Tarih: 22.02.2023 16:50

Depremin İnsanda Yarattığı Hüzün

Facebook Twitter Linked-in

Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz, sonra dönüp arkamıza bakıyoruz ki, bir arpa boyu bile yol bile gitmemişiz. Bir hayal İçinde yaşıyoruz da ondan mı? Yoksa  dümdüz sanılan yol, bir tabakadan ansızın bir başka tabakaya geçiş yüzünden, iç içe girmiş çemberler gibi dolambaçlardan mı? Bu konu üzerine uzun uzun düşünmek gerek.

Ülkemizde depremin meydana gelmesi ilk defa olan bir olay değildir. Tarih boyunca Anadolu’da birçok zamanlarda depremler olmuş ve insanların tepkisi de farklı olmuştur.

Felaketler, bazen toplumları bazen de fertleri vurur. Bazen tabiattan gelir insana bazen de insandan insana… Önemli olan felaket gelmeden önce tedbirini almaktır.  Türkiye’de son günlerde meydana gelen ve geniş kapsamlı coğrafi bir alanda on bir ili içine alan deprem, ne ilktir ve ne de son olacaktır. Yıkıntılar arasından doğrulanlar, birkaç canını o yıkıntılar arasında bırakıp kendi canını kurtaranların uğradıkları felaketlerden dersler almak suretiyle yeni tedbirler almak, üzerinde uzun uzadıya düşünmek, insanımız için temel bir yükümlülük olmalıdır.  İnsan derken elbette ki idare eden hükümetler ve devlet, bunun ilk sorumlularıdır.

Deprem olayını kadere bağlamak kestirme yoldan kolayca bir iştir. Yeni Çağ’ın kaderi yalnızlık, sevgisizlik ve duygusuzluk olsa da Müslüman bir toplumda bireyin farklı bir yeri ve inancı vardır.  Hep iyi olanı yaşayan, yayan ve aşılayan, insandan yana tavır koyan bir “diğerkâmlık” (hümanizm) peşinde koşmayı hedef almalıdır insan.

Bireyin herhangi bir çıkar gözetmeden ve dışarıdan herhangi bir karşılık beklemeden, yeri geldiğinde kişisel bir bedel ödeyerek, başka bir kişi ya da bir toplumun iyiliği adına fedakârlıkta bulunmak, onun hayat felsefesi ve dünya görüşü olmalıdır. Aynı zamanda, başkalarının yararını da kendi yararı kadar önemseme ya da diğer insanlar için maddi ve manevi kişisel çıkar gözetmeden yararlı olma ve bencil olmama, onun temel amacı olmalıdır. Bu depremde bu güzel anlayışın egemenliğine tanıklık ettik.

Geleceğin tehlikelerini görmek ve karşı tedbir almak, kuşkusuz idare edenlerin temel görev ve sorumluluklarıdır. Ancak felaket geldiği zaman koşuşan, koşturan ve meydana gelenlerin tekrar olmaması için tedbir alacağını söyleyenler, depremin şoku geçince, her şeyi unutmakta “oğlum bina okur, döner döner yine bina okur” misali eski tas eski hamam anlayışını tekrar devam ettirmekte bir sakınca görmemektedirler.

Maraş depremi, Türkiye’nin “Lizbon depremi” olur mu?

1 Kasım 1755 tarihinde meydana gelen Lizbon Depremi, depremin tetiklediği tsunami ile birleşince Avrupa kıtasının gördüğü,  sadece bu şehirde 30 ile 40 bin arasında insan hayatını kaybettiği ve Batı’da en büyük felaketlerden birine dönüştüğü bu deprem üzerine ülkemizdeki horozlar,  bir yandan pürüzlü pençeleri ile insanın ayağını tırmalıyor, öte yandan da ötüp duruyorlar…

Yüzleri, Batıya yönelik gibi görünse de aslında yüzleri inançsızlık evrenine dönüktür bu horozlar…. İçin için yanıp tutuşuyorlar, hülyalarında büyük buz parçaları, aysbergler taşıyorlar. Bunlar, mavi ve kara horozlardır, midenin ve karaciğerin üzerinde zıplayıp duran yaratıklardır.

Bunların amacı, Türkiye’nin Maraş depremini, “Lizbon depremi” ile karşılaştırarak din ve maneviyatın temeline dinamit yerleştirmektir. Bunlara göre Batıda bu “Lizbon Depremi”nden Rönesans hareketi doğmuştur. Bu horozların iddiasına bakılırsa: “Lizbon Depremi’nin bilinen en büyük etkilerinden biri, tüm Avrupa çapında entelektüel bir kırılma yarattığı ve Aydınlanma Felsefesi’ni beslediğidir. Depremler o tarihe kadar Allah’ın isteği ve dolayısıyla da İlahî adaletin tecellisi olarak görülürken, Lizbon Depremi’nden sonra ilahiyat ve din, toplumsal tartışmaların bir unsuru olmaktan çıktı, entelektüel gündemden düştü. O günden sonra ıstıraplarımızın sorumluluğu, bütünüyle omuzlarımıza yüklendi ve böyle de kaldı.” Şeklinde özetlenen Batılı bazı yazarın görüşlerini gündeme taşıyarak Maraş Depremi’nin, toplumun inanç sisteminden bir dönüşe neden olacağı ve onu başka bir yöne döndüreceğini hayal ediyorlar.

Aydınlanma Çağı olarak adlandırdıkları tarihi dönem, Batı toplumunda 18. yüzyılda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan bu çağın örneklerinden Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, René Descartes ve Gottfried Wilhelm Leibniz Voltaire, David Hume, John Locke ve Thomas Paine gibilerini gösteriyorlar. Bunlar, Hristiyanlığın etkili olduğu bir alanda yetişenlerdir. Oysaki insanımız tarih ve doğayı barıştıran bir dünya görüşü taşıdığından, incelmiş, sivrilmiş ve zaman zaman sıkıntılar çekmiş olsa da daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmayı başarmıştır. Geçmişte atalarımız tabiatın da değerini ve hakkını vermişlerdi. Biz, onu bir parça ihmal ettiğimizden şimdi aşırı hücumuna uğruyoruz. Bu sınır tanımaz Doğa anlayışı karşısına güçlü bir doğa anlayışını çıkarırsak ve tedbirlerini alırsak depremden en az etkilenen bir ülke haline geleceğimiz kuşkusuzdur.

Halkımız, deprem yaralarına sardıktan sonra tatlı bir rüyanın içinde yol alacak, efsane çizgileriyle gökyüzünden eleğimsağma ile ayrılan bir doğayı yaşayacaktır ve dağa tırmanmayı bilecektir. Yakmayan, fakat hafif hafif ısıtan bir güneş ve insan yüzünü okşayan bir rüzgar, dağdan gelen bir meltemin etkisiyle açan badem ve kiraz çiçeklerinin esintisi,  yüzleri okşayacak ve insanımızın gönlünü ferahlatacaktır. Işıl ışıl parlayan kaynaklara koşmasını bilecektir.

. Bunun yanında Lizbon Depremi’nin bilinen en büyük etkilerinden biri, tüm Avrupa çapında entelektüel bir kırılma yarattığı ve Aydınlanma Felsefesi’ni beslediğidir. Depremler o tarihe kadar Allah’ın isteği ve dolayısıyla da ilahi adaletin tecellisi olarak görülürken Lizbon Depremi’nden sonra ilahiyat ve din, toplumsal tartışmaların bir unsuru olmaktan çıktı, entelektüel gündemden düştü. O günden sonra ızdıraplarımızın sorumluluğu, bütünüyle omuzlarımıza yüklendi ve böyle de kaldı, diyor Judith Shklar (s. 81) (1).

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —