Hz. Peygamber Mekke’den komşu şehir Yesrib’e hicret buyurduklarında olumsuz bir anlama sahip ‘‘Yesrib’’ adını “Medine” olarak değiştirmiştir.
Medine’nin Arapça müdûn veya deyn kökünden türediği ileri sürülür. İbn Manzûr, kelimenin “şehre gelmek, ikamet etmek, yerleşmek” gibi anlamlara gelen müdûn kökünden türediğini ve yeryüzünün yerleşmeye uygun ve kale yapılan her yerine Medine adı verildiğini kaydeder. Bu mübarek şehir, hicret yurdu olması ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâmiyet’i benimsemesinden dolayı “Kur’an’la fethedilmiş” kabul edilir.
Hz. Peygamber’in hicreti bugünkü anlamıyla basit bir göç değil, Allah’ın Peygamberine yeni bir medeniyeti inşa etmesi için istikamet verdiği bir inşa sürecinin miladıdır. Medine ise bir bakıma İslam Medeniyetinin tohumlarının atıldığı bâkir bir toprak parçasıdır. Allah Resulü oraya hicret buyurmadan önce en ehliyetli, en yetişmiş talebesi Mus’ab bin Umeyr’i elçi / mübelliğ olarak önden göndermiş, beşerî yapının çok kısa bir zaman içerisinde yeni bir form almasını sağlamıştır. Yüz yıl savaşının yorduğu, bitkin düşürdüğü Yesrib kabilelerini (Evs, Hazreç) yeni Medine’nin temellerini beraber atmak üzere barış masası etrafında toplayıp bu halkı bir barış toplumu haline getirmiştir. Hz. Peygamber hicret buyurduğunda Medine’nin kâmil bir barışa ve hukuk toplumuna ulaşması için ilk yapığı işlerden birisi Müslümanlarla birlikte müşrik ve Yahudi topluluklarını da içine alacak bir misakın imzalanmasını sağlamaktır. Bunun için öncülük yapmış ve sonuçta belki de yeryüzünde farklı din ve etnik mensubiyetlere sahip toplulukları bugünkü klasik anlamıyla bir toplumsal sözleşme etrafında birleştirme başarısını göstermiştir.
İslâm ve dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden ve önemli sonuçlar doğuran hicret Mekke’nin fethine kadar sürdü. Kabileyi esas alan üyelik anlayışı ve dar otorite kalıpları yerine yeni bir siyasî üyelik tanımı getirmiş olan Medine vesikasının yazılmasının ardından Ensar’la Muhacirler arasında kardeşlik bağları kuruldu. Evs ve Hazrec kabileleri, eski düşmanlıklarını unutarak kendilerine verilen Ensar unvanına uygun biçimde yaşadılar. Medine’de artık üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü hakim olmaya başladı.
Nasıl ki “din” ile “medine” arasında doğrudan bir irtibat varsa, medine ismi ile “meddene” fiili arasında da öyle bir irtibat bulunmaktadır. Meddene, “şehirler tanzim etti, medenileşti, hukukun üstün olduğu bir nizam kurdu” anlamına gelir. Bu işin tüm insani alanları kaplayıp bireysel ve toplumsal hayatın tüm ihtiyaçlarına cevap verir hale gelmesine “temeddün” adı verilmektedir. Sonunda elde edilen “medeniyet”tir.
Baş döndürücü ve olağan üstü bir hızla, ışığını tüm Arabistan yarımadasına yayan böyle bir medeniyeti çok kısa bir sürede inşa etmek ve sosyal iklime hakim kılmak ancak bir Peygamberin eseri olabilir.
İnsanlık bugün tıpkı o Mekkeli günlerde olduğu gibi büyük bir sancı içinde kıvranıyor, büyük bir cehalet batağında debelenip duruyor. İnsanlar hal diliyle, “yok mu elimizde tutan? Ey Muhammed (sav) senin iklimine o kadar muhtaç kaldık ki, yeryüzü adeta cehenneme döndü, nefes alamaz hale geldik. Yeryüzünde Nemrutlar, Firavunlar, Ebreheler, Ebu Cehiller, Ebu Lehebler kol geziyor, dünya yine zalimlerin eline geçti, mazlumların feryadını duyan kalmadı, ne olur ruhaniyetinle tekrar bizi şereflendir, yaralarımızı sar, bizi bağrına bas…” der gibiler.
Bu hissiyatı yaşayanlar sadece müslümanlar değildir. Ne zaman insanlık böyle bir bataklığa saplanmış, böyle örgütlü bir cehalete teslim olmuşsa, numune-i imtisal olan Hz. Muhammed’in (sav) o şanlı inkılabı hatırlanmış ve müslüman olmamalarına rağmen toplumların içindeki vicdanlı aydınlar o hakikati teslim etmişlerdir.
Farkında olsun veya olmasın, insanlık O’nun iklimine muhtaçtır. O’nun mirasına sahip olduklarını iddia edenlerin kendileri de O’nun iklimine muhtaç hale gelmişlerdir. Bugün müslümanların çoğunlukta bulunduğu toplumların haline bakalım, Türkiye de dahil Hz. Peygamberin ikliminden tevarüs edilen bir esinti hissedebiliyor muyuz?
Son Gazze soykırımı bir daha gösterdi ki, yeryüzünün yönetimi, Peygamberlerine bile isyan eden, yeryüzünü fitne ve fesada veren azgın bir topluluğun eline geçmiş durumdadır. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin liderleri de adeta sıraya girip o zalim halkın liderlerine tabasbus etmektedirler. Tam bir zillet hali yaşanmaktadır.
İşte burada kendisiyle aramızda bir rabıta kuralım ve soralım: “Bugün Hz. Peygamber’ yaşıyor olsaydı dünyanın ve İslam beldelerinin bu hali karşısında ne yapardı?”
Her müslümanın bu soruya kendini muhatap kılıp düşünmesi icap eder.
Kanaatimce yeni bir Medine provası yapardı. Beldeler arasında yeni medeniyetin inkişafına müsait beldeyi belirler, öncelikle orada müslümanlar arasındaki ihtilafları giderir ve daha sonra buna gayri müslim halkları da dahil ederek, kendi hakemliğinde yeni bir hukuk ve barış toplumunun nüvesini oluşturur, temellerini atar ve oradan bütün dünya insanlığına bir barış projesi hediye ederdi.
O zaman bugün sorumluluk bütün ağırlığıyla bu gerçekliğin farkında olan müslüman aydınlara aittir. Bu hakikatin farkında olup gereği hususunda bir aksiyon almayan, cesaret göstermeyen, çekimser davranan herkes tarih ve mahşer planında sorumludur.
Kaynak: fahrettindagli.com

