Covid-19 sonrası Türkiye: ABD, Rusya, AB, NATO

Sönmez Köksal'ın değerlendirmesi;

Covid-19 sonrası Türkiye: ABD, Rusya, AB, NATO

Covid-19 salgını uluslararası dengeleri değiştirirken Türkiye’nin ABD, Rusya, AB, Çin ve Orta Doğu ile ilişkilerini de etkileyecek. Fotoğraf, salgın Avrupa’yı vurmadan bir süre önce, 3-4 Aralık 2019’da Londra’ya yapılan NATO zirvesinden. (Foto: Cumhurbaşkanlığı)

Covid-19 salgınının etkileri durulduktan sonra küresel planda meydana gelebilecek gelişmeler Türkiye’nin bölgesel konumunu ve uluslararası ilişkilerini etkileyecektir. Bu ilişkiler arasında Türkiye’nin ABD ve Rusya ile ilişkilerinin yanı sıra üyesi olduğu savunma örgütü NATO’nun ve güçlü siyasi ve ticari bağları bulunan Avrupa Birliği (AB) ile ilişkileri öne çıkıyor. Orta Doğu’daki belirsizlik ve çatışma ortamı da yeni dönemde Türkiye’nin stratejik tercihlerinde rol oynamaya devam edecek.
Yeni dengelerde Türkiye’nin bazı avantajları olduğu muhakkak. Ancak bunun yanında önemli bazı zafiyetlerinin bulunduğunu da kabul etmemiz lazım ki uygun politikalar üretilebilsin. Yıllardan beri gündemde olan ekonomik yapısal reformların bir türlü uygulamaya konulamamış olması; kaynak yaratmaktaki güçlükler; eğitim konusunda arzulanan düzeyin bir türlü yakalanamamış olması; göçmen sorunun toplum açısından yükünün – özellikle entegrasyon – her sene daha da artacak olması; toplumsal dayanışmanın arzulanan kapsayıcılık ilkesi üzerine bina edilememiş olması; sınırdışı operasyonların kalıcılık kazanma ihtimali gibi bir çok unsur, bu kriz dönemi sonrası için arzulanan düzeyde iyimser olmamızı engelliyor. Buna mukabil, sağlık sisteminin virüs tehdidini göğüsleme açısından şimdiye kadar elde ettiği başarı –nihai sonuçlarını tam değerlendirmek için vakit erken de olsa– çok önemli.

Coğrafya belirleyici olmaya devam edecek

Türkiye’nin tehdit algılamasını şekillendiren en önemli unsur coğrafyası olmaya devam edecektir. Biliyoruz ki bu coğrafya bizim en önemli avantajımız ve değerimiz. Yeter ki, bu konumun gerektirdiği geleneksel, akılcı politikaları uygulayalım. Zira, söz konusu politikalardan sapma olduğunda, bu değerli coğrafyanın risk ve tehdit altına girdiğini biliyoruz. Bu jeopolitik sabit unsur yanında, daha önce kısaca değindiğim üzere, uluslararası dengelerde dijital gelişmelerin ortaya çıkaracağı yeni güç oluşumları yanında, özellikle pandemi sonrası “derin çevremizde” oluşması muhtemel istikrarsızlık odaklarından kaçınılmaz olarak orta ve uzun vadede ülkemizin de etkilenmesi beklenir.
Küresel plandaki gelişmelerin yaratacağı yeni dış risk ve tehditlere ilaveten ülkemizin kronik nitelik alan etnik ayrılıkçı terör, uyuşturucu, organize suçlar, kara para, radikalizasyon yanında yeni bir gelişme olarak özellikle siberterör gibi tehditlere maruz kalacağı söylenebilir.
İstesek de istemesek de uluslararası politikanın gerçekleri ile yaşamak durumundayız. Jandarması ve hâkimi bulunmayan bu karmaşık alanda her devlet yaşamasını sürdürmesinin garantisi olan güvenliğine sahip çıkmak amacındadır. Bu çerçevede Türk ulusunun güvenliğinin anahtarı, özgürlükçü demokrasi içinde refahını sürekli geliştirmek amacıyla çağının teknoloji dahil hiçbir değerlerinden kopmamasında yatıyor.

Orta Doğu ve kuşak bölge

Mezhepçiliğin, aşiretçiliğin, siyasi, ekonomik, sosyal her türlü ayırımcılığın zayıflattığı, yer yer sıcak çatışmaların sürdüğü bölgede, iç ve dış güçlerin etkinlik sağlama mücadelesi devam ediyor. Dini etkilerin bertaraf edilip normatif hukuk üzerine bina edilmiş sağlam devlet yapılarının yokluğu ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamada gösterilen zafiyet, bir bakıma bölgenin yaşadığı istikrarsızlığın en önemli nedeni. Son dönemde bölge önemli değişiklikler yaşadı. Cezayir ve Sudan’da hükümetler değişti, İran, Lübnan ve Irak halk hareketleriyle sarsıldı, Tunus’ta demokratik süreci hâlâ ayakta tutan serbest seçimler yapıldı, İsrail, Trump Yönetiminin büyük desteğini aldı ancak Filistin sorununun çözümünden de o ölçüde uzaklaşıldı. Petrol fiyatlarındaki son büyük düşüşün yaratacağı çalkantıların petrol üretici Körfez ülkeleri üzerindeki etkileri henüz kestirilemiyor. Bununla beraber bölgede Müslüman Kardeşler korkusuyla mücadele stratejilerini kendi sınırları ötesinde Sahel derinliklerine kadar taşıyan Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) son dönemde Yemen üzerinden ayrıştığı müttefiki Suudi Arabistan yanında önemli bir aktör olarak sahneye çıktığı görülüyor.
İran yarım asırdır kifayetsiz, ehliyetsiz, yolsuzluk ve istismar üzerine dayalı bir rejim altında zaman zaman sonuçsuz başkaldırılar yaşıyor. Bu ülkenin siyasallaştırdığı Şii mezhebi aracılığı ile Lübnan ve Irak üzerinde yaratmaya çalıştığı nüfuzun adeta sınırına gelmiş ve bu ülkelerdeki seküler damarları da tetiklemiş gibi görünüyor. ABD’nin İran’ı hedef alan politikaları açısında en önemli mülahaza Irak’da yaptığı – devlet yapısını çökertme – hatasını tekrarlamamasıdır. Zira, rejimlerle uğraşırken devlet yapılarının çökertilmesinin dramatik sonuçlarını Irak’ta yarattığı bütün olumsuz sonuçlarla bütün bölge hâlâ yaşıyoruz.

PKK, ABD silahları ve Suriye

Uzun yıllardan beri maruz kaldığımız etnik ayrılıkçı terörün arkasındaki PKK, örgütünün güvenlik kuvvetlerinin kazandığı yeni teknik kabiliyetlerin de katkısıyla iyice zayıflatıldığı anlaşılıyor. Değişen yeni koşullarda arkasındaki desteğin gittikçe azalacağı ve Irak ve Suriye’de ortaya çıkması muhtemel değişimlere paralel olarak kimlik değiştirerek yoluna devam etmek isteyebileceği akla geliyor. Bu arada ABD’nin geçtiğimiz yıllarda bölgeye gönderdiği silah ve mühimmatın akıbeti hâlâ soru işareti olmaya devam ediyor. Proxy (vekil) güçler aracılığı ile politikalarımızın fiili eylemlere dönüştürülmesi arayışlarının dış politika araçlarımız arasına girdiği bir dönemdeyiz. Bu tür güçlerle beraberliğin -meşru devlet kuvvetlerinin alışık olmadığı- esnekliği, oynaklığı, değişkenliği, ilkesizliği ön plana çıkardığı ve bu defa iç güvenlik açısından farklı boyutlarda değişik risk ve tehditler ürettiği biliniyor.
Genel olarak Türkiye’nin bölgeye dönük politikalarında şimdilik önemli bir değişiklik yaşanmayacağı anlaşılıyor. Türkiye karşıtı politikaları finanse eden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) petrol gelirlerindeki azalmanın bu ülkelerin Libya dahil bölgesel aktivizmini frenleyip frenlemeyeceğini zaman gösterecek. Başta Ürdün, Lübnan ve diğer bütün bölge ülkelerinde ortaya çıkabilecek sosyal hareketliliği önleyecek mali yardımlar konusunda da bu petrol zengini ülkelerin fazla kullanabilecekleri bir imkân kalmayacak gibi görünüyor.

Petrol sarsıntısı Irak, İsrail, Filistin

Fosil yakıt fiyatlarındaki önemli düşüş, iklim koşullarının, teknolojik gelişmelerin ve pandeminin ortaya çıkaracağı yeni tüketim eğilimleri sonucu Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin dışında kaldığı petrol-gaz araştırma ve pazarlama projelerinin duraksayacağı anlaşılıyor. Ortaya çıkacak zaman boşluğunun sorunun yeniden ortaklaşa ve hakkaniyete uygun biçimde ele alınmasına fırsat yaratabileceği akla geliyor.
Petrol gelirlerindeki dramatik düşüşün en fazla etkileyeceği ülkelerin başında Irak geliyor. Zaten aşılması zor ekonomik ve sosyal açmazlar içinde çırpınan bu ülkenin daha da ayrışması ve zayıflaması muhtemel gibi görünüyor. Suriye’de devlet yapısı çökertilmeden rejim değişikliği çabalarının yoğunlaşması beklenir. Rusya Federasyonu’nun askeri angajmanının – ekonomik maliyeti nedeniyle – daha ne kadar ve hangi yoğunlukta süreceği bilinmiyor. Ancak, bu ülkenin Suriye’de sağladığı tarihi önemdeki stratejik kazanımlarını her şartta muhafaza etmek isteyeceği muhakkaktır.
İsrail bölgede kendisini en güvende hisseden ülkesi konumunda. Trump’ın desteği ile Filistin’e karşı tarihi sayılacak kazanımlar elde etti ve ihtilaftaki dengeyi artık iyice kendi lehine çevirdi. Yakın bölgedeki düşmanlarının dağılma noktasına gelmeleri ve Arap dünyasındaki kazanımları, yüksek teknoloji alanındaki büyük birikimi, İsrail’i pandemiden en avantajlı çıkacak ülkelerin başına koyuyor. Bu ülkeye dönük politikamızın bölge gerçeklerinden hareketle yeniden şekillenmesi ümit edilir.
Aynı şekilde Arap aleminin yarısı değerinde olan Mısır Türk dış politikasının bu dünyaya ve kontrol ettiği Afrika derinliklerine dönük politikasında her zaman kilit rolü oynamıştır. Rejim değişikliği Mısır’ın konumunda ve öneminde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Buna ilaveten Doğu Akdeniz ve Libya politikalarımızda, bu aşamada yanımızda yer almasa bile nötralize edilmesinin sayılmaz avantajları vardır.

Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında sürdürdüğü dengeli ilişki, son yıllarda Rusya lehine bozulmuş görünüyor. Erdoğan’ın Putin ile 5 Mart 2020 görüşmesi ardından yüz ifadesi binlerce sözcükten fazlasını anlatıyor. (Foto: Cumhurbaşkanlığı)

ABD-Rusya ekseninde bozulan denge

Geleneksel Türk diplomasisinin mahareti bu iki ülke ile ilişkilerini belirli bir denge içinde götürmekte yatardı. ABD ile müttefik vs ilişkilerimizin yarattığı baskıyı hafifletmekte Vaşington’un on bin kilometre uzakta olması lehte bir unsur, Rusya Federasyonu ile sınırdaş olmamızın yakınlığını ise aleyhte bir unsur olarak değerlendirilir ve bu mesafe anlayışı, birbirini dengeleyen bir ustalıkla ve karşılıklı çıkar esası üzerinden yürütülmeye çalışılırdı. Bu politika Türkiye’nin yukarıda önemini vurguladığım coğrafyasının kendisine dikte ettiği gerekliliğin sonucudur. Son dönemlerde, bir kısmı bizim kontrolümüz dışında gelişen nedenlerden dolayı bu denge Rusya lehine değişmiş görünüyor. Yakın çevremize göz atınca Rusya Federasyonu’nun Türkiye ile ilişkileri açısından uyguladığı politikaların fazla güven verici olmadığını gözardı etmemek lazım : tarihi bağlarımızın olduğu Kırım işgal edilmiş, Ukrayna bölünmüş, Kafkaslarda Gürcistan parçalanmış, Ermenistan’la ortak sınırımızda Rus askeri nöbet tutuyor, Karabağ ihtilafı sürüncemede bıraktırılıyor, Suriye’de durum malum, Doğu Akdeniz’de karşımızda, KRY ve Kıbrıs’la ortak dinin pekiştirdiği sıcak vazgeçilemeyen dostluk, Libya’da ise gene tam karşımızda.
Buna mukabil, enerji, ticaret, turizm vb gibi alanlarda gelişen ilişkilerin her iki ülke çıkarına cevap verdiği söz götürmez. Zaten Türk dış politikasının 70 yıldan bu yana bir diğer önemli değişmezi de RF ile ilişkilerini karşılıklı çıkar ve güven içinde geliştirip yürütmek olmuştur.

S-400 ve F-35 sorunu

Bu yoğun ilişki ağı içinde S-400 olayının ABD ile ilişkilerimizde yarattığı asimetrinin bedelinin, F-35 projesinden dışlanma yanında, ilişkilerimizin çeşitli alanlarında yaşanan olumsuzluklarla oldukça ağır sonuçlar verdiği anlaşılıyor. Bu ülke ile ilişkilerimizin kurumsallık ötesinde Başkan’ın şahsı üzerinden yürütülmesinin dönem dönem sıkıntılara yol açtığı da anlaşılıyor. Bu noktada Kasım 2020 seçimlerinin sonuçlarına dair ihtimallere hazırlıklı olmamız gerekecek.
Pandemi sonrası şekillenecek yeni koşullarda, Türkiye’nin coğrafyasının kendisini mecbur kıldığı dengeleri bu defa ortaya çıkacak yeni güç odaklarına göre yeniden ayarlaması güvenliğinin bir diğer ana koşuludur.

NATO yeni stratejiyi çalışmaya başladı

NATO muhtemelen kuruluşundan bu yana –üye ülke ekonomilerinin çökme tehlikesi ve bazı üye ülkelerde karar mekanizmalarının felce uğramış olması nedenleriyle– en kapsamlı tehditle karşılaşmış gibi görünüyor. Baştaki hareketsizliğinin yarattığı boşluğu Çin ve Rusya Federasyonu’nun doldurmaya çalıştığına şahit olduk.
ABD Başkanı Donald Trump’ın özellikle “yük dağılımı” konusunda başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerini hedefe koyduğunu biliyoruz. Korona Covid-19 krizi sonrası savunma harcamalarında kısıntı ihtiyacı ortaya çıktığında ilk gündeme gelecek konu muhtemelen bu olacaktır. Ancak, krizin Avrupa ülkelerinde yaratacağı tahribatın boyutları hesaba katılacak olursa savunma harcamalarındaki imkânların daha da daralacağı anlaşılır. Pandemi sonrası yakıcı sorunlardan birisi de hiç kuşkusuz askeri harcamalar konusu olacaktır.
Bir diğer önemli mesele de Başkan Trump veya Joe Biden seçilsin Çin’le ilişkiler ABD’nin mutlak önceliği olacaktır. Başkan Yardımcısı Mike Pence’in gelecek on yıllarda NATO’nun karşısındaki en büyük meydan okumanın Çin olacağı yolundaki yeni beyanatı bu ülkenin ulusal stratejilerini yansıtıyor. ABD’nin dikkatini ve gücünü Uzak Doğu’ya çevirmesinin Avrupa kanadında yaratabileceği muhtemel zafiyetin Orta Avrupalı NATO ülkeleri açısından büyük endişe kaynağı olduğu biliniyor.

Türkiye-NATO: göç ve terörizm

NATO’nun karşılaştığı en önemli zorluklardan birisi de her üyesinin- şiddet ve radikalizasyon, terorizm, kitlesel imha silahlarının yayılması ve periferisinde çöken devlet otoritesinin yarattığı istikrarsız coğrafyalar gibi -asimetrik tehditleri farklı farklı algılamaları ve ortak yaklaşımda bir türlü mutabık olamamalarıdır. Bu açmazların, yıllardan beri Türkiye’ye yönelik ayrılıkçı terör ve buna bağlı tehditler konusunda yaşandığı biliniyor. Ayrıca, toplumların günlük yaşamını alt üst eden bir olgu olarak Türkiye’ye (Doğusundan ve Orta Doğu’dan), Güney Avrupalı üyelere de daha çok Afrika’dan yönelen ve pandemi sonrası muhtemelen olağanüstü boyutlara erişecek yasa dışı göç aciliyetini sürdürecek ve bölge için istikrarsızlığı arttırıcı etken olabilecektir. Bunun yanında üye ülkelerin hibrid savaş diye adlandırılan ve daha çok siber saldırılarla ulusal ve mikro düzeyde risk ve tehditlerle –toplumun bölünmesi, özgürlüklerin değersizleştirilmesi, düşmanlıkların ve ırkçılığın tahriki, seçimlere müdahale vb– karşılaştığına şahit oluyoruz.
Şimdilik NATO’nun yeni dönem stratejileri konusunda görevlendirdiği uzmanların raporunu beklemek gerekiyor. Ancak, saldırı halinde müttefiklerin birbirine otomatik yardımda bulunma mecburiyeti konusunda gerekli olan oy birliği sisteminde değişikliğe gidilebileceği bu aşamada pek tahmin edilmiyor. Böylesine önemli bir imtiyazı her halde hiçbir üye terk etmek istemeyecektir. Bunun dışında gönüllülük esası üzerinde ortak hareket imkânı verecek mekanizmaların kurulması belki mümkün olabilir.

AB Covid-19 karşısında hipnotize oldu

İngiltere’nin Birlikten ayrılmasının çok büyük bir zafiyet yarattığı muhakkak. Ayrılığın böylesine kritik bir dönemde yaşanıyor olması hem AB hem de İngiltere açısından ayrıca bir talihsizlik.
Üye ülkelerin hepsinin salgını değişik şiddette yaşadıkları görülüyor. Almanya hem ekonomik açıdan hem devlet yapısı ve organizasyon gücü ile liderlik yetenekleri itibarıyla en başarılı ülke konumunda. İtalya, İspanya ve Fransa muhtemelen bu dönemden en fazla hasarla çıkacak üye ülkeler arasında yer alacaklar.
AB organları salgının başladığı sıralarda adeta hipnotize olmuş gibi hareketsiz kaldılar. Bunda belki Komisyon üyeleri ile Başkanının ve Konsey Başkanının ilk alışma dönemlerine rastlamış olması rol oynamış olabilir. İtalya’nın imdat çağrılarına- Türkiye dışında -uzun süre cevap veren olmadı. Epeyce bir süre sonra Brüksel ve bazı üyeler hareketlenmeye başladılar.
2008 dünya krizinde ve Yunanistan’ın aşırı borç sorunun aşılmasında ortaya çıkan sorun bu vesileyle daha da açık biçimde ortaya çıktı: zamanında yaratılan Euro’nun arkasında bulunması gereken ortak mali ve bütçe politikaları ulusal yetki alanına bırakıldığından, sistemin bu ayağı açıkta kaldı. Ulusal egoların tepe yaptığı bu tür kriz dönemlerinde ve gerçek liderlerin yokluğunda böylesine önemli sorunların çözümünü beklemek gerçekçi olmaz.

“Saadet zinciri” devam etmeyebilir

Bütün bu güçlüklere rağmen AB, özellikle ekonomik, mali ve ticari alanlarda üyelerine öylesine büyük avantajlar sağlıyor ki bundan hiçbir üyenin –ama özellikle küçük üye ülkelerinin ayrıca yararlandıkları ek siyasi avantaj nedeniyle- vazgeçmesi beklenmez. Mevcut ittifaka dayalı oy sistemi nedeniyle AB, her üyesinin kendi menfaatini korumak için veto tehdidi ile diğerlerini pazarlığa mecbur kılan adeta bir “saadet zincirine” dönüşmüş vaziyette. Sürekli pazarlığa dayalı bu küçük çıkar kavgaları, AB’nin büyük manzarayı görmesini engellediği gibi hem güç kaybına hem AB vatandaşları nezdinde saygınlığını hem de üçüncü taraflar nezdindeki etkisini yitirmesine yol açıyor.
Sürekli küçük çıkarlar üzerinden veto tehdidi, siyasetin de maalesef en küçük ortak değer üzerine bina edilmesine neden oluyor. Onca yönetim kapasitesi ve parasal zenginlik adeta bürokratik çarklar arasında heba ediliyor. Bu durumun böyle devam etmeyeceğini ümit edelim. Öyle zannediyorum ki “Halkalar Avrupası” veya “değişken geometri” senaryosu AB’yi “en küçük ortak payda” dar görüşlülüğünden kurtaracak en güçlü çözüm olabilir. “Halkalar Avrupası” veya” değişken geometri” senaryosunun gerçekleşmesini ümit edelim.

Türkiye-AB ilişkilerinde sorun sürer

Kıbrıs Rum Yönetimi (KRY) ve Yunanistan şimdiye kadar nöbetleşe Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin önünü kesme yarışı içinde oldular. KRY’nin üyeliği öncesi bazı “Büyükler” Yunanistan’ı bize karşı “engelleyici” unsur olarak kullandılar. KRY’nin haksız üyeliğinden sonra Katılım Müzakerelerinin başlamasıyla bu defa müzakerelerin hızını ayarlamak ve arzulanmayacak bir aşamaya geçmesini engellemek için gene bazı “Büyüklerin” duruma göre beraberce veya ayrı ayrı bu iki “jokeri” ileriye sürdüklerine şahit olduk.
Bugüne gelince, dünyadaki güç manzarasının radikal değişim arifesinde olduğu böyle bir dönemde Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sadece Gümrük Birliği reformu ve göçmen meselesine indirgenmesinin sürdürülebilir olduğunu zannetmiyorum. Türkiye için AB ile ilişkilerinin –her açıdan jeopolitik, siyasi, ekonomik, ticari, sosyal, insani vb- önemli olduğu kadar, aynı şekilde AB açısından da Türkiye ile ilişkilerinin KRY ve Yunanistan’ın şantajına teslim edilmeyecek kadar yaşamsal olduğu muhakkak. Bunu Fransız düşünce kuruluşu IFRI, 2000’li yıllarda yaptırdığı ticaret ve istihdam odaklı çok kapsamlı bir çalışma da – eğer AB global düzeyde önemli bir oyuncu olmak istiyorsa Türkiye ile birlikteliği kaçınılmazdır mealinde sonuca ulaşan – ve daha sonra yok edilen rapor da ortaya koymuştu.

Ya oylama sistemi, ya yeni bir halka

O itibarla Türkiye’nin AB demeyelim de Batı Avrupa ile ilişkilerini – bu bilinmeyenin daha da arttığı dönemde- Almanya-Fransa-İspanya-İtalya-Polonya gibi ülkelerle yeniden tasarlanması gerekiyor. Bu ülkeler- ya AB içinde KRY ve Yunanistan’ın “ilacı henüz keşfedilmemiş Türkiye karşıtlığı” hastalığını- oylama sistemi değişikliği yaparak- bertaraf etme sorumluluğunu üstlenirler veya Türkiye ile ortak çıkar temelinde, gene de Gümrük Birliği dolayısıyla AB etrafında yeni bir çember oluştururlar. Bu yaklaşımın “sev veya terk et” politikası olarak değil, tam aksine geniş kapsamlı kalıcı ekostratejik bir iş birliği olarak ortaya konabilir. Böyle bir model, izlenecek seçeneğe göre AB mimarisinde ve oy sisteminde önemli değişiklikleri de beraberinde getirebilir.
Bu arada, İngiltere’nin Brexit sonrası AB ile güvenlik, dış ilişkileri ve ticaret rejimini şekillendireceği modelin nasıl olacağını çok yakından izlemek de yararlı olacaktır.
Burada karşımıza çıkacak sorun haklı olarak Kopenhag siyasi kriterlerine uyum olacaktır. Bunun nasıl aşılabileceği hususu apayrı bir konu. Ancak halen üye olanlardan Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi ülkelerin bu kriterlere ne derece uydukları da ayrı bir soru. Ayrıca, Kopenhag kriterlerine uyum alanında Türkiye’nin çaba gösterdiği dönemlerde de AB’nin yukarıda andığım küçük çıkar hesapları yüzünden Katılım Müzakerelerinde gerekli teşvik edici adımları atmadığını da hatırlamak gerekir.

YETKİN REPORT