Tarih: 19.03.2022 18:21

Çerçevenin içi

Facebook Twitter Linked-in

Bu haftanın en dikkate değer haberlerinden biri, Suudi Arabistan’ın Çin’e yaptığı petrol satışlarında Amerikan doları yerine “yuan” (Çin’in para birimi) kabul edeceğine dair kulis bilgileriydi. Uluslararası finans piyasasının muteber kaynaklarında yer alan iddialar, Riyad-Washington ilişkilerinin seyrinde önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Zira söz konusu niyet gerçekleşir ve Suudiler Çin’e sattıkları petrolün bedelini yuan üzerinden tahsil ederlerse, bunun Amerikan dolarının dünya çapındaki sirkülasyonu açısından ciddi tesirleri meydana gelecek. Suudi Arabistan’ın ihraç ettiği petrolün yüzde 25’ini Çin’in tek başına aldığı düşünülürse, ortaya çıkacak olan sonuçların ABD için sarsıcı olacağı açık. Sadece bu da değil üstelik; yakın gelecekte Riyad-Pekin arasında petrol dışında diğer birçok alanda da yine yuan bazlı anlaşmaların imzalanacağı belirtiliyor.

Meselenin ekonomik ve finansal gidişatını tartışmayı işin uzmanlarına havale ederek, siyasî ve bölgesel bazı noktalara odaklanalım:

Suudi Arabistan’ın, on yıllardır geleneksel stratejik müttefiki olan ABD’den giderek daha da uzaklaştığı bir vakıa. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında Suudi Arabistan ve komşularının takındığı temkinli tavır ve izlediği “bekle-gör” politikası da bunun bir göstergesi. Riyad yönetiminin, Yemen’de devam eden savaş konusunda Washington’dan yeterince destek görmediğinden şikâyet ettiği biliniyor. ABD Başkanı Joe Biden’ın İran’ı yeniden nükleer anlaşma masasına oturtmadaki ısrarlı tavrının da, Suudileri sinirlendirdiği sır değil. Biden’ın Afganistan’dan çekilme yönündeki kararı, keza Riyad’ı hayal kırıklığına uğratan ve ABD ile yan yana durma konusunda isteksizliğe iten bir başka gelişme.

Tüm bu faktörlerin etkisiyle Riyad ve Çin safları hızla sıklaştırırken, mesele sadece “Suudi Arabistan, ABD’yi bırakıp Çin’e yaklaşıyor” şeklinde okunmamalı. Aynı zamanda, Çin de Ortadoğu’ya yaklaşıyor. Hatta mesele, daha çok Çin açısından önemli. Çünkü Ortadoğu çerçevesinin içine girmesi, onun uluslararası siyaset sahnesinde etkili bir oyuncu olabilmesinin de en temel şartı.

Birçok açıdan “dünyanın odak noktası” olan Ortadoğu coğrafyası, uluslararası ilişkiler bağlamında hangi gelişmeler yaşanırsa yaşansın, önemini ve hayatiyetini yitirmeyecektir. Bölgeyi genellikle “petrolün varlığı” üzerinden değerlendiren bazı yorumcuların iddialarının aksine, günün birinde petrol bitip tükense bile, Ortadoğu’nun merkez ve odak vasfı ortadan kalkmayacaktır. Tıpkı 1900’lerin başından önce, petrolün esamisinin bile okunmadığı yüzyıllar boyunca, Ortadoğu’nun yine odak ve merkez olmaya devam edişi gibi. Tıpkı, Ortadoğu’yu sınırları içine dâhil eden devletlerin dünya çapında “süper güç” oluşları gibi. Dolayısıyla “Pasifik-merkezli” veya “Atlantik-merkezli” iddialı çıkarımlar, genel-geçer bir kural olarak değerlendirilmemeli. Ortadoğu’nun önemini kaybedeceği yanılgısına hiç düşülmemeli. Bu nokta, uluslararası ilişkilerin gidişatını ve “dünya düzeni” denen şeyin iç yüzünü kavramanın anahtarlarından biridir.

Ancak Çin özelinde, aydınlığa kavuşturulması gereken önemli bir detay var: Ortadoğu çerçevesinin içine girmek suretiyle dünya denklemine tesir eden karar mekanizmalarında kendisine yer bulmaya çalışan Çin, kalıcı olabilmek için hangi enstrümanı kullanacak? Çin’in elinde “ekonomik güç”ten başka hangi kozlar var? Bu sorular önemli, çünkü Ortadoğu’da kök salmak için “semâvî dinler” olarak adlandırılan -tabirin kapsamına yönelik rezervleri saklı tutarak- İslâm, Yahudilik veya Hristiyanlıktan birine mensubiyet ya da yakınlık gerekiyor. İsrail’i kuran ve çoğu ateist ya da agnostik olan Siyonist kadronun Yahudiliğe dayanmak ve sığınmak zorunda kalışı, bu hakikatin pratik bir ispatıdır. Yahudilikten ve Tevrat’tan devşirilen tezler yardıma çağrılmasaydı, Siyonizm, tek başına Ortadoğu’da bir devlet ideolojisi olamazdı.

Çin, “semâvî dinler”e kapıları tamamen kapattığı sürece, Ortadoğu coğrafyasıyla kalıcı ve sürekli bir irtibat kuramayacaktır. Ortadoğu halkları da, manevî hiçbir boyutun bulunmadığı kaba bir Çin kapitalizmini “kültür” olarak benimsemeyecektir. Çin, bu haliyle, ekonomik bir dev şeklinde coğrafyaya ayak basacak, bölgeyle menfaatlere ve kazanca dayalı bir ilişki geliştirecek, maddî gücü olduğu sürece görünür kalabilecektir. Ancak İslâm, Yahudi ve Hristiyan kültürleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

Çin’in İslâm dünyasının dört bir yanında ve bilhassa Ortadoğu’daki serüvenini izlerken, yukarıdaki ayrıntıları hatırda tutmakta fayda var.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —