Hayati Esen yazdı;
Devletin çözülüşü üzerine yapılan tartışmalar, çoğu zaman egemenliğin yeniden nasıl inşa edileceği, hangi anayasal ya da kurumsal modellerin bu boşluğu dolduracağı sorusuna odaklanır. Bu yaklaşım, çözülmeyi teknik ve yönetsel bir problem olarak çerçevelerken, çok daha köklü bir dağılmayı göz ardı eder: Devletle birlikte çözülmekte olan, yalnızca siyasi bir yapı değil; modern birey tasavvurudur.
Zira modern siyaset kuramı, bireyi genellikle hak talep eden, oy kullanan, kamusal alana katılan bir özne olarak tanımlar. Bu tanım, bireyin siyasal alandaki mevcudiyetini işlevselci bir çerçeveye indirger; insanı yalnızca temsil edilen, haklarını kullanan bir yurttaş olarak konumlandırır. Oysa insan, sadece kamuya açık olanın temsilcisi değildir; aynı zamanda yön arayan, anlam üreten ve varoluşsal bir bütünlük arayışı içinde olan bir cevherdir.
Devletin çözülmesi, bu anlamda yalnızca iktidarın merkezsizleşmesi ya da kurumların işlemez hâle gelmesi değildir. Aynı zamanda modernliğin ürettiği birey modelinin, işlevsizleştiği ya da yetersiz kaldığı bir kırılmaya da işaret eder. Çünkü artık birey, yalnızca hak sahibi olmakla yetinmeyen, yaşadığı dünyanın anlamını sorgulayan, dijital çağın da etkisiyle parçalanmış bir kimlik içinde kendini yeniden kurmaya çalışan bir varlığa dönüşmüştür.
Bu dönüşüm, siyaset kuramlarının ve uygulamalarının kökten yeniden düşünülmesini zorunlu kılar. Siyaseti yalnızca bir egemenlik meselesi, bir yönetim teknolojisi olarak görmek yerine; insanın varoluşsal ihtiyaçlarına, yön arayışına ve anlam üretimine temas eden bir alan olarak yeniden kurmak gerekir. Bu da, bireyin cevherini, yani yalnızca vatandaşlık statüsünü değil; onun düşünen, hisseden, sorgulayan varoluşunu yeniden merkeze almayı gerektirir.
İbn Arabî’nin düşüncesi bu noktada belirleyici bir perspektif sunar, Devletin çözülüşünü yalnızca siyasal ya da kurumsal bir fenomen olarak değil, daha köklü bir varlık meselesi olarak kavramlaştırır. Onun perspektifinde birey, hakikate yönelen bir yolcudur; dolayısıyla siyasal yapıların değeri, bu yönelişe ne ölçüde eşlik edebildikleriyle ölçülür. Devlet, bu bağlamda ne kutsal bir zorunluluk ne de mutlak bir hedef olarak görülür. Aksine, varlık düzeni içinde insanın içsel kemâline hizmet ettiği sürece anlamlıdır. Eğer devlet, bireyin içsel yolculuğunu sekteye uğratıyor, onun hakikatle kurduğu ilişkiyi zedeliyorsa; bu durumda devletin çözülüşü bir yıkım değil, bir varoluşsal yeniden doğuşun eşiğidir.
Bu yaklaşım, siyasal olanın merkezine varlığı, yani ontolojik hakikati yerleştirir. İbn Arabî’nin nazarında hakikat, sabit ve dışsal bir nesne değil; bireyin içsel keşif sürecinde sürekli açığa çıkan bir sırdır. Bu nedenle bireyin özgürlüğü, salt siyasal haklara sahip olmakla değil, kendi varlığının derinliklerine inebilme imkânıyla tanımlanır. Böyle bir özgürlük anlayışı, devlete yönelik beklentiyi de kökten değiştirir: Devlet, bireyin içsel hakikate açılmasını kolaylaştırabildiği oranda meşrudur. Tersi durumda, onun çözülmesi bir kriz değil, bir teşhirdir—görünüşte sağlam olanın içinin boşaldığının açığa çıkmasıdır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz küresel dönüşüm, tam da böyle bir teşhir ânına denk düşmektedir. ulus-devlet formları, dijital gözetim, biyopolitika ve algoritmik tahakküm karşısında çözülürken; bu boşluğu doldurmaya aday yapılar, bireyi daha da yüzeysel, daha da hesaplanabilir bir varlığa indirgemektedir. Veriye indirgenen, kimlik kategorileriyle kodlanan, davranışları izlenen insan, artık yalnızca kontrol edilen değil, tasnif edilen ve yönlendirilen bir nesneye dönüşmektedir. Bu durumda, bireyin hakikat arayışı, artık sadece kişisel bir ruhsal çaba değil, yeni bir siyasal bilinç biçiminin temelidir.
Ancak bu bilinç, ne modern liberalizmin atomize bireyciliğiyle, ne de kolektivist ideolojilerin kimliği yutan tahakküm biçimleriyle tanımlanabilir. Aksine, İbn Arabî’nin işaret ettiği gibi, bireyin metafizik yetkinliğiyle temellenmiş bir varlık anlayışı gerektirir. Birey, hakikatle doğrudan ilişki kurabilen bir cevherdir; ve bu cevherin siyasal alandaki karşılığı, kendi hakikatini gerçekleştirme imkânı bulduğu bir düzen arayışıdır. Bu ise siyasal olanın yeniden düşünülmesini, hatta kökten dönüştürülmesini gerekli kılar.
Dolayısıyla bugün sormamız gereken soru şudur: Devletin çözülmesiyle birlikte hangi varlık biçimleri ortaya çıkacaktır? Hangi insan tasavvurları yükselecektir? İnsan nasıl bir kimlik sahibi olacaktır? Ve bu yeni dönemde siyaset, bireyin yalnızca taleplerini değil, varoluşsal derinliğini nasıl tanıyacaktır?
Kaynak: konuyorum.com