Cehenneme doğru koşar adım yürümek…

Abdülaziz Tantik, modernleşme saikine bağlı olarak Müslümanlarında, “şunda, bunda hakkım/ız var” türden dünyevileşme düşüncesinin cehenneme açılan yola girilmemesi konusunda uyarıda bulunmaktadır.

Cehenneme doğru koşar adım yürümek…

Modern düşünce, insanı yeryüzünün kalıcı bir unsuru olarak tasarımlayarak her şeyi ona göre biçimlendirmektedir. Zihinde buna dâhildir. Her şeyin bu dünyaya ayarlı bir şekilde olduğu varsayımı ile yaşamaya çalışmak, sadece buradan müteşekkil bir yaşamın varlığını kesinlediği gibi yaşamı da bu kesinlikle uyumlu yaşama çabalarına bırakmaktadır. Yeryüzünü cennete çevirme arayışı, arzusu ve çabaları aynı şekilde burayı bir cehenneme dönüştürme zeminine tekabül ettiği görülememektedir.

Cehennem nedir?

İnsanların kendilerine yüklenmiş amaçları yerine getirmediklerinde karşılaşacakları yaşamın acı veren boyutunu ifade eden mekâna tekabül eder. En genel tanımı ise; insanın kendi fıtratının dışında kaldığında kendisine yüklenen acıyı yaşamasına verilen addır. Cehennemi bir tek kelime ile tanımlarsak eğer; yabancılaşmaktır. Kişinin kendisine, çevresine ve yaşama yabancılaşması, amacını ve anlamını kaybetmesidir.

Modernleşmenin ürettiği en temel haslet ise yabancılaşmadır. Yani cehennemi insana yaşatan ve her boyutu ile bu cehennemi azabı yaşatan bizatihi modernleşmenin kendisidir. Başka bir şey yapmadan sadece insanların bulunduğu mekânları gözlemleyerek bu sonucu kesinlemek mümkündür. Herhangi bir caddede mesela İstanbul kentinde İstiklal caddesinde boydan boya bir yürüyüş yaparken insanların yüzlerine dikkatle bakmak, onların nasıl bir yabancılaşma ile biçimlendiklerini görmek için yeterlidir.

Meselenin kökenine yönelik bir yolculuk bize, dünyaya mahkûm bir yaklaşım ve dünyayı öncelemenin kendisinin bizatihi insanı kendisine yabancılaştırdığını, bu yabancılaşmanın ise kişinin anlam ve değer yitimine maruz kaldığı zeminlerde açığa çıktığını gösterir. Modernleşme ise dünyayı merkeze alan ve dünya merkezli bir yaşamı önceleyen, hakların çokça öne çıkartıldığı bir zeminde ise eşitlik vurgusu ile anlamın yitirilmesine neden olur.

Yeni anlam arayışları, anlam dediğimiz olgunun değişime uğraması gerektiğini de ilzam eder. Bu yeni anlam arayışlarının ise salt kişinin kendi yararına olanı gözetlediğini de göstermektedir. Sadece kendisine ait olanı önemseyen ve benimseyerek kendisini her şeyden önce düşünmeyi önceleyen bir kişi, doğal olarak kendisinin etrafında bir yaşamı içselleştirecektir. İşte bu içselleştirme kişisel bir yaşamın evrenselleşerek anlam kazanmasına zemin oluşturur. Süreç bu öznelliği aşmayı imkânsız kılar. İşte bu noktada yabancılaşma kaçınılmaz olacaktır. Her öznelliğin öne çıktığı zeminde birden fazla özne ve öznelliğin varlığı ise çatışmayı kaçınılmaz kılar ve bu çatışma bir kaosu besler.

Anlamın yitiminin başladığı zeminde yabancılaşma kaçınılmazdır. Yabancılaşma ise ilişkide bir keskinliği taşır. Bu keskinlik, hukukun üstünlüğünü zorunlu kılar. Yoksa gücü yetenin zayıfı ezdiği bir zemine kapı aralanır. Söylemde bu durum eleştiriye tabi tutulsa da ‘bal tutan parmağını yalar’ hikâyesi üzerinden gücü elinde tutan kendi çıkarını önceler. Bunu en güzel kapitalist sistemde görürüz. Reklam aracılığı ile ürününü pazarlayanlar, her türlü kendi yararına olanı başkasının yararına olduğu propagandası ile pazarlar. Böylece kişiler, kendi yararına diye başkasının yararına olana yatırım yapar. Yani baştan ayağa bir aldatma ile karşı karşıya kalınır. Ama yabancılaşma ise aldatmayı meşrulaştırır. İşte modernleşme, kişinin kendi çıkarı için başkasını süslü sözlerle aldatarak onların elindekini alarak onlara geçici ve hak ettiklerinden daha az olanını vererek bunu yapar.

Bütün bu aldatmalar ve aldatma uğruna atılan yalanlar ise ahireti unutturan cinsten bir işleve sahip olur. Kimse dünyanın dışında başka bir yaşam alanının olduğunu hatırlamaz! Çünkü hatırlatıcı her şeyin yerinden edildiği bir zemin üzerinden unutulmuşluğa terk edilmiştir. Kuran, zikir, kulluk, ibadetler vesaire… Onlar sadece dünyada kazanacağı bir mekân, makam, mevki, imkân ve para için harcanırlar. Ahiret hayatı, hesap verebilirlik vesaire gibi anlam taşıyan ve burayı sınırlandırarak sınırlar çizen bir algıyı, idraki ve düşünceyi ise yetersiz görmektedirler. Dinin bu yenidünyaya hitap etmediği söylemi, neredeyse her kesi ve her şeyi kapsamaktadır.

Modernleşme, yeni bir düşünce zemini kurmuştur. Bu yeni düşünce zemini yeni değerler skalası üretmiştir. Bu yeni değerler skalası, yeni anlam dünyaları inşa etmiştir. Bu yeni anlam dünyası ise yeni tanımlamalara neden olmuştur. İşte bu yeni tanımlamalar ise yeni bir episteme/bilgi sistemi üzerinden yapılmaktadır. Böylece klasik olanın reddi üzerine kurulu olan bu modern olan yeni bir dünya ve yeni bir değerler alanı sunmaktadır. Ama bu yeni anlam ve değer alanları ise yabancılaşmayı kaçınılmaz kıldığı gibi her şeyi unutturarak yeniye alan açar. Hatırlamayı bir eksiklik, eskiyi isteme ise bir olumsuzluk ve kötülük olarak tavsif eder. Propaganda öne çıkartılır ve yalan kurumsallaştırılarak bu yalan üzerine değer ve anlam bina edilir. Öznelliği kurumsal zemine taşıyarak evrenselleştirilir. Böylece bu evrensel değerlere karşı çıkmayı ise kötülüğün temel nedeni kılarak asla dokunulamaz kılar. İşte mesele bu çerçeve içinde eğitim ve medya üzerinden sanat ve edebiyat ile perçinlenerek kalıcı değerlere dönüştürülür.

Şimdi bu hikâyeye eklemlenen müslüman zihnin yapısını dikkate sunalım: müslüman zihin, ara- ara hatırlamalar yaşayarak kendine dönüş için emareler gösterir. Bir süreliğine bu yeni hali yaşama katarak hatırlatıcı işlevler gösterir. Ama bir süre sonra yenilir ve kendi haline bırakılarak yeniye yönelik bir istek üzerinden oraya katılmanın imkânlarını arar bulur. Bu katılım ise dine dayalı düşünce üzerinden yorumlanarak klasik metinler yerine güncelleştirme babında yenilikçilik esas kılınır. Eğitim kurumlarında ve medyada bu tartışmalar alevlendirilir ve müslüman zihin yeniye açık hale getirtilir. Yeni olan ise modern olanın bir biçimi olarak işlevsel kılındığı için müslüman zihinde modern olana kapılır. Müslüman olduğu zehabı içinde modernleşen Müslümanlar, farkında olmadan din ile olan irtibatı kopar, dinin temel değerleri ile ilişkisi kesilir, yeni değerlere açık halde iken dini, ritüellere ve sembolik ibadetlere dönüştürür. Kulluğun içeriği boşaltılmış olur.

Ülkemizde seksenli yıllarda bir dalga olarak İslamcılık ayağa kalktı. Dine yönelik güçlü bir heyecan dalgası sardı. İnsanlar, var olmanın bir biçimi olarak din ve dindarlıklarını öncelediler. Ama farkında olmadan din ve dine dayalı düşüncenin birden fazla yapısının varlığı üzerine bina edilmiş parçalanmayı dinin doğasının tezahürü gibi göstererek, yeni olana yönelik bakışı olumlayarak dini bu yeni duruma uygun hale dönüştürme arayışlarını siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamın kendisinde bir dayatma biçimi olarak gündemleştirdiler. Siyasal olana ram ederek modernleşmenin her türlüsünü makulleştiren bu yaklaşım, dini düşünce arayışını ise sabote ederek ona giydirilmiş yeni kılığı meşrulaştırarak Müslümanları bu yeni duruma alıştırmanın imkânları seferber edilmiştir.

Dün, müslüman zihin neyi reddetmişse bugün onu kabule, dün neyi kabul etmiş ise de onu reddetmeye maruz kalmaktadır. Bunu sağlayan şey ise, eğitim kurumları ile birlikte siyasal olanın iktisadi olana bağlılığı besleyen boyutu olduğu da gözlerden saklanmaktadır.

Dünya merkezli bir yaşamın içselleştirildiği dini düşüncenin de bu dünya merkezli bir yaşamın kabulüne yönelik bir baskı aracı olarak kullanıldığı bir zeminde ahiret inancı ve ona göre bu dünyayı biçimlendirme arayışları komik kaçmaktadır. Kader meselesi ve tartışmaları, kesb meselesi ve tartışmaları da bu yeni duruma adapte edilmede çok güzel kullanılmaktadır.

 

Devamı >>>