Tarih: 11.08.2020 10:38

Cetvelle çizilen kimlikler

Facebook Twitter Linked-in

Ortadoğu’da ve Afrika’da yer alan ülkelerin birçoğu için “sınırları cetvelle çizilen ülkeler” tabiri kullanılır. Malumunuz bu cetveli kullananlar, o coğrafyaları altüst eden, oraları kan, zulüm ve gözyaşlarına aldırmadan sömüren emperyalistlerdi. Sömürgeleştirdikleri ülkelerde fiili olarak daha fazla kalamayacaklarını anladıklarında sınırları kendilerine göre çizdiler ve geri dönmek üzere oralardan çekildiler. Geri dönmek üzere diyorum, çünkü çizdikleri sınırları sürekli sorun oluşturacak şekilde kurguladılar. Yani kolonilerini sözde özgürleştirdiler ancak bağlarını farklı bir evreye geçirerek, eski kazanımlarını yeni yöntemlerle devam ettirme yollarına gittiler.

Bugün bütün bunları hatırlamamıza, tekrar ifade etmemize sebep olan gerekçe, Beyrut’u yerle bir eden patlamanın ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un yaptığı Lübnan ziyaretidir. Macron’un patlayan belki de büyük ihtimalle patlatılan limanda gezinirken verdiği görüntüler, çok da mahvolmuş bir beldeyi gezerken verilebilecek pozlara benzemiyordu. “Mal bulmuş mağribi” gibi acılardan fayda devşirmenin yollarını arıyordu sanki. Daha oradayken Lübnan’da Fransız mandası isteyenlerin imza kampanyası başlatmalarının üzerinde de ayrıca düşünülmelidir. Aslında Fransa, Suriye’de, Libya’da yapmak istediği neyse Lübnan’da da aynısını işleme koyarak tarihte yaşamaya devam ediyor.

Ayrıca sınırların cetvelle çizilmesi sadece kara parçalarının ayrılması anlamına da tabii ki gelmedi. Sınırlarla birlikte kimlikler de aynı şekilde o cetvelin mağduru haline dönüştüler. Bu kimlik mağdurlarından birisi de Lübnan oldu. Bilindiği gibi Lübnan hâlâ Fransız sömürgesinden kalan idare şekli ile yönetiliyor, daha doğrusu yönetilemiyor. Çünkü ülkenin anayasası işgalci Fransızlar tarafından 23 Mayıs 1926’da yapılmıştı. Peki, Lübnan neden yönetilemiyor? Çünkü bu modelde belirleyici olan unsur mezhepler. Yönetimde mezheplere ait kotalar var. Bu modele göre Cumhurbaşkanı Marunî Hıristiyan, başbakan Sünni, meclis başkanı da Şiilerden olmak zorunda. Aynı şekilde parlamentoda da milletvekillikleri için mezhepsel kotalar uygulanıyor. Şu modele bakar mısınız? Aradan bir asır geçmiş, demografik değişiklikler olmuş ama aynı model hâlâ ayakta. O gün dayatılan yazılı kural neyse ona göre yürütme ve meclis şekilleniyor. Lübnan’daki krizlerde, yaşanan tartışmalarda da başarı veya başarısızlıklar değil, doğrudan mezhepler üzerinden kişiler tartışılıyor. İşte bundan dolayı Lübnan, krizlerden bir türlü çıkış yollarını bulamıyor.

Aynı şekilde bugün Irak’ın içinde bulunduğu krizlerin sebebi de yine Lübnanvari yönetim modelidir. Irak’ta da 2005 yılındaki anayasayla birlikte kimlikler Lübnan’daki gibi cetvelle çizildi. Bugün Irak’ta Cumhurbaşkanı Kürtlerden, başbakan Şii Araplardan, meclis başkanı ise Sünni Araplardan oluşuyor. İyi de başbakanlık ve meclis başkanlığı makamları için aynı etnik kimlik içinde mezhepler belirleyici oluyor da cumhurbaşkanlığı için neden Kürt etnik kimliği öne çıkarılıyor? Cevabı çok açık. Çünkü bu bölgede üzerine oynanması gereken bir Kürt meselesi var. O yüzden bu sorunun sürekli canlı tutulması ve onlar tarafından kullanılması gerekiyor. İşte o sebeple de Kürt etnik kimliğine özel vurgu yapılıyor.

Diğer taraftan Bosna’da da 1995 yılında Dayton Antlaşması ile aynı yöntemi uyguladılar. Yani “sorun hiçbir zaman bitmesin, her şey pamuk ipliğine bağlı kalsın, sürekli müdahale edilebilecek ortam olsun” hesaplarıyla bir yönetim modelini hayata geçirdiler. Malumunuz bugün Bosna Hersek’te Boşnak, Hırvat ve Sırp olmak üzere üç kurucu halk var. Devlet Başkanlığı Konseyi de bu üç kurucu halkı temsilen seçilen üç üyeden oluşuyor. Başkanlık bu üyeler arasında sekiz aylık dönemlerle dönüşümlü olarak yürütülüyor. Kulağa hoş gelen bu model, gerçekte Bosna Hersek’in bırakınız sorunlarını çözmeyi, aslında doğru-düzgün ayakta kalmasını bile sağlayamıyor.

Sonuç olarak demem o ki, 20. yüzyılda Ortadoğu’da, Afrika’da ellerinde cetvellerle coğrafyaları bölenler, Lübnan, Bosna, Irak örneklerinde olduğu gibi cetvellerini kimlikleri de bölmek için kullandılar. Etnik ve mezhepsel fay hatlarını hep aktif durumda tuttular. En küçük bir sarsıntıda bile her şeyin yerle bir olmasını ve kendilerine daima ihtiyaç duyulmasını istediler. Böylece müdahale etmek için doğal(!) gerekçeler oluşturdular. Cetvelle birbirinden cebren ayrıştırdıkları kimliklerimizi de ötekine karşı kullanışlı silahlara dönüştürdüler. Bize de bugün her bir köşesinde insanlığın en eski hazinelerini taşıyan, medeniyetlerin beşiği olan Bağdat, Şam, Beyrut, Halep gibi beldelerin ardından acziyet gözyaşları dökmek kaldı. Endülüs’te yaşananlar zihin dünyalarımızda hâlâ diri ama ne dersiniz, bugün her birimiz ayrılırken son bir kez dönüp Endülüs’e gözyaşları içinde bakan Emir Abdullah gibi değil miyiz?




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —