Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Demokratikleşme olmadan barış mümkündür fakat bunu durmaksızın tekrar etmekte bir problem var

Alper Görmüş yazdı;

Demokratikleşme olmadan barış mümkündür fakat bunu durmaksızın tekrar etmekte bir problem var

İddialar üçe ayrılır: Gerçekleşen (sevindiren), gerçekleşmeyen (üzen) ve sonuç ne olursa olsun biraz üzen biraz sevindiren iddialar… Bu sonuncu türde, iddiaya arzu edilenin değil arzu edilmeyenin tarafında girilir. Yani diyelim takımınız ‘A’ rakip takım ‘B’ ile maç yapıyor. Üçüncü türden, yani sonuç ne olursa olsun biraz üzen biraz sevindiren bir iddianız olsun istiyorsanız “B takımı kazanacak” demelisiniz. Bu durumda takımınız kaybettiğinde iddiayı kazanıp maddi ödülle teselli bulursunuz. Yok, takımınız galip gelirse iddiayı kaybettiğinize fazla üzülmezsiniz.

Erdoğan’ın siyaseti baskıcı araç ve yöntemlerle sürdürmeye devam edeceği, buna mecbur olduğu biçimindeki yıllara sâri iddiam işte bu üçüncü türden iddianın sınırları içine giriyor. Erdoğan zaman içinde baskıcı yönetimini sürekli olarak sıkılaştırıyor ve benim iddiam her seferinde biraz daha doğrulanıyor. Ve bir gün bu eğilim tersine dönerse, iddiam yanlışlandı diye karalar bağlamayacağım, tam tersine sevineceğim.

Fikri takibi sürdürüyorum; bu defa, çözüm sürecinin atmosferinde Türkiye’nin önünde halka halka genişleyecek demokratik bir geleceğin olduğu yönündeki beklentileri fiili durumla karşılaştıracağım.

Ama önce bir arka plan hatırlatması yapmalıyım, çünkü bir fikri takibin her aşaması bunu gerektirir.

 

Tartışmayı tazeleyen fikir: “İktidar zaten güçlü, otoriterliğe ihtiyacı yok”

Tartışmayı tazeleyen fikir ortaya atıldığında ben ilk kez altı yıl önce yaptığım tespite artık daha çok inanıyordum. Erdoğan’ın otoriterliğinin yumuşayıp geri sarması ihtimalinin kalmadığına dair bu tespiti “AK Parti geri dönüşü olmayan yolda mı? Evet!” başlıklı yazıyla yapmıştım (20 Haziran 2019) ve o günden beri her kritik aşamada bu tespitin geçerli kalmaya devam ettiğini savunduğum yazılar kaleme aldım. (Yakınlardan bir örnek olarak: “Erdoğan sopasız yönetemez ve bu yoldan da dönemez”, 20 Ağustos 2024).

İşte savunageldiğim bu düşünce nedeniyle “İktidar zaten güçlü, otoriterliğe ihtiyacı yok” fikri bende konuya yeniden dönme ihtiyacı uyandırdı ve döndüm. Bu defaki yazının başlığı şöyleydi: “’İktidarın bugün otoriterleşmeye ihtiyacı var mı?’ Var, hem de nasıl…

Başlığın açılımı da şöyleydi:

“’İktidarın bugün otoriterleşmeye ihtiyacı var mı?’ sorusunu salt iktidarın gücüne bakarak cevaplamak ve ‘yeterince güçlü, o halde otoriterleşmeye ihtiyacı yok’ demek mümkün mü? Bence bu son derece yetersiz ve yanıltıcı bir ölçü. Bu bakış açısı Türkiye’de zamana yayılan tedrici bir ihtilalle bir rejimden diğerine geçilmekte olduğu gerçeğini ıskalıyor: Evet, sadece bir anda patlayan ‘gürültülü’ ihtilallerin yürütücüleri değil, zamana yayılmış ‘sessiz’ ihtilallerin yürütücüleri de otoriterliğe ihtiyaç duyar. Hatta bunun mecburiyet halini aldığı durumlar da olabilir. Türkiye’deki soru bu noktaya gelinip gelinmediğidir.”

İşte, iktidara “yanlış yapıyorsun, zaten çok güçlüsün, bu kadar otoriter olmana gerek yok” tavsiyeleri yapılırken, “normalleşme”nin Özgür Özel tarafından tek yanlı olarak bozulduğunu öne sürüp kendisinin ve partisinin başına gelenleri bu oyunbozanlığa bağlama temrinleri peş peşe sıralanırken 19 Mart geliverdi. Bir gün önce diploması iptal edilen Ekrem İmamoğlu önce gözaltına alındı sonra tutuklandı, sonra da neler oldu neler. 

Aslında bölgesel iddialarını realize etmek için Kürtlerle yaşadığı yüz yıllık gerilimi ortadan kaldırmak gibi tarihi bir misyon üstlenen bir iktidarın ülkenin genelinde bir ferahlamayı, demokratikleşmeyi başlatması mantık gereği. Ne var ki iktidarın 10 yıldır kurmakta olduğu yeni rejimin bir numaralı umdesi “ya yerli ve millisin ya kara toprağın” olduğu için ferahlama, demokratikleşme gibi kavramlar iktidarın kitabında yazmıyor. “Rejim demokratikleşmeden barış olmaz” şeklindeki geçersiz argümanı yerden yere vurup silahsızlanma ve barış yönündeki mevcut ilerlemeyi “bakın, olabiliyormuş”un kanıtı diye göstermek iktidarın baskıcı rejim inadını görmeyip üzerinden atlayabilmek için elverişli bir araç olabilir. Fakat bu doğru bir soru mudur? Bence değildir. Doğru soru, “İktidar neden barış ve silahsızlanma gibi bir imkânı demokratikleşme için bir fırsat olarak kullanmıyor”dur.

Kullanmıyor, çünkü bu rejim yeni bir makbul kimlik belirledi, siyaset etme tarzını bunun dışında kalanların tepesinde boza pişirmek olarak belirledi ve bu yolda o kadar çok ilerledi ki artık geri dönüşün imkânını da ortadan kaldırdı.

Rejim böyle bir öz taşıdığı ve bu uğurda büyük bir kararlılığa sahip olduğu için Erdoğan toplumsal çatışmayı seyreltebilecek bütün imkânların üzerinden buldozer gibi geçti, tercihini hep sertlik yönünde kullandı.

Bazılarını hatırlayalım:

Bir: Erdoğan Haziran 2015 seçimlerinde ilk kez tek başına iktidar kurma şansının kalmadığını anlayınca sanki bir AK Parti-CHP koalisyonuna onay veriyormuş gibi davrandı. Bu uğurda zamanın başbakanı Ahmet Davutoğlu bir sürü nafile görüşme gerçekleştirdi. Bu koalisyonun kurulamamasında CHP’nin isteksizliğinin ve basiretsizliğinin de payı vardı kuşkusuz, ama sonradan öğrendik ki asıl istemeyen Erdoğan’mış ve her şey vakit kazanmak içinmiş. 

İki: İktidarda kalmanın sertleşerek de yumuşayarak ve güç paylaşarak da imkân dahilinde olduğu ve Erdoğan’ın sertleşmeyi seçtiği ikinci tarihi an 15 Temmuz’du. ‘Darbeder’ bir ülkede, girişilmiş fakat başarıya ulaşamayıp akim kalmış bir darbe kadar büyük bir demokratik imkân az bulunur. Yaşadık ve gördük; darbeler ülkesi Türkiye, akim kalmış darbe şansını nihayet yakaladı, fakat sonrası çok fena geldi. 15 Temmuz demokrasinin büyük imkânıydı, fakat Erdoğan’ın otoriter arzularının mezesi oldu.

Üç: Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart 2019 gecesi, yani İstanbul’u kaybettiği seçimden hemen sonra, MHP ile kurdukları Cumhur İttifakı “sapasağlam”ken bir “Türkiye İttifakı” çağrısı yaptı. Çağrı, ittifak ortağı MHP hariç bütün çevrelerde olumlu karşılandı, siyasi atmosfer bir anda yumuşadı. Erdoğan’a göre “artık kucaklaşma zamanı”ydı. Nitekim birkaç gün sonra çıktığı bir televizyon programında “Türkiye ittifakı” söylemini, “Dönem, kızgın demiri soğutma dönemidir” ve “Hepimiz 82 milyonluk Türkiye gemisinin yolcularıyız” sözleriyle yeniden gündeme taşıdı. Ne var ki onu da bir sertleşme dalgası izledi.

Dört: Meşhur ‘normalleşme’ dönemi… Bu dönemin sona ermesinde CHP medyasının, kanaat önderlerinin ve CHP tabanındaki Erdoğan alerjisinin payı vardı tabii fakat böyle bir sürecin katline fermanı ancak güç sahibi iktidarın vereceği de tartışmadan varestedir. Nitekim bu süreç can çekişirken onu öldüren asıl darbe Esenyurt Belediyesi operasyonuyla iktidardan geldi.

Ve nihayet beş: Niyeti olan bir iktidarın, barış ve silahsızlanma sürecinin tamamına ermesini neredeyse garantileyecek şekilde, bu sürece paralel bir yumuşama, baskıyı gevşetme, demokratikleşme sürecini birlikte yürütmesi gerekmez miydi? Peki, o ne yapıyor? Ülkenin en büyük sorununun çözümünü belki de yarı yolda bırakacak bir tercihte bulunuyor.

Toplumsal gerilimi izale etme potansiyeli taşıyan tarihsel fırsatları tepmede bu kadar kararlı davranan bir iktidardan yumuşama beklemenin, onun her çağrısında yumuşamanın iyimserlikle açıklanacak bir yanı kalmadı artık. 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER