Hayati Esen yazdı;
Devletin çözülmesi meselesi, artık yalnızca siyasi sistemlerin zayıflamasıyla açıklanabilecek bir olgu olmaktan çıkmıştır. devletin yerini doğrudan bir başka siyasal yapı değil, şirketleşmiş platformlar, algoritmalar ve veri merkezli düzenlemeler almaktadır. Bu yeni egemenlik biçimi, bireyleri yasa ve vatandaşlık düzleminde değil; veriye, davranış kalıplarına ve tüketime indirgenmiş özne olarak görür. Devletin çözülmesi, bu anlamda klasik egemenlik biçimlerinin çözülmesi değil; insan tanımının yeniden biçimlendirilmesiyle ilgilidir.
Bu noktada Aristoteles ile İbn Arabî’nin metinleri arasında yürütülecek karşılaştırmalı bir okuma, içinde bulunduğumuz çağın dönüşümüne dair önemli bir kavrayış imkânı sunabilir. Aristoteles, insanı doğası gereği politik bir varlık olarak tanımlar. Ona göre birey, erdemli yaşamına ancak polis içinde ulaşabilir. Devlet, insanın ahlaki gelişimi için gerekli olan düzeni sağlar. Mutluluk (eudaimonia), bireyin kamusal bir varlık olarak akla uygun davranmasıyla mümkündür. Dolayısıyla birey, siyasal düzenin taşıyıcısı değil, ürünü olarak kurulur. Bu anlayış, Batı düşüncesinin temelini oluşturmuş ve modern dönemde bireyin devletin sağladığı haklar ve özgürlüklerle inşa edilmesiyle devam etmiştir.
İbn Arabî ise insanı devletten önce ve ondan bağımsız olarak tanımlar. İnsanı anlamın taşıyıcısı, ilahi isimlerin tecelli yeri, varlığın özü olarak ele alır. Ona göre devlet, bireyin kemâl yolculuğunda karşılaştığı bir düzenlemedir. Eğer bu düzenleme hakikate yürüyen insanın önünü açıyorsa anlamlıdır; aksi takdirde insanın asli varoluş gayesinin önünde bir engeldir. İbn Arabî’nin bu yaklaşımı, devleti yalnızca bir dışsal yapı değil, bireyin hakikatle kurduğu ilişkinin bir yansıması olarak görür. Bu çerçevede birey, hukuki ya da politik kategorilerle değil; varlık düzeyinde, içkin değer taşıyan bir varlık olarak belirir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz yeni egemenlik biçimi, bu iki yaklaşımın sınandığı bir dönemi temsil ediyor. Devletin bireyi yurttaş olarak tanımlaması, yerini küresel şirketlerin bireyi müşteri ve veri nesnesi olarak tanımlamasına bırakmaktadır. Bu, sadece siyasal kurumların değil, insanın da çözülmesi anlamına gelir. Burada Aristoteles’in modeli dahi işlevsizleşir; çünkü bireyin kamusal akılla gelişmesi için gerekli siyasal alan ortadan kalkmaktadır. İbn Arabî’nin yaklaşımı ise, bireyin kendi varlık derinliğiyle hakikate ulaşma sürecini esas aldığı için, çağdaş çözülme biçimlerine karşı felsefi ve düşünsel açıdan doğrudan bir karşılık üretmektedir.
Ancak bu yaklaşım bir nostalji değil, bir görev olarak ele alınmalıdır. Çünkü bireyin kendi anlamını kurabilmesi, yalnızca soyut bir bilinç değil; somut karşılaşmalar, ahlaki ilişkiler ve kolektif yapılar gerektirir. Modern dünyanın atomize birey anlayışı karşısında, cemaat, meclis, mahalle gibi ilişkisel yapılar yeniden düşünülmelidir. Bu yapılar, geçmişin aynen tekrar edilmesi anlamında değil, insanın ilişkisel doğasını ve varoluşsal dayanışmasını yeniden inşa edecek biçimde ele alınmalıdır.
Bilgi de bu süreçten bağımsız değildir. Anlam artık dışsal verilerle, nesnelleştirilmiş bilgiyle değil; bireyin içsel bütünlüğü ve deneyimiyle kurulmak zorundadır. Bilginin standardize edildiği, algoritmalarla dağıtıldığı bir çağda, bireyin düşünce ve sezgi alanına sahip çıkması, yeni bir bilgi anlayışını da zorunlu kılar. Bu, İbn Arabî’de gördüğümüz gibi, bilginin varlıkla ilişkilendirildiği bir düzlemde gerçekleşebilir.
Bugünün dünyasında siyaset yeniden tanımlanmak zorunda. Devletin çözülmesiyle birlikte yalnızca iktidarın kurumsal yapısı değil, insanın siyasal zeminde tanımlanma biçimi de dönüşmektedir. Artık klasik anlamda iktidar paylaşımı, temsiliyet ve anayasal düzenlemeler merkezli bir siyaset anlayışı, bireyin içinde bulunduğu varoluşsal krizi kavrayamaz hâle gelmiştir. Çünkü birey artık yalnızca hak ve özgürlükler üzerinden değil, anlam, yönelim ve varlık ilişkileri üzerinden kendini ifade etmektedir. Bu nedenle yeni bir siyaset biçimi, bireyin varlıkla kurduğu ilişki, hakikat arayışı ve anlam üretimi temelinde yeniden düşünülmelidir. Bu anlayış, İbn Arabî’nin yaklaşımında olduğu gibi, bireyin metafizik boyutunu merkeze alan; siyasal olanı, varoluşsal olanla kesiştiren bir varlık siyaseti anlayışını gerekli kılar.
Devletin çözülmesi karşısında ne yapmalıyız sorusu, yalnızca siyasi değil, varoluşsal bir sorudur. Eğer insan kendi varlığını anlamla buluşturabiliyorsa, yeni bir topluluk, yeni bir siyaset, yeni bir bilgi anlayışı da mümkündür. Bu ihtimal, Aristoteles’in sistematiğinde değil; İbn Arabî’nin düşüncesinde sezilebilen bir kapı aralığıdır.
Kaynak: konuyorum.com