Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Çeviri/ler, kıtalar dolaşan bilgi ve düşüncenin tekamülü (1)

Kamil Ergenç yazdı:

Çeviri/ler, kıtalar dolaşan bilgi ve düşüncenin tekamülü (1)

Çevirmenler Babil Kulesine saldıran korkusuz savaşçılardır.(Albert Camus)

Uygarlıkların/medeniyetlerin inkişafında çevirinin/tercümenin rolü hayatidir. Kendi içine kapanan, başka ilim/ kültür havzalarıyla ilişki kurmaktan imtina eden cemiyetler/toplumlar (kaçınılmaz olarak) ilmi/entelektüel/düşünsel kısırlığa mahkum olurlar. Tarihin kaydettiği bütün büyük medeniyetler, etkileşim sonucu ortaya çıkmıştır. Cihanşümul bir perspektife sahiptirler. Ne zaman ki bu duyarlılık zaafa uğrar ve ilgili medeniyet kendisiyle büyülenirse, o vakit çöküşün emareleri görülmeye başlar. İçe kapanmak, düşünsel/entelektüel yoksu(n/l)luğu besler.  İçerik üretiminin durmasına yol açar. Nasıl ki durgun su kokarsa, içe kapanan toplumlar da belli bir süre sonra kok(uş)maya başlar. Başka kültür havzalarında üretilen bilgi ve düşünceden haberdar olma arzusu ve/veya sahip olduğu bilgi ve fikirle başkalarını tanıştırma iştiyakı, tercüme faaliyetlerinin muharrik gücü olarak zikredilebilir.

Antropolojinin sömürgeci emeller için araçsallaştırılan disiplinlerin başında geldiği gerçeğini unutmadan (1), halihazırdaki kültürel antropoloji literatürüne başvurduğumuzda, insan hayatının başlangıcı ve kümelendiği yer/ler su yataklarının ve verimli vahaların bol olduğu Mezopotamya (Dicle-Fırat havzası)-Mısır-Afrika Nil deltası olarak öne çıkar. Yerleşik hayatın ilk numunelerine buralarda rastlanır. Ancak mesele sadece yaşamın kümelendiği yerler değildir. Sosyal gerçekliğin hangi değerler ekseninde şekillendiği, gündelik pratiklerin mahiyeti ve keyfiyeti de merak konusudur. Çünkü konu değerler/nitelik olduğunda “beyaz adam” kendisini ayrıcalıklı kılacak çıkarımlar yapma hususunda ustadır. Arkeoloji-antropoloji disiplinleri tarafından edinilen bilginin “yorum safhası” oldukça ideolojiktir. İlkelden-medeniye doğru akan doğrusal tarih anlatısı, Avrupamerkezci insan-evren-toplum-sanat tasavvurunun biricikliğine odaklanır. Öyle ki bu yaklaşım sömürgeciliğin bilimsel meşruiyeti için kullanılır. Toprağın üstünü istimlak edenler altını da kendilerine maletmek için bu iki disiplinin (arkeoloji ve antropolojinin) imkanlarından yararlanırlar. Doğu’nun mitos Batı’nın logos olarak tavsif edilmesi bu zeminden beslenir. İnsanın ilkel-vahşi geçmişine dair malzemeler de buradan edinilir. Nübüvveti yadsıyan modern/post-modern deist anlatının ilham kaynağı (da) burasıdır. Sümer mucizesi etrafında (yazının bulunmasını merkeze alan 5-6 bin yıllık geleneği yüceltip, yazı öncesini yaban-primitif-ilkel “tarih öncesi” olarak yaftalayan, Hegelci perspektiften söylersek “yazı yoksa tarih yok” diyen, böylece şifahi geleneğe mensup olan toplumları “tarihsiz toplumlar” olarak etiketleyip (henüz evrimini tamamlamamış mahluklar) kategorisine indirgeyen, nihai kertede ise bu toplumları ve onların yaşadığı coğrafyayı “henüz olmamışlıkla” damgalayıp “ehlileştirilmesi gerekenler” sınıfına dahil eden anlatı/öğreti egemen paradigmayı yansıtıyor.

Lakin Göbeklitepe bu paradigmayı sarstı. Yazı öncesi olarak nitelenen döneme ait buluntular, zannedildiği gibi ilkel-primitif-yabani insanlara ait değil bilakis (dönemi itibariyle) yüksek kültür izleri taşıyan maddi unsurlar idi… Bu durumda tercümeyi/çeviriyi yazının bulunmasıyla başlatan teoriler de boşa çıkmış oluyor. Modern bilimin (ki nübüvveti yadsır ve beyaz adamın hegemonya inşasına hizmet eder) arkeoloji-antropoloji aracılığıyla dayattığı ideolojik perspektife karşı müteyakkız olmak zaruridir. İslam noktayı nazarından insanın bu dünyadaki tarihi nübüvvetle başlar. Nübüvvet akli yetkinliğin ve ahlaki duyarlılığın/ olgunluğun zirvesini temsil eder. Bu yetkinlik ve olgunluk kalem ve kelam aracılığıyla beyan edilir. Demek ki yazı, insanın bu dünyadaki varlığıyla yaşıttır.      

Bir dilden başka bir dile aktarım, hem kaynak dilin hem de hedef dilin kavram dünyası, tasavvur evreni ve imge iklimine dair yüksek düzeyli vukufiyet ister. Çünkü dil/lisan, kültürün her noktasına,her ögesine nüfuz eder. “Kavramlar”, zihinsel çabanın sonucu olarak ve belli bir kültür ikliminin içinde ortaya çıkarlar/ürerler. Düşünme eylemi kelimeler/ kavramlar aracılığıyla olur. Her kavram belli bir içerikle yüklüdür. Özellikle sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki-edebi v.b. gibi kültürün ana omurgasını oluşturan sahalarda kullanılan kavramlar “nötr” değildirler. Belli bir inanç/itikat/ideoloji tarafından renklendirilmişlerdir. Demek ki bir kültür havzasında üretilen kavramın, başka kültür iklimine tercüme edilme süreci oldukça zahmetlidir. Bir yandan tercüme edilecek kavramın içeriğine dair vukufiyet gerekirken, diğer yandan o kavramla tanışacak toplumun kültür kodlarına vakıf olmak gerekir ki ilgili kavrama dair sahih bir perspektif inşa edilebilsin. Dolayısıyla mot-a-mot (sözcüğü sözcüğüne) çeviri, çoğu zaman, anlamın/mananın tam olarak aktarılmasını sağlayamayacağı için , mütercimin kastedilen manaya odaklanması daha doğru olsa gerektir.

Deyim, atasözü gibi mecaz(metafor) içerikli ifadeleri/terkipleri başka dile aktarılmak daha zordur. Örneğin “ayağını yorganına göre uzak”, “gözümden düştün”  ,”etekleri zil çalıyordu”, “sakla samanı gelir zamanı” gibi deyim ve atasözleri kaynak dilden hedef dile aktarılırken, kastedilen manayı (belki de) koca bir paragrafla açıklamak gerekecektir. Mütercimin (hayati) rolü burada ortaya çıkar. Okuyucuya,yazarın zihin dünyasının fotoğrafını en net biçimde sunacak olan mütercimdir. Dilin/lisanın kuralları onu kullanan topluluk tarafından uzlaşmayla belirlenir. Bu nedenle dil canlıdır ve toplumsaldır. Aynı dili konuşan toplumlar aynı kültür iklimine sahip varsayılır. Çünkü kültür, toplumun ortak hafızası olarak kabul edilir. Örf,adet, gelenek, folklor ,tarih v.b kültürü oluşturan unsurlar olarak öne çıkar.

Dil, iletişimi mümkün kılar. Bu nedenle insan dışındaki canlıların da dil sahibi olduğu kabul edilir. Tabiattaki birçok canlının bir takım sesler çıkararak iletişim kurduğu bilinmektedir. İnsan ise lisan sahibi tek varlıktır. Lisan; ses, harf,hece,sözcük,cümle gibi gramer özellikleri ve lügatı olan;belli bir kültür havzasında içerik kazanan,nesilden nesile aktarılabilen ve olgunlaşmaya müsait canlı bir olgudur. Ancak her lisan aynı düzeyde olgunluğa sahip değildir. Lisanın olgunlaşması (tekamülü) kültür üretmesi, ürettiği kültürün sürekliliğini temin edecek edebi/ felsefi/bilimsel yoğunluğa sahip olması ve başka kültür havzalarıyla etkileşime girme cesaretiyle mümkündür. Maddi, içtimai, manevi/düşünsel ihtiyaçların tatmini yönünde gösterilen çaba, lisanın olgunlaşma sürecine katkı sunar. İnsan inanan(hatta inanmaya mahkum) bir varlık olduğu için, bütün dillerde inanç(itikat) dairesine giren söz ya da söz grupları olsa gerektir. İnanma biçimi ister pagan/putperest, ister mistik/batıni, isterse de ilahi vahye müstenit olsun itikada dair kelimeler/kavramlar ( her dilde ) mevcuttur. Çünkü insan tabiatı icabı medenidir. Yani birlikte yaşamaya ve aile kurmaya meyyaldir. İnsanın bu ontolojik gerçekliğine fıtrat denir. Aydınlanma ideolojisinin ilahi yardımı/ nübüvveti/ yaratmayı dışlayan “otonom tabiat” tasavvurundan beslenen antropoloji disiplininin evrim teorisine dayalı insan tasavvuru zannidir. Yakin ifade etmez.  

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER