Hilmi Ziya Ülken, Osmanlı’nın hem Garb’la hem de eski medeniyetlerle irtibatını kestiği ve tercümeye gereken önemi vermediği için zaafa düştüğüne dikkat çeker.(1) Kendisiyle büyülenmiş ve dışarıda ne olup bittiğine kulak kesilmekten uzak devlet aklı, Osmanlı İmparatorluğu’nu Batı düşünce dünyasıyla hazırlıksız karşılaşmak zorunda bırakmıştır. Ülken’e göre eski Türk filozoflarının eserleri bile gereken hassasiyet gösterilerek tercüme edilmemiştir. İbn-i Sina medreselerde “hidaye” şerhleri vasıtasıyla okutulmuş; Farabi, Razi, Tusi gibi alimlerden ise tercüme yapılmamıştır.(2) Tarih felsefesi disiplininin kurucusu kabul edilen İbn-i Haldun’un (1332-1406) Osmanlı Türkçesine tercüme tarihi 1730’dur.Şeyhülislam Pirizade Mehmet Sahip Efendi(1674-1749) tarafından… Öncesinde Kınalızade (öl.1572) Ahlak-i Alai’de İbn-i Haldun’un mukaddimesine dikkat çekmiş olsa da, Osmanlı ulemasının gündeminde İbn-i Haldun (neredeyse) yoktur. Prizade’nin tercümesi de tam teşekküllü değildir. Altıncı bölümün “fıkıh” bahsine kadar gelmiştir. Fakat tercümenin yüksek niteliğini Fuat Köprülü de takdir eder. “Bu tercüme sayesinde Türk okuyucuların İbn-i Haldun’u öğrenmesi kolaylaşmıştır” tespitini yapar.(3)
İbn-i Haldun geç keşfedilmiş bir İslam mütefekkiridir. Osmanlı alimleri içerisinde ilk defa ciddiyetle İbn-i Haldun’dan istifade eden ve tesirinde kalan kişi Ahmet Cevdet Paşa(1822-1895)’dır. Kendisi “efkarımın teşekkülünde İbn-i Teymiyye, İbn-i Haldun,Taine ve Michelet çok müteessir olmuşlardır” diyerek bu tesire işaret eder.Ahmet Cevdat Paşa,Pirizade’nin eksik bıraktığı yerleri de tercüme edip gerekli not ve açıklamaları da ekleyerek 1858’de mukaddime tercümesini tamamlamış ve bu tercüme 1860 da neşredilmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’dan önce Osmanlı uleması arasında ilk defa mukaddimeden istifade eden kişi Katip Çelebi(1609-1659)’dir. Ancak bu istifade sonraki alimlere sirayet etmemiştir. Çünkü Katip Çelebi de tarihin arka odasında unutulmaya terk edilen mütefekkirlerdendir. Öyle ki Keşf-üz Zünun adlı eseri ilk kez Avrupa’da neşredilmiştir.(4)
XV. asrın başında vefat eden Mağripli bir Müslüman mütefekkirin Osmanlı ilim-fikir havzasının dikkatini çekmemiş olması, İmparatorluğun “içe kapalı” doğası hakkında bir fikir verebilir. Mukaddime’nin II. Abdülhamit döneminin yasaklı kitapları arasında olması ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Bu dönemin tartışma kültürünün oldukça zayıf olması mukaddimenin gereken ilgiye mazhar olamamasının sebebi olabilir. İlgisizlik sadece İstanbul ulemasıyla sınırlı değildir. Bin yıllık geleneği olan Ezher de Mukaddime’ye gereken alakayı göstermemiştir. Modernist akımın öncüleri olarak gösterilen Afgani-Abduh çizgisinin özel gayretiyle 19.yüzyılın ikinci yarısında mukaddime Ezher’in müfredatına girebilmiştir. Ancak İbn-i Haldun’a ilgi duyan bu isimlerin sonraları modernist/ mason/ mezhepsiz gibi yaftalara maruz kalması, Türkiye özelinde, gereken ilginin oluşmasını engellemiş, dahası mağripli düşünür için “İslam’ın Marks’ı” yakıştırması yapılarak (dindarların kömünizm alerjisi tetiklenmek suretiyle) Haldun’un itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet modernleşmesinin hilafeti ilga sürecinde ve din-devlet işleri ayrımının (laikliğin) teorik çerçevesinin belirlenmesinde İbn-i Haldun’dan istifade ettiğine dair iddialar (da) muhafazakar çevrelerin bu mütefekkire karşı mesafeli duruşunun sebebi olarak zikredilebilir. Onun yer yer determinizmi anımsatan tespitleri ve rasyonaliteyi öne çıkaran yaklaşımı, asırlarca işraki/sufi geleneğin tesiri altında kalmış İslam dünyası toplumları tarafından anlaşılmasını güçleştirmiştir. Epistemik referansları arasında keşf, sezgi, rüya, ilham gibi olguların önemli yer tuttuğu İşraki geleneğin (ki Türkiye toplumunun din algısında bu geleneğin etkisi yadsınamaz) İbn-i Haldun ve benzeri düşünürlere karşı mesafeli olması şaşırtıcı değildir.
Süleyman Uludağ’ın da dikkat çektiği üzere Mukaddime’nin Diyanet ve ilahiyat havzalarından ziyade sosyal bilimler alanında çalışan fakülteler tarafından inceleme-araştırmaya konu edilmesi durumun vahametini anlamak için yeterlidir. YÖK’ün ulusal tez arşivine İbn-i Haldun ismini yazdığımızda karşımıza, biri doktora olmak üzere, on beş adet tez çıkmaktadır ve bunların tamamına yakını sosyal bilimler fakülteleri tarafından yayınlanmıştır. İlahiyat fakültelerinin gündeminde İbn-i Haldun, neredeyse, yoktur. Bu durumdaki bir siyasi-kültürel-entelektüel bünyenin Avrupamerkezci bilgiyle karşılaştığında İbn-i Haldun’un “mağluplar galipleri taklit eder” tespitini doğrulayan bir yaklaşımın mümessili olması kaçınılmazdır.
Benzeri tüm imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı’da da bilgi belli bir zümrenin(medrese uleması ve Enderun) elindeydi. Okur-yazar oranı düşüktü. Bilgi tabana yayılmamıştı. Devlet, ihtiyacı olan yönetici elitleri Enderun’dan devşiriyordu. Medrese ise Celali başkaldırısından beri kendisini bir türlü toparlayamamıştı. Üretim büyük oranda tarıma dayalı olduğu için fiziksel güç ve tecrübe yeterliydi. Sıradan halkın (avamın) bilgiye ulaşması hem kolay değildi hem de gerek duyulmuyordu. Zaten halk, tebaa/reaya olarak kabul edilirdi. Toplumun siyasal bilinci oldukça zayıftı. Bu zayıflık beraberinde iktisadi teşebbüs zafiyetini de doğurdu. Mülk, sultanın olduğu için özel teşebbüs akim kaldı. Dolayısıyla hem siyasal hem de iktisadi alana ilişkin yeni bilgi ve yorum ortamı oluşamadı. Mevcutla yetinme anlayışı düşünsel / felsefi / bilimsel inkişafı zaafa uğrattı. Sonuçta Osmanlı Devleti, içe kapanan her medeniyetin başına gelen hazin sonla yüzleşmekten kaçamadı. 1492 sonrasında kabuğunu kıran ve dünyaya açılan Avrupa üzerinden gelen kültürel-siyasal-iktisadi tsunaminin altında kaldı.
Cumhuriyet ise Osmanlı’nın maruz kaldığı etkiyi içselleştirerek yol almaya çalıştı. Aydınlanma aklını referans alan modern değerler sisteminin kavramsal ve kuramsal çerçevesini bütünüyle ithal etti. Avrupalı filozof/düşünürlerin eserleri hızla tercüme edilerek yeni bir toplumsal/siyasal sistemin inşa edilmesi amaçlandı. Ancak ekser Türk aydını ithal ettiği düşüncede içkin burjuva-protestan kültür kodlarını fark etme/çözümleme yeteneğinden yoksun olduğu için travmatik/trajik bir durum ortaya çıktı. Hukuk, iktisat, siyaset, eğitim, bilim v.d alanlar tercüme metinler üzerinden şekillen/diril/di. Frankafon aydınlar aracılığıyla Türkiye toplumu yeni bir düşünme biçimine ve hayat tarzına ikna edilmeye çalışıldı. Türk milletinden, İslam ümmetinden, Garb medeniyetinden yana olduğunu söyleyen müşevveş zihin Cumhuriyete yol göstermeye çalıştı. Osmanlı saltanat rejimi tarafından siyasal bilinci örselenen Müslüman toplumlar, Cumhuriyetle birlikte bu sefer de modern ulus-devlet tarafından sömürgeleştirildi. Aydınlanma aklının temsilcisi filozofların eserlerinden ilham alan ideolojiler, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Doğu toplumlarını zihnen felç etti, etmeye devam ediyor.
20.yüzyıla ulusal ideolojilerin etkisi altında ve siyasal birlikten yoksun olarak adım atan İslam dünyasının ilmi/entelektüel havzaları arasındaki iletişim de tercümeler aracılığıyla gerçekleşti. Sömürge iklimini teneffüs eden Müslüman toplumların içinden, anti-kolonyalist/anti-emperyalist bilinç aşılayan mütefekkirler çıktı. Bu etkiyi büyüten ve eyleme dönüşmesini sağlayan ise yine tercümelerdi. Türkiye özelinde, Osmanlı-Cumhuriyet aydınlanmasının zihnen felç ettiği toplum, tercüme metinler aracılığıyla, sömürge karşıtı mücadelenin entelektüel zeminine dair farkındalık sahibi oldu. Cumhuriyet modernleşmesi,burjuva protestan kültür kodlarıyla uyumlu bir İslam modeli icat ederek muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmayı murat ediyordu. Özellikle II. Dünya savaşından sonra bu uyum paralelinde atılan adımlar, kapitalist-emperyalist-sömürgeci gerçeklikle barışık yaşamayı da içeriyordu. NATO konsepti Türkiye için uygun İslami modelin sınırlarını belirlemek amacıyla akademik-kültürel-siyasi adımların şekillenmesinde etkili oldu.
Batıcılık, Milliyetçilik, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi cereyanlar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kaldı. Bu ideolojik haritada batı esinli modernleşme projesine esastan yanıt İslamcılıktan geldi. Çünkü İslamcılık, diğer ideolojilerden farklı olarak, aydınlanma aklını değil ilahi vahyi ve nebevi çizgiyi referans alıyordu. Böylece paradigma dışı varoluşun imkanlarını zorlayabiliyor, epistemolojik emperyalizme karşı özgün bir duruşun temsilcisi olabileceğini gösteriyordu. 20.yüzyılın son çeyreğinde İran’da medresenin öncülüğünde gerçekleşen inkılap bu özgünlüğün en bariz örneği olarak kabul edilebilir. BU bağlamda yaklaşık iki yıldır devam eden Aksa Tufanı da gerek aydınlanma projesinin judeo-hıristiyan kodlarını deşifre etmesi gerekse siyonist-sömürgeci-ırkçı barbarlığa karşı insan kalma mücadelesine (tüm insanlık adına) öncülük ederek haysiyetli bir duruşun örnekliğini göstermesi bakımından İslamcılığın 21. Yüzyıla özgü kavi duruşunun göstergesidir. Halkı Müslüman devletlerin ekserisinin direnişi yalnızlığa terk etmesi dahası siyonist-emperyalist-ırkçı konsorsiyumla ilişkilerini devam ettirmesi ve hatta direnişin mağlup edilmesi için işbirliği yapacak kadar alçalması ise büyük bir utanç ve acizlik olarak tarihteki yerini almıştır.
Türkiye’nin ideolojik haritası hakkında konuşanlar, İslamcılığı tercüme öncesi ve sonrası olarak ayırmayı tercih ederler. Böyle yaparak tercüme sonrası dönemi Neo-Selefi ya da İrancı bağlama hapsederek (zımnen) kriminalize etmiş olurlar. Bu durumda İstanbul merkezli İslamcılık “yerli ve milli” olurken, ikinci dünya savaşı sonrasında yapılan tercümelerle şekillenen İslamcılık “gayr-ı milli” ya da “kökü dışarıda” olmakla itham edilir.
Ali Bulaç, 12 eylül ihtilali sonrasında tutuklanıp 29 gün yattığı Selimiye Kışlası’nda görevliler tarafından kendisine en çok sorulan sorunun “Neden Ali Şeriati tercümeleri yaptınız? olduğunu söyler.(5) Çünkü İran devrimi sonrasında Bulaç’ın da içinde yer aldığı Düşünce Yayınları birkaç Ali Şeriati tercümesi yapmıştır. Benzer tepki Seyyit Kutup için de söz konusudur. Yoldaki İşaretler kitabı tercüme edildikten hemen sonra toplatılmış ve mütercim tutuklanmıştır. Ancak aynı isim için şaşırtıcı bir örneği de zikretmeden geçmeyelim. 1961 anayasasının özgürlükçü atmosferinden istifade eden sol-sosyalist hareketlere cevap vermek için dönemin siyasileri tarafından Kutup’un araçsallaştırılmak istendiği, o zamanki MİT yöneticisi Doğu Bey’in Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” adlı kitabının tercümesi için teşvikte bulunduğu ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür’e tercüme ettirdiği, İsmail Kazdal’ın hatıralarında anlatılır.(6)
Yerli ve milli klişelerle düşünmeye alışmış zihinlere göre Türkiye dışındaki halkı Müslüman beldelerin ekserisi doğrudan sömürgeci tahakküme maruz kaldıkları için buraların alim/ entelektüelleri referans alınamaz. Çünkü Türkiye Osmanlı mirasının yegane temsilcisi olması ve hilafete/başkente ev sahipliği yapması münasebetiyle merkez konumunu korumaktadır! Şayet bir referans aranıyorsa bu Türkiye olmalıdır!
Türkiye’nin kendi kendisini sömürgeleştirdiği gerçeğinden bihaber olan bu zihin, her nedense milliyetçilik, muhafazakarlık, gelenekselcilik, ulusalcılık ideolojilerinin (de) Batı aklının ürünü olduğu gerçeğinin farkında değildir. Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesinin Avrupamerkezci bilgi-fikir-yorum sisteminin hegemonyasına (epistemik şiddetine) razı olduğunun da…
Pakistan’ın kuruluşu sonrasında Türkiye Mevdudi tercümeleriyle tanışacaktır. BU düşünürün dinin kamusal alanı tanzim etmesi gerektiğine (yani iktisadi/siyasi/hukuki boyutlarının da olduğuna) dair perspektifi özellikle siyasal sorumluluk üstlenen dindarlar üzerinde oldukça etkili olmuştur. Refah Partisi havzalarının Mevdudi kitaplarının tercüme ve dağıtım sürecinde üstlendiği rol bu bağlamda zikredilmelidir. “İslam Devleti” fikriyatına katkı yapacağı düşüncesiyle Mevdudi’ den yapılan tercümeler dönemin siyasal iklimine tesir edecektir. Fikri olgunlaşmasında Mevdudi etkisi bariz olan Seyyit Kutup’un eserleri de Türkiye’deki İslamcı aklın tekamülüne önemli katkı yapmıştır. Vaktiyle Osmanlı vilayeti olan Mısır’ın sömürge ikliminde doğup büyüyen Seyyit Kutup, hem Ezher uleması tarafından temsil edilen uzlaşmacı ve edilgen geleneksel İslam’la hem de modern paradigmanın seküler/ pozitivist/ ilerlemeci doğasıyla barışık yerli aydın tipiyle mücadele etmiştir. Kutup’un etkisi, geleneksel / muhafazakar eğilimin güçlü olduğu Türkiye’de hem Osmanlı saltanat ideolojisi hem de batı aklını referans alan Cumhuriyet modernleşmesine karşı radikal eleştiri kültürünü besleyecektir. Ancak bu eleştiri geleneği ne yazık ki uzun sürmemiş, gerek kapitalist-neoliberal düzene hızlı intibak gerekse muhafazakar kadroların öncülüğünde şekillenen yeni siyasal düzenin eleştiriden ürken/korkan yapısı Seyyit Kutup ve benzeri mütefekkirlerin açtığı anti-emperyalist/anti-kolonyalist çığırın “gayr-ı milli” ilan edilmesine sebep olmuştur.
1979’da İran’da gerçekleşen inkılap bu ülkeden tercümelerin artmasında etkili olmuştur. Ali Şeriati, Mutahhari, Beheşti, Allame Tabatabai, Humeyni, Cevat Bahoner, Mustafa Çamran gibi isimler bunlar arasında sayılabilir. Bu isimlerden Türkiye İslamcı ufkuna en fazla tesir eden kişi, herhalde, Ali Şeriati’dir. Eserlerinin yaptığı baskı sayısı ve hakkında yapılan sempozyumlar/paneller bu tesirin sonucu olsa gerektir. Şeriati’nin hem Doğuya hem de Batıya aşina oluşu, gelenek ve moderniteyle İslami referanslar temelinde korkusuzca yüzleşme cesareti, Mustafa Sıbai örneğinde de görülebileceği (hatta onu katbekat aşan) Sosyalizm/Marksizm bilgisi, Fanonla yazışması ve yüksek tahsilini Batı’da yapmasına rağmen beyaz adama biat etmemiş olması onu sadece Türkiye İslamcıları arasında değil İran’da ve Avrupa’da da ayrıcalıklı kılmıştır. Ancak genelde İran özelde ise Ali Şeraiti tercümelerine karşı Türkiye muhafazakar havzası mesafeli durmayı tercih etmiştir. Bu mesafenin en önemli nedeni hiç kuşkusuz Şiiliktir. Ancak (yine de ) Şeriati’nin onlarca eseri Türkçeye kazandırılmıştır. Bunların biçoğu özensiz tercümelerdir. Fecr Yayınları bizzat Şeriati’nin eşi merhum Puran Hanım’la görüşerek külliyatın tamamını yeniden ve daha nitelikli bir şekilde tercüme ederek bu özensizliğe son verme niyetindedir. (7) Şeriati gibi dünya çapında bir mütefekkirin daha iyi anlaşılması yolunda atılan bu adım umulur ki hak ettiği karşılığı bulur.
Irak ulemasından Muhammet Bakır Es-Sadr’ın Türkçeye aktarılan eserleri de oldukça mühimdir. Özellikle “İslam Ekonomi Doktrini” adlı hacimli eseri hem kapitalizmin hem de sosyalizmin yetkin bir eleştirisi olarak okunabilir. Fakat ne yazık ki bu eser de Türkiyeli okurlar tarafından gereken ilgiyi görmemiştir. Çünkü üstadın eserleri Türkçeye tercüme edildiği yıllarda Türkiye NATO konsepti gereği kapitalizmle barış imzalamaktadır.
Söz kapitalizme gelmişken TÜSİAD, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, TESEV gibi birçok etkili kuruluşun yönetiminde yer alan ve bir dönem Türk Henkel’in genel müdürlüğünü de yapan Can Paker’in 1990’lı yıllarda kurduğu Henkel Yayınları’nın Türkiye’nin neo-liberal iktisadi düzene intibakını sağlamak için yaptı(rdı)ğı tercümelere de dikkat çekmek gerekiyor. Tercümesi yapılan kitapların bazıları şunlar:
Post-Kapitalizm Sonrası Toplum
Kriz, İstikrar ve Ekonomik Reform
Tanrılara Karşı Riskin Tarihi
Filler ve Pireler (8)
Liste uzayıp gidiyor. Tam da Sovyetlerin dağılıp ABD’nin tek küresel güç olarak parlatıldığı dönemde yapılıyor bu tercümeler… Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu gibi “beyaz adamın” üstünlüğü ilkesine sadık sipariş metinlerin (Hungtington ve Fukuyama tarafından) bu dönemde (1990’lı yıllar) Türkçeye tercüme edilmesini de not etmek gerekiyor.
Devam edecek…
Kamil ERGENÇ
NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 375. Sayısında “Farklı Boyutlarıyla Çevirilerin Dünyasına Bakmak” başlığıyla yayınlanmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar
1-Hilmi Ziya Ülken/Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü/İş Bankası Yay./2.Baskı/İst.-2016
2-Hilmi Ziya Ülken a.g.e.
3-Süleyman Uludağ/İbn’i Haldun’un Mukaddime adlı eserine yazdığı giriş yazısından… /Dergah Yay./VI.Baskı/İst.2009
4-Süleyman Uludağ/a.g.y
5-İslam Düşünce Geleneğinde Ali Şeriati Sempozyumu/Ali Bulaç’ın sempozyum tebliği/Fecr Yay.
6- Bkz. Hamza Türkmen/Seyyid Kutup Türkiye’de Nasıl Algılandı?/Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyumu içinde/Zeytinburnu Belediyesi/I.Baskı/Aralık 2013
7- Bkz. Fecr Yayınevi Müdürü Hüseyin Nazlıaydın ile “Ali Şeriati ve Eserlerinin Türkçe Çevirileri Üzerine/Bilge Adamlar Dergisi/Syf.236-243/Sayı:30/ Temmuz 2012
8- Fatih Vural/Bir Can Paker Kitabı/Geriye Bakmak Yok/Alfa Biyografi/İst.-2013

