Devlet, PKK sorunun siyasi yollarla çözümü için açılım başlattı. Bazı çevrelerin doğal olarak türlü çekinceleri var. Öte yandan bu kadar zor bir meselede siyasi çözüm denemesinin nasıl sonuçlanacağını kestirmek zordur. Ancak ne olursa olsun, devlet siyasi çözüm için adım atmıştır ve bunun önemini kabul etmek gerekiyor.
En az bunun kadar önemli olan da şudur: Devlet, Kürt sorununda siyasi çözüm için adım atarak politik bağlamı değiştirmiştir. Dolayısıyla,
i. Madem, devlet en zor konuda siyasi çözümü makul görmektedir başka konularda da siyasi çözüm konuşulabilir;
ii. Ayrıca, devletin PKK ile denediği çözüm bizlere bir emsal sunmaktadır. Bu emsale bakarak başka konularda nasıl yol alınabileceğine dair öneriler sunulabilir.
Bu yazıda ben de devletin, PKK meselesinde izlediği yolu bir emsal alarak başka bir konuda (‘cemaat’) siyasi çözüm önerisinde bulunacağım yahut daha doğru ifade ile siyasi çözüm konusunu tartışacağım.
Ancak bu zor konuya başlamadan önce bazı noktaların altını çizmek gerekiyor.
İlk olarak, bu konuda dilsel bir sıkıntı var. Türkiye mahkemelerinin terör örgütü olarak tanımladığı karmaşık ve sosyolojik boyutları olan bir sorun hakkında konuşuyoruz. Bu yazıda ben ‘cemaat’ kavramını kullanacağım. Sanırım her kesim için neyin kastedildiğini net açıklayan terim bu.
İkinci olarak, bir siyaset bilimciyim. Kendi çapımda bu yazıda ortaya koyacağım fikirlerin isabetli olduğunu düşünüyorum. En azından iyi niyetle bunları yazıyorum. Ama yanılıyor olabilirim. İnsan çok sık yanılan bir varlıktır. Dolayısı ile bir siyaset bilimi doktoru olarak yazdıklarımı beğenmeyenlere ikinci bir doktor görüşü almalarını öneririm. Muhakkak bu konularda benden iyi düşünecek insanlar vardır. Önemli olan olgun biçimde bir tartışma yapmaktır.
Üçüncü olarak, bu yazıda cemaat kavramı ile siyasi çözüm konusunu tartışırken muhatabım sadece yurt dışındaki kişilerdir. Cemaatin büyük bir kesimi Türkiye’de kalmıştır. Ancak bu kişiler, yıllardır ciddi mağduriyet yaşamıştır ve siyasi çözüm konusunun öznesi bu kişiler değildir. Siyasi çözümün tarihsel sorumluluğu yurt dışına çıkmış cemaat mensuplarına düşüyor. Dolayısıyla bu yazıdaki yorum ve eleştirilerin hiç birisi Türkiye’de kalan cemaat tabanıyla ilgili değildir.
Dördüncü olarak, bu yazının temel gerekçesi şudur: Türkiye’de yukarıda yazdığım üzere türlü sorunlar için siyasi çözümlerin konuşulacağı bir ortam oluşmuştur. Bundan yararlanmak gerekiyor. İslami kesimin sevdiği bir ifade vardır: ‘Her şeyin bir vakti vardır’. Elbette hiç birimizin elinde bu tür denemelerin devlet tarafından ciddiye alınacağına dair bir garanti yok. Ancak halihazır ortam bize bir deneme yapma ikanı veriyor. Eğer bu zamanda bir girişimde bulunulmazsa bir sonraki imkânın ne zaman olacağını bilmiyoruz. Daha vahimi eğer PKK ile çözüm süreci başarı ile sonuçlanırsa, 1.2 trilyon dolarlık ekonomisi olan ve NATO üyesi bir devletin karşısında kalmış birkaç ‘hedeften’ biri belki en önemlisi haline gelmek riski var. Dünyada tuhaf şeyler olmaktadır yani çok dikkatli olmak gerekiyor. Cemaatin elde kalan gücü ve yapısıyla her zaman uluslararası sistemde güçlü bir karşılığı olacak olan Türk devletiyle uğraşması daha yıpratıcı hal alabilir. Küresel belirsizliklerin arttığı bir ortamda en temel amaç insanların uzun vadeli güvenliği ve mutluluğunu garantiye almak olmalıdır. Bu hedeflerin yanında diğer her konu ikinci olarak görülmelidir.
Ne yapmak gerekiyor?
Devletin, PKK ile yaptığı deneme ifade ettiğim gibi bizlere bir emsal sunuyor. Bu emsal ne AKP’nin ne PKK’nin kimliği ile ilgilidir. Esasen az çok Türk siyasi tarih bilenler, karşımızda Türk devlet geleneğinde ‘asi’ bir grup ile nasıl müzakere yapılacağının günümüz versiyonuna tanıklık etmektedir. Yani üç aşağı beş yukarı, siyasi çözüm denince Türk devleti böyle bir şey ister.
Önemli bir diğer nokta da şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun siyasi çözümde merkez, devlettir. Devlet dönüşür, reform yapar ancak siyasi bir çözümde kuralı belirleyen devlettir. Yani hiçbir siyasi çözümden devlet yenilerek çıkmaz. Yenilmek devletin ontolojisine zıttır. O nedenle siyasi çözüm peşinde olanlar peşinen devleti yenmek fikrinden vazgeçmelidir.
Bu iki noktadan hareket edersek kritik olan PKK’nin kendini feshetmesidir. Ancak burada bir nüans var: PKK, kendini feshederken aslında PKK denen şeyin bir döneme ait yöntem olduğunu ve geçersiz olduğunu söylüyor. Ama sonuçta PKK feshedilmiş oluyor. Bu fesih ilanı yapılırken devlet elbette, sözgelimi Cemil Bayık’ın siyasi fikirlerini değiştirmediğini biliyor. Çünkü siyasi çözüm, hukuksal çözümden farklıdır. Siyasi çözümde ‘doğru nedir, haklı kimdir’ konusu ele alınmaz. Siyasi çözüm, güç ilişkilerine göre devletin kabul edeceği ama diğer tarafların da işine gelen çıkış yolu bulmaktır.
Dolayısı ile ‘cemaat’ ile ilgili siyasi çözümün açık şartı cemaatin, tıpkı PKK gibi halihazır örgütlenme biçimini feshetmesidir. Bunun ‘ne yani haksız olduğumuzu mu kabul edelim?’ gibi bir itirazla alakası yoktur. İfade ettiğim gibi siyasi çözüm, ‘kim haklıdır?’ meselesi değildir; ‘şartlar bu iken ne yapılabilir?’ meselesidir. O nedenle cemaatin, 1960larda Fethullah Gülen’in fikirleri ile meydana getirdiği örgütlenme biçimi lağvedilmelidir.
Yeri gelmiş iken şunu ifade etmek isterim: Soğuk Savaş’ta oluşmuş o örgütlenme biçimi sadece Türkiye için sorun değildir. Hiçbir medeni ülke klasik cemaat yapılanma modelini onaylamaz. Bunu anlamak için AİHM’in bazı cemaat üyelerinin lehine karar verirken bile Gülenizm hakkında eleştirilerini nasıl yaptığını okumak yeterlidir. Bir uluslararası ilişkiler hocası olarak zamanla cemaatin bu şeffaf olmayan yapısının AB ülkeleri içinde bile sorun haline geleceğini öngördüğümü yazmak isterim. Esasen bu konuda ciddi ve endişe verici bazı gelişmeler de yaşanmaktadır ancak onlar bu yazının kapsamına girmiyor.
Eğer cemaat, kendi klasik örgütlenme yapısını lağvetmezse ikinci bir seçenek olarak en azından Türkiye’de kendini ve faaliyetlerini lağvetmelidir. Bu birincisi kadar etkili olmasa bile karşılık bulabilir. Hafızası kuvvetli olanlar, PKK açılımını başlatan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin geçmişte cemaate yönelik böyle bir çağrıda bulunduğunu hatırlayacaktır. O zamanlar bağlamına oturtulmayan çağrının bugün yaşanan olaylar ışığında tekrar yorumlanması da ayrıca gerekiyor.
Cemaat yönetimi bunu yapar mı?
2017 yılında cemaat üzerine bir mülakatta cemaatin tepe yapısının kıyamet kopsa değişmeyeceğini söylemiştim. Bugün hâlâ yukarıda sıraladığım adımları bugünkü cemaat yönetiminin atmayacağını düşünüyorum. Neden?
