alternatif oluşturdu.

Alman ilahiyatçıya göre toplumsallık insanın doğasında bulunuyordu. O Kitab-ı Mukaddes’deki bütün kavram ve temaların toplumsal olduğunu inanıyordu Yaradılış, günah, vahiy… Onun teolojik perspektifini oluşturan bu toplumsallık anlayışıydı. Kilise için de “cemaat olarak var olan İsa“ tanımı yapıyordu. Yoksullar ancak böyle bir tanımı benimseyerek eşitsizliğe, haksızlığa karşı çıkan, kendi saflarında yer alan bir kiliseye ve İsa’ya inanabilirlerdi.

1930’da doktora sonrası çalışmalar ve seminerler için gittiği Amerika’daki beyaz kiliseler ve cemaatleri Bonhoeffer’i düş kırıklığına uğrattı. Amerika’da Protestanlık farklı bir biçim almış, en kötü haliyle Püritanizm olarak biçimlenmişti. Bonhoeffer Püritenlerin başkalarına karşı kayıtsız olduklarını, bireyci bir dünya görüşüne sahip olduklarını, bu dünyada olabildiğince çok servet edinmeyi amaç olarak benimsediklerini gözlemledi. Sığ ve ciddiyetsizdiler, yoksulluk ve ırksal eşitsizlik karşısında hassas değillerdi. Kıta Avrupası’ndaki reform hareketini anlamamışlar, bu deneyiminden uzak kalmışlardı. Amerika’daki Protestanlık karşı çıkmayan, protesto etmeyen Protestanlık Birey odaklı bu Protestanlıkta cemaat bağları, dayanışma zayıftı. Herkes kendisi içindi.

Bonhoeffer’in New York’da tanıştığı Alabamalı siyah genç ilahiyat öğrencisi Frank Fisher ona Harlem’de farklı bir dünyanın kapılarını açtı. Pazar günlerinin neredeyse tamamını Harlem’de siyahların en büyük ve en kalabalık kilisesi Habeş Baptist Kilisesi’nde geçirdi. Orada Amerika’daki mülksüzlerin, mağdurların inancı olarak Hristiyanlıkla karşılaştı. Siyahların evlerine konuk oldu, o insanları tanıdı; tanıdıkça ne kadar haksızlığa uğradıklarını anladı, ne kadar acı çektiklerini hissetti. Ekonomik ve ırksal eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı hassasiyeti keskinleştirdi. Siyahların inançlarını, sabır ve ıstıraplarını dile getiren müziğe ilgi duydu, spiritüel plakları topladı. Berlin’e döndüğünde öğrencilerine Amerika’dan getirdiği bu plakları dinletti. Harlem’in gerçeğini öğrenmelerini, siyahların ruh yaralarını hissetmelerini istiyordu.

***

Spritüallerin kökleri Afrika’da bulunmakla birlikte o nağmeler evlerinden koparılan siyahların yeni kıtadaki ıstırap dolu trajik ve travmatik kölelik deneyimlerinden doğdu. Plantasyonlarda, kulübelerinde söyledikleri, yaşadıkları ıstırap dolu hayattan yakınmalarını dile getiren bu nağmeler, bu çalışma şarkıları siyah kiliselere girdiğinde özlerindeki dinsellik belirginlik kazandı, ilahilere dönüştü. Koronun söylediği spritüallere çoğu kez cemaat de katılıyor, ıstırabın şiirsel ifadesi kolektiftik kazanıyordu. Onca acının ve hüznün içinde umut da kendine bir yer buluyordu bu şarkılarda. 1865’de köleliğin kaldırılmasından sonra Güney’den göç ederek gittikleri her yere götürdüler müziklerini.

Siyahların hayatlarında, kültürlerinde, müziklerinde yuva özlemi dinsel bir duygu olagelmiştir. Kölelik koşullarında yaşarken, çalışırken yuvayı geçmişte ve çok uzakta kalmış bir cennet olarak hatırlarlar. İçinde bulunulan koşullar ne kadar zorluysa geride kalan geçmiş ve geçmişe ait olan da o kadar güzel görünür. Ellerine, ayaklarına zincir vurularak yurtlarından koparılan, uzaklara götürülen, köle olarak çalışmaya zorlanan siyahlar için de öyleydi. Plantasyonlarda çalışırken bir zamanlar yaşadıkları cenneti hatırlıyor, bu özlemi şarkılarında dile getiriyorlardı. Müziklerinin özündeki dinsellik bundan dolayıdır. Bonhoeffer’in Harlem’deki kilisede duyduğu da buydu.

***

Yazıyı noktalamadan önce Bonhoeffer ve Marguerite Yourcenar’ın spritüaller hakkındaki düşünceleri arasında kısa bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Yourcenar Amerika’ya Avrupa’daki ikinci büyük savaşın başlamasından hemen sonra gitmişti, orada uzun yıllar yaşadı. Ancak yazı ve söyleşilerinde Amerika’nın üzerinde hiçbir etki bırakmadığını dile getirdi. Spritüaller bunun tek istisnasıydı. Spritüallerden etkilenmekle kalmadı, onları Fransızcaya da çevirdi, kültürel aracılık yaptı. Bonhoeffer spritüalleri siyahların ıstıraplarını hissedebilmeleri için öğrencilerine dinletiyordu. Yourcenar da Avrupalı beyaz insanın bu nağmelere, egzotik müzik olarak yaklaşmamasını, toplumsal, tarihsel ve kültürel bağlamında dinlemesini istiyordu. Bu müzik acı çekme deneyimini olanca yoğunluğuyla yaşamış insanlara aitti, onların kendilerini ifade biçimiydi. İsa’nın ıstırapları en iyi bu nağmelerde ifade ediliyordu. Çarmıhtaki İsa’nın acılarını hiç kimse kırbaçlanan kölelerden daha iyi anlayamaz ve anlatamazdı.

KAYNAKLAR:

Bethge, Eberhard, Dietrich Bonhoeffer: A Biography, Fortress Press, 2000 Edition

Gruchy, John W. de, Cambridge Companion to Dietrich Bonhoeffer, Cambridge University Press, 1999,

Zimmermann , Jens , Dietrich Bonhoeffer’s Christian Humanism, Oxford University Press, 2019.

 

Kaynak: karar.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —