Tarih: 24.11.2023 08:30

“Dere insan leşleriyle doluydu, susuzluktan öldük”

Facebook Twitter Linked-in

Unutmayacağız. Unutturmayacağız. Çünkü Türkiye bu gerçekle yüzleşmeden iç barışını sağlamış, demokrasisiyle güçlü ve geleceğine güvenle bakan bir Türkiye olamaz. 86 yıl önce 14 Kasım 1937 gününü 15 Kasım’a bağlayan bir gece vakti, Seyit Rıza, oğlu Resik Hüseyin ve Dersim’in yol rehberi beş kişi, araba farlarıyla aydınlatılan Elazığ Buğday Meydanında kurulan idam sehpalarında asılarak öldürüldüler.

Seyit Rıza ve arkadaşlarının asılarak öldürülmelerini organize etmek göreviyle Elazığ’a gelen dönemin Emniyet Genel Müdür yardımcısı İhsan Sabri Çağlayangil, idam kararının alındığı sözüm ona mahkeme ile idamların gerçekleştiği anları, bazı “detayları” atlamakla beraber anılarında açık ve anlaşılır bir dille anlatır. (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım. İstanbul, Yılmaz Yay., 1990)

“Ankara’dan beni asmaya mı geldin?”

Mahkeme idam ve diğer ağır ceza kararlarını açıklarken, Türkçe bilmeyen Dersimliler, mahkemenin idam kararı vermediğini zannederler. Seyit Rıza ve arkadaşları, idam sehpalarının kurulduğu alana götürüldükleri zaman anlıyorlar  durumu. Nitekim, Seyit Rıza bir cipe bindirilip idam sehpalarının kurulduğu Buğday Meydanına götürülürken Çağlayangil’e, “Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?” demiş.

Çağlayangil’in anılarında bilerek ya da bilmeyerek “atladığı” detaylardan biri, Seyit Rıza’nın cebindeki 40 lira ile köstekli saatinin oğlu Resik Hüseyin’e verilmesini istemesi ve bu vesileyle onun da asılacağını o anda öğrenmesidir. O saat ve 40 liraya ne olduğunu ise, bilmiyoruz. İdam kararlarının verildiği mahkeme tutanakları bir gün açıklanırsa, bu ve beraberindeki birçok soru işareti açıklığa kavuşacak...

Seyit Rıza’ya oğlunun ve felaket arkadaşlarının idamları izlettirildikten sonra o da asılarak öldürüldü. O anları Çağlayangil anlatıyor:

“...Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bı hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi.  Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.”

Bu idamın gerçekleşmesi için 74 yaşındaki Seyit Rıza’nın yaşı küçültülmüş ve 16 yaşındaki oğlunun da yaşı büyütülmüştü...

İdam edilerek öldürülen Sey RızaWuşenê SeydiFındıq AğaWuşenê Sey RızayiHesen AğaAliyê Mırzê Sıli ve Hesenê İvrayimê Qıci’nin naaşlarına ne yapıldığını bilmiyoruz. Tıpkı mahkeme tutanakları gibi bu da “sır” olarak saklanıyor.

Atatürk’ü sinirlendiren fotoğraflar

Çağlayangil’in anlatımına göre Seyit Rıza’nın sehpada sallanırken fotoğrafları çekilmiş. O fotoğraflar Mustafa Kemal’in emriyle, negatifleriyle birlikte yok ediliyor:

“Yanımda Macar Mustafa diye bir polis varmış, asıldıktan sonra sehpada bunun resimlerini çekmiş. Atatürk ertesi gün gelmedi, bir gün sonra geldi (...) Hadi Bey isminde bir jandarma komutanı yaveri vardı Şükrü Kaya’nın. Macar Mustafa, Şükrü Kaya’nın yaverine, ‘Astık herifleri’ diye resimlerini vermiş. O da kahvaltıda Atatürk’e göstermiş. Atatürk, fena halde sinirlenmiş, beni çağırdı. Nedir bu rezalet? dedi. Bütün Kürtleri ayaklandırır bu resim. Herif seyyit. Peygamber sülalesinden, dedi. Öyle sümükleri akmış beyaz sakalıyla, dedi. Git, derhal imha et, dedi. Jandarmadan negatiflerini bul, dedi. Gittik, bulduk jandarmadan negatifleri imha ettik.”

38’in askerleri

Dersim 37-38 kırımının bir de o kanlı kıyıma katılmış askerlerle ilgili bir boyutu var. O askerler nasıl böyle bir kıyımı gerçekleştirebilmişlerdi? Onlara ne denmiş olabilirdi ki Cumhuriyet tarihinin halka yönelik bu en kanlı harekatında rol almayı kabul etmişler, kadın, yaşlı, çocuk demeden bir halkı yok etmek istemişlerdi?

Kuşkusuz onlara ne denilmiş olursa olsun ya da girişilen katliam ne şekilde (“isyan”, “vergi vermiyorlardı”, “eşkiya”, “medeniyet getirdik fena mı oldu?” vb.) gerekçelendirilmiş olursa olsun, söz konusu olan apaçık soykırım saikiyle gerçekleştirilmiş bir kırımdı. “Devlet aklını” anlamak mümkündü ama üniformaları dışında sıradan insanlar olan o askerleri “motive” eden şey neydi? “Emir gelmiş, yapmışlar işte” yeterli bir izahat olabilir miydi?

Seyit Rıza'nın idam sehpasına götürürken çekilmiş bir resmi vardır. Üniformalı iki kişi kafasına fötr şapka takılmış Seyit Rıza'yı kollarından sıkıca tutmuştur. O iki kişiden biri, istihbaratçı bir emniyet görevlisi imiş. 38'e dair araştırmalarım sırasında o kişinin kızıyla tanıştım, arkadaş oldum. Babasının kemikleri sızlıyor mudur bilmem, çünkü arkadaşım Dersim ve Kürt sorununa duyarlı, demokrat bir insan. Ölene değin babasının ağzından Seyit Rıza ve 38 ile ilgili bir kelime dahi alamamış. Tıpkı 37-38 harekatına genç bir cumhuriyet subayı olarak katılan 12 Mart faşizminin kudretli “uçan paşa”sı Muhsin Batur gibi. Batur, hayat hikayesini detaylarıyla anlattığı kitabında Dersim 38 için susmayı yeğlemiştir; “Hayatımın bu bölümünü anlatmaktan imtina ediyorum” diyerek.

Ama derdiyle terk-i diyar etmek istemeyen asker tanıklar geç de olsa, yakın yıllarda konuşmaya başladılar. Yusuf Halaçoğlu'nun kulakları çınlasın: Onlara harekat öncesi, “Bunların hepsi Ermeni” demişler, “kafir, gavur” demişler, “dinsiz-imansız” demişler, “sapık, sapkın” demişler. Yani daha çok dini hassasiyetlerini istismar eden yalanlar söylemişler...

Ve o artık ömürlerini tüketecek yaşa gelmiş konuşan askerler acı içerisinde, “Onları, çoğu kadın, yaşlı ve çocuktu, bir ahıra topladık, ateşe verdik. Yanarak ölürken son nefeslerinde salavat getirdiklerini duyduk” dediler. “Ehl-i Beyt'i anarak, Kerbela şehitlerini imdada çağırarak öldüler” dediler. Bazısı Kürt, bazısı Türk'tü. Onlara anlatılanların yalan olduğunu anladıklarında, ömürlerince taşıyacakları bir vicdan acısı yüklenmişlerdi...

Birkaç örnek vereceğim.

2007 yılının ilk günlerinde, nihayet 38 kırımına katılmış bir asker, vicdanının sesine kulak verdi ve konuştu. Urfalı Abdullah Çiftçi, son nefesini vermeden hemen önce, “Allah kimseye göstermesin gördüklerimi” diyerek anlatmaya başladı; “Operasyonlar günlerce sürerdi. Köylere gittiğimizde köyün yetişkin erkekleri kaçardı. Sadece çocuklar ve kızlar kalırdı köylerde. Ambarlarını, ahırlarını ateşe veriyorduk. Sonra onların çocuklarını, kızlarını, kadınlarını, hepsini ağır makineli silahların önlerine verip öldürüyorduk. Kanları sel gibi akıyordu. İki yıl böyle sürdü. (…) Çocuklar birbirlerine sarılırlardı. Candı, ne yaparsın. Sonra çığlıkları gökyüzüne yükselirdi. Kanları sel olup akardı. Hala o çığlıklar kulaklarımda, bir türlü gitmiyor.”

2011 yılında, “Kara Vagon” isimli 38 sürgünlerinin anlatıldığı bir belgesel için, harekata katılan iki asker daha vicdanlarının sesine kulak verdi. Bunlardan Haydar Dede, “…Adamları vurduk, vurdular. Şimdi şöyle kol kola taktılar. Şöyle kol kola taktılar beş yüz, alt yüz kişiyi ağır makineli tüfeklerle şöyle öldürdüler. Harçik ırmağına koydular, ırmak kıpkırmızı aktı” dedi.

Diğer asker, Eskeri Akyol da tanıklığını şöyle dile getirdi: “Diyarbakır’dan Dersim’e 7 gün 7 gece yürüyerek gittik. Gittikten sonra bizi Ali Boğazı'na verdiler. Gittiğimizde askerler evleri yakıyordu. Ulaştıkları tüm evleri yakıyorlardı. (…) Bombaları atmak zorundaydık mağaralara. Sonra gidip baktığımızda öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı... Öyle canlı canlı... (…) Yukarı Kutu Deresinde ceset kokusundan durulamıyordu. İnsanları öldürüp atmışlardı. Öylesine felaket görülmemiştir.”

2019 yılında bir başka askerin tanıklığı ile sarsıldık… 38 katliamına katılan bir asker, Dersim’deki günlerini, gün gün defterine kaydetmişti. Bu tanıklığın yukarıda aktardığım diğer vicdan azabı çeken askerlerin anlatımlarından farkı ve düşündürücü tarafı, günlük tutan askerin insan olanı kahreden kayıtsızlığı idi… 29 Kasım 2019 günü Agos gazetesine manşet olan yazısında, günlüğü ilk kez duyuran araştırmacı Zeynep Türkyılmaz’ın deyişiyle, “kötülüğün sıradanlığı” idi söz konusu olan…  (İzleyen günlerde, Mahsuni Gül imzasıyla bu günlük, kitap olarak yayınlandı: Bir Askerin Günlüğünden Dersim 1938, Fam Yayınları Aralık 2019)

Günlükten anlaşıldığına göre Samsun Çarşambalı asker Yusuf Kenan Akım, 27 Nisan 1938’de askerlik yaşamına başlıyor. Birliğine gelen emirle Samsun, Amasya, Sivas üzerinden trenle Erzincan’a geliyor ve 30 Temmuz’da arkadaşlarıyla Fırat kenarında fotoğraf çektiriyor. Tutulan kısa notlarda 38 katliamı olanca vahşetiyle bir kez daha gözler önüne sergilenirken, notların sahibi askerin kayıtsızlığı ise insanın kanını donduruyor…

“11 Ağustos: Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse yoktu. Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.”

“18 Ağustos: Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış.”

“3 Eylül: Cevizli ilerisindeyiz. Gece saat 12’de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7’de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan…”


Yolunuz düşerse Dersim’e, Munzur’a kulak verin, “Ewro roza İmam Useniya, gonia ma tewerte kuyo” feryatlarını duyacaksınız... (Bugün İmam Hüseyin’in günüdür, kanlarımız birbirine karışıyor.)

-----

*Dersim 38 ile ilgili daha geniş bilgiler için: Dersim... Dersim... (İst.2010) ve Yara/Yıllar Sonra Dersim (Van, 2022) adlı kitaplarıma bakılabilir.

Fotoğraf: Dersim'deki Seyit Rıza heykeli. 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —