CİHAN AKTAŞ İLE SİNEMA ÜZERİNE: İRANLI SİNEMACILARA TEŞEKKÜR BORÇLUYUZ

Cihan Aktaş: Kamera varlığın derinliklerine yöneldiği ölçüde gündelik hayatın hızlı akışında göz ardı edilen ayrıntılara da yönelmelidir..

CİHAN AKTAŞ İLE SİNEMA ÜZERİNE: İRANLI SİNEMACILARA TEŞEKKÜR BORÇLUYUZ

Sizce sinemayı bir sanat dalı mı yoksa bir propoganda aracı olarak mı değerlendirmek gerekir? Bu soru bağlamında sinemanın bir “sektör” haline gelmesi nasıl mümkün?

Sinema pahalı bir tekniğe ihtiyaç duyan bir sanat. Propaganda aracı olarak görülmesi her sanat dalı gibi sinemayı da yozlaştırır. Biz bunu Sovyet edebiyatı ve sinemasında teşhis edebiliyoruz. Sinemanın sektör haline gelmesi iki yolla mümkün. İlk olarak estetik açıdan da değerli büyük yapımlar gerçekleştirmek, ikinci olarak ise bir akım özelliğini ortaya çıkaracak belirginlikte farklı ve nitelikli yapımlar ortaya koymak.

Sizce ideolojik sinema, sinema sektörünün neresindedir?

Bu tür bir sinema pekala popülist bir filmde de kendini gösterir, entelektüel sinemada da. Bir dönemin Yılmaz Güney filmleri buna örnektir. Diğer taraftan Yurttaş Kane, Dövüş Kulübü gibi değerli filmlerin bir “ide”leri olduğundan kuşku duyulamaz. Aynı zamanda gişede başarılı olan filmler bunlar. Çünkü sağlam bir senaryoya yaslandıkları gibi, toplumda belirli bir eleştiri ve ihtiyaca karşılık geliyor, seyircide bir özdeşleşme sağlıyorlar.

Sinemayı İslam medeniyeti içerisinde nerede konumlandırırsınız?

Sinema, İslam medeniyetinin icadı olmayan, ancak İslam’la bağdaşır bir sanat kanımca. İran sinemasının gösterdiği başarı ve Türkiye’de de son olarak Semih Kaplanoğlu filmlerinin kaydettiği seviye, bunun göstergeleridir. Müslümanların, sinema gibi görselliğin öne çıktığı bir alanda kendilerini değerleriyle birlikte ifade edemeyeceği görüşüne katılmıyorum ben. Çünkü bu görselliği derinleştirerek bir taklit, bir görünüş olmaktan öte geçirecek olan yönetmendir. Sinema kanalıyla göstermenin İslamîliği, doğrudan doğruya neyi ve nasıl gösterdiğinize bağlıdır.

Ressam Clain’in on beyaz tuvali gibi. On beyaz tuval, boşluğu değil eserle ilgili arzuyu yansıtıyor. Sinema sahnesi de boş bir tuvaldir. Oraya görüntüleri yerleştirecek olan yönetmendir. Başka türlü bir bakışı yansıtmanın mümkün olabileceği boş bir tuvaldir sinema sahnesi. Yürek neyi görüyor, yoksa görmüyor mu, gördüğünü usturuplu bir şekilde niye gösteremesin... Apolloncu gözün amaçladığı üzere fethetmek ve yutmak üzere değil, iyilik için açığa çıkarmak ve onarmak üzere görmek, şair Blake’in dediği gibi, gözün içinden görmeyi başarmak da sanatçının yüreğine ve azmine bağlı.

İranlı sinemacılara teşekkür borçluyuz

Biliyoruz ki şiir alanında müslümanlar asırlarca önemli eserler verdiler. Bugün İran sineması pek çok muteber eleştirmen tarafından “Şark’ın Şiiri” olarak tanımlanıyor. Mahmelbaf’ın “İran Halıları” isimli filmi, “görsel bir gazel” olarak değerlendiriliyor. Demek ki sanatçı şiirde yapmak istediğini pekâlâ sinemada da yapabilir. Sesin ve sözün kodlarının görsel ifadesinde bir medeniyet algısı, kültürel üretim kanalıyla yenilenme yaşıyor.

Bu açıdan İranlı sinemacılara teşekkür borçluyuz gibi geliyor bana. Çünkü pek çok ülkede müslümanlar sinema teorileri etrafındaki tartışmalarla İslam’da sinemaya bir yer aramaya çalışırken, İranlı yönetmenler bu teorileri pratiğe indirgeyecek açıyı tespit ederek, teorilerdeki boşlukları anlamlı bir şekilde doldurmada sebep ve açıklama oluşturacak türde yapımlar gerçekleştirdiler. Şiddet ve cinsellik sahneleri olmadan,  büyük sermayeye yaslanmadan da seyirci toplayabilecek filmler yapılabileceğini kanıtladılar.

Sinemayı global ölçekte ve yerel düzeyde değerlendirdiğinizde, sizce İslam sinemanın neresinde ya da İslamî sinema sinemanın neresinde?

İslam, giderek sinemanın merkezine yerleşecek; dünyanın peygamberane bir sese duyduğu ihtiyaç giderek daha fazla dillendiriliyor çünkü. Göçmen sorunlarının sanatta merkezî bir yer kazanması, batı ülkelerindeki göçmen nüfusu içinde müslümanların ağırlığı, bireysel benlikte hissedilen dağılmanın oluşturduğu sıkıntılar, çevre sorunları, düşük gerilimli savaşlar, nükleer ve biyolojik silahların tehditi, müslüman dünyada yetişen yeni kuşak sanatçıların sinemaya yönelimi ve tabii müslüman nüfusun sinema sanatına geçmişte olduğu kadar mesafeli bakmaması gibi nedenlerle.

Günümüzde İslamî sinemanın durumunu nasıl değerlendirirsiniz? Özellikle bir takım hassasiyetlere sahip olduğu iddia edilen ya da bunu iddia eden yönetmenlerin İslamî tema içeren filmlere burun kıvırıyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Sanırım bu hem müslüman sanatçıların ülkemizde “mustazaf” denilecek bir konumda bulunma alışkanlığından ileri geliyor, hem de sanatçılarımızın İslam’ı kavramada ya da yeniden kavramada zihnî bir tembellik içinde bulunmalarından. Dil ve üslupta yenilenme başarısını gösteren yönetmenlerin bu tür kompleksleri de olmayacaktır. Açık ki bazen bir film İslamî motiflerle dolu olduğu halde pekâlâ hiç de İslamî olmayabilir.

Doğrudan doğruya İslamî mesaj vermiyor gibi gözüken bir film ise tersine İslamî bir film olarak gösterilebilir. İran sinemasında bunun pek çok örneği vardır. Sosyal içerikli pek çok film “dinî” diye isimlendiriliyor. De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları”, devrimden sonra yetişen İranlı yönetmenlerin çoğu için değerli bir başvuru kaynağı olmuştur. Sinemasını “İslamî” diye nitelendirmeyen Kiyarüstemi, Rahşan Beni İtimat gibi yönetmenlerin bazı filmleri “dinî sinema” kategorisinde değerlendiriliyor. Buna karşılık popülist sebeplerle sahnelerine dinî sembollerin tıkıştırıldığı orta seviyeli pek çok filme “dinî” demekte zorlanabilir insan.

Genel bir toparlamaya vesile olması amacıyla son olarak şöyle bir soru yöneltmek istiyoruz. Sizce sinema neyi amaçlamalıdır?

Sinema bence gözden kaçırılan hakikati ve iyiyi olduğu kadar, sesi ve sureti örtbas edilen insan varlığını göstermeyi de amaçlamalıdır. Dolayısıyla, kamera varlığın derinliklerine yöneldiği ölçüde gündelik hayatın hızlı akışında göz ardı edilen ayrıntılara da yönelmelidir. Tarkovski kadar Vittorio de Sica da önemlidir. Semih Kaplanoğlu kadar Rahşan Beni İtimat da. 

Fikir ve San’atta Sefer dergisi okurlarına iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?

Gerek derginize, gerekse derginizin okurlarına iyi dileklerimi ve selamlarımı iletmek istiyorum her şeyden önce. Ayrıca, konumuz bağlamında okurlarınıza şu düşüncemi de ifade etmeyi istiyorum: Sinema, bize, geçmiş zamanın yok olmadığını anlatıyor. Bir şeyler sürekli kaydediliyor ve bizler de elimizdeki imkânlara göre, sahip olduğumuz algı seviyesine göre bu kayda katılıyoruz. Bu kayıtları dikkate aldığımız takdirde içinde bulunduğumuz günü başka türlü yaşamanın yolları üzerine daha fazla düşüneceğimiz açık. Bu da, “başka türlü bir gelecek de pekâlâ mümkün”, diye bir düşünceye taşıyor bizi.

Katılım kavramını çok önemsiyorum. Siyasetle büyük ölçüde buluşan bir kavram, katılım.  Dünya ve hayat üzerine, içinde yaşadığımız toplum üzerine karşılaştığımız sorulara bir cevap arama sorumluluğuna sahip olduğumuzun bir göstergesi olabilir, katılım kaygısı. Farklı bir okumayı mümkün kılan, sizin bakışınızın incelikleri ayırt eden keskinliğidir, derin görüsüdür zaten. Bu, sinemada da böyle, siyasette de.  İnsanın katılımı, bilimin de katılımı olmalıdır. Siyasetbilimi de tıpkı sinema gibi görülmekte zorlananı görme, sesi duyulmayanın dünyasına bir yol arama kaygısıyla kendinde yeni katmanlar açabilir.  Siyasetbilimciler, usta sinemacıların kullandığı metaforlardaki sürekliliği araştırırken, bir toplumu kendine özgü nitelikleri ve özellikleriyle tanımanın yeni yollarına açılabilir.

 

 

.

Cihan Aktaş’ın verdiği bu mülakat, Fikir ve San’atta Sefer dergisinde yayınlanmıştır.