Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Çağla âşık Yunus çağla, çağlar sonra şimdi bile!

Ayfer Feriha Nujen yazdı(*)

Çağla âşık Yunus çağla, çağlar sonra şimdi bile!


“Çağla Dervîş Yûnus çağla
Sen özünü Hakk’a bağla
Ağlar isen başına ağla
Elden vefâ yoğa benzer”

Gönül gözüyle bakan bir yolcu gibi o eski Anadolu'nun tozlu yollarında yürürken bir ses yükselir içten, çağlayan bir suyun fısıltısı misali: "Çağla Yunus çağla!" Bu ses, nehirlerin kenarından, dağların yamaçlarından, ovaların bereketli topraklarından gelir; bir çağırış, bir uyanış, bir feryat-ı yakarış. Yunus Emre, o miskin derviş, o garip yolcu, o kalbin en derin mağarasında yankılanan ezgi, işte bu çağırışla doğar ruhlara. Çağla, taze bir meyve gibi, henüz olgunlaşmamış, ama içinde sonsuz bir tat saklayan; Yunus, o kutsal balık, Nuh'un gemisinde umudun simgesi, denizin derinliklerinde özgürlüğün kafesi. Birleşince ikisi, çağlayan bir Yunus olur: Çağlayan aşkın, çağlayan sevginin, çağlayan ilahi bir ırmağın coşkusunda yüzen bir varlık. Yunus Emre'nin öyküsü, bu çağırışın ta kendisidir; bir tohumun toprağa düşüşünden, bir çiçeğin açılışına dek uzanan, defalarca solup yeniden yaprak yaprak yeşeren bir destan. O, Anadolu'nun Moğol fırtınalarından sarsıldığı günlerde, 1240'ların o karanlık gölgesinde, Sarıköy'ün mütevazı bir kulübesinde gözlerini açar dünyaya. Hacı Bektaş Veli “Velâyetnamesi”nin soluk sayfalarında, o ilk nefes, kıtlığın gölgesinde alınır; babası İsmail, bir köylü adam, annesi toprağın kokusunu taşıyan bir kadın, Yunus'u büyütürken, henüz bilmezler ki bu çocuk, dilin en saf damarlarında akacak bir nehir olacak.

O çağlar, Selçuklu'nun son demlerinde, Moğol atlılarının tozu dumana kattığı, köylülerin ekinlerini terk edip dağlara sığındığı bir devir. Yunus, gençliğinde çiftçi olur; tarlanın sınırında, öküzün boynuzunda, toprağın neminde arar geçimi. Ama gönlü başka bir tarlaya aittir; o tarla, kalbin en kuytu köşesi, ilahi sevginin ekildiği bahçe. Ümmi olduğu söylenir menkıbelerde, ama şiirlerinden sızan bir bilgelik vardır ki, medreselerin tozlu raflarında bile zor bulunur. Arapçanın ağır zincirlerini, Farsçanın ipekli örtülerini bir kenara bırakır; o, halkın dilini alır, yoğurur, bir kadeh şarap gibi sunar dost meclislerine. Eskişehir'in Sivrihisar'ında, Sakarya'nın suları kenarında büyür; oralar, rüzgârın fısıldadığı yerler, kuşların ezgisiyle dolu vadiler. Çocukluğu, alıç meyvelerinin tadıyla geçer; o meyveler, sonradan Hacı Bektaş'ın dergâhına sunacağı hediyeler... Kıtlık vurur köye, ekinler solar, çocuklar aç uyur. Rivayet o ki, Yunus, ehli ve ayalı bir adamdır artık; karısı, çocukları için bir umut arar. Yolda, ormanda meyve toplar, ama nafile; açlık, bir kurt gibi kemirir kemikleri. İşte o vakit, gönlünde bir kıvılcım yanar: Hacı Bektaş Veli'nin kapısını çalmak. “Vilâyetnâme”nin satırlarında, o kapı, bir kapı değil, bir ufuk olur; Yunus, elinde bir sepet alıçla varır dergâha. "Buğday verin, himmet değil" der içinden, ama Hacı Bektaş, o erenlerin piri, sorar: "Himmet mi istersin, buğday mı?" Yunus, karın doyurur der buğdaya; alır yükünü, yola koyulur. Ama yolun ortasında, bir pişmanlık iner kalbine, taş gibi ağır. Dönüp gelir gerisin geri, "Himmet isterim" der. Geç kalmıştır; Hacı Bektaş, "O kilidi Tapduk Emre'ye verdik" der. İşte o an, Yunus'un kaderi değişir; bir anahtarın peşine düşer, Anadolu'nun yollarında. Bilmez dahi, bu anahtar dedikleri ne işe yarar?

https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2025/11/1762620443558-resim-2.jpg

https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2025/11/1762620483265-resim-3.jpg

Tapduk Emre'nin dergâhı, Nallıhan'ın yemyeşil vadisinde, bir meşe ağacının gölgesinde yükselir; orası, bir kale değil, bir sığınak, ruhların dinlendiği bir liman. Yunus, yorgun argın varır oraya; Tapduk, o kutlu mürşit, Horasan erenlerinin izini süren bir abdâl, Yunus'u karşılar. Değil bugünkü cübbeli züppeler gibi Tapduk, şefkati bir ilme dayalı, görsen belki ufak tefek de bir adam, heybeti dahi elbette görüsünde gizli bir er kişi. "Gel oğul" der, sesinde bir ırmak şırıltısı; Yunus, diz çöker, "Himmet için geldim" diye anlatır derdini. Tapduk, gülümser; "Hizmet et, yolun açılır" buyurur. Ve başlar o efsanevi hizmet: Odun taşımak. Dağların eteğinden, ormanın kalbine iner Yunus; baltayı kaldırır, dalları kırar, ama bir kural koyar kendine: Eğri odun getirmemek boynunu eğip girdiği eşikten içeriye. Neden mi? "Bu kapıya eğri odun yaraşmaz" der içinden o iç sesi duymayan kim var! Dergâh, hakikatin evi, her dal düz olmalı, her nefes saf. Yıllar akar, on yıl, yirmi yıl, otuz yıl; kırk yıla varır o hizmet. Menkıbeler, Âşıkpaşazâde'nin “Tevârih”inde, Lâmiî Çelebi'nin “Fütûhu'l Mücâhidîn”inde yankılanır: Yunus, her sabah gün doğmadan kalkar, baltayı omzuna vurur, ormana iner. Kışın karı dizlerine yapışır, yazın güneş yakar sırtını; ama o, bir müridin sadakatiyle taşır odunları. Tapduk, bir gün sorar: "Dağda eğri odun kalmadı mı oğul?" Yunus, baş eğer: "Kalmadı efendim, hepsi düz, hepsi sizin yolunuza layık." O odunlar, dergâhın ocağında yanar; ekmek