Birincisi, cemaatin yöneten heyetin üyeleri, entelektüel, mesleki ve eğitimsel kapasitelerine göre asla hiçbir şekilde bulamayacakları bir imkanlar havuzunda yüzmektedir. Bu heyetin üyelerinin hatırı sayılır bir bölümü vasatlardan oluşuyor. Dolayısıyla olası siyasi yahut başka bir tür çözümün en büyük maddi kaybedeni bu vasatlar olacaktır. Bu vasatlığı iki örnekle resmedelim: Cemaat yönetimine yeni kan olacağı için katılan kişi, kamera karşısında arkadaşlarından birisinin cinlerle temasa geçtiğini ve bazı bilgiler aldığını ve kendisinin bu duruma Gülen’e aktardığını anlatıyor… İkinci bir örnek herkesin bildiği: NATO karargâhına bıraksanız belki helayı bulacak kadar İngilizcesi ancak olan Adil Öksüz.
İkincisi, bütün bu yetkilere ve imkanlara rağmen cemaatin tepe yönetimi hiçbir sorumluluk altında değil. Şöyle söyleyeyim: Cemaatin üyelerinin çoğu bu heyetin bütün üyelerini dahi bilmiyor. Aldığı kararlarla iki neslin hayatını karartmış kişilerin bazıları bir kere bile bir kamera karşısına çıkıp açıklamada bulunmadı. Cemaatin tedbir ilkesi bir nevi bu tepedeki azınlığın güvencesi haline gelmiş durumda. Cemaat yönetimini oluşturanların sahip olduğu bu sınırsız yetki sanırım tarihte peygamberler tarafından bile talep edilmemiştir. Ve nihayet bir iki manevra ile tepe yönetimi kıyamete kadar birbirini seçecek bir model geliştirerek bir tür kollektif otokrasi ilan etti. Böyle bir modeli ne bir İslami ne bir seküler siyasi teoriye dayandırmak mümkün.
Üçüncüsü, hareketin tepe yönetimi ile cemaat arasında – bazı yöntemsel sorunlara rağmen bir benzetme ile ifade edersek– İttihatçılar ve Osmanlı ahalisi arasındaki gibi bir bağ oluşmuştur. Osmanlı Devletini ve ahalisini, İttihatçılar çeşitli savaşlara sürüklemiştir. Sözgelimi Enver Paşa filan harp kararını alırken Karacabey’de soğan eken köylünün bundan haberi yoktu. Ancak o kararların bedelini cephede oğlunu kaybederek ödemiştir. Benzer bir durum cemaat ve tepe yönetimi açısından geçerlidir: Cemaat tabanını bir felakete taşıyan kişiler ve zihniyet, halen bu hareketi yönetmektedir. Dolayısı ile bu kişilerin bir normalleşmeye yanaşması kolay değildir. Burada bir noktayı da açıkça yazmak gerekiyor: Tepe yönetimi içinde alenen kriminal yani suç işlemiş kişiler vardır. Bunlar kelime oyunları, tevil ve alenen yalanlarla cemaatin masum mensuplarını kendilerine siper etmektedirler.
Dördüncüsü, cemaat tabanın tepeye kendini feda etme ilkesine göre çalışır. Yukarıdakiler nadiren hapse girer. Yukarıdakiler nadiren kötü evde yaşar. Yukarıdakiler nadiren maaşsız kalır. Yukarıdakiler nadiren pasaportsuz kalır… Mesela sürekli olarak ‘dünyaya dağıldık’ denir ama yukarıdakiler ya Amerika’da ya Almanya’dadır. Dolayısı ile ‘kendinizi taban için feda edin’ düşüncesi cemaati yöneten ekip için uçan develer kümesi gibi boş bir kümeye işaret eder. Elbette burada yaşanan olaylardan etkilenen, karakter sahibi önemli isimler vardır ancak bunlar da cemaatin tepe yönetimi tarafından izole edilmiştir.
Beşincisi, cemaat uzlaşan esneyen hatta koalisyon kurup gücü paylaşmayı bilen bir düşünce değil. Cemaatin sert bir ideolojisi var. Nitekim cemaatin bu günlere gelmesinin arkasındaki önemli bir neden de uzlaşmayı kabul etmemesi. En küçük eleştiri nedeni ile cemaate yıllarca katkı sunmuş kişileri harcamaktan çekinmeyen bu sert algının, siyasi açılım konusunda gerekli esnekliği göstermesini beklememek gerekiyor.
Bütün bu noktalar düşünülürse, cemaat yönetiminin ‘taban rahatlayacaksa biz ne fedakârlık gerekiyorsa yaparız’ diyeceklerini sanmıyorum. Umarım yanılırım. Peki bu durumda ne yapmalı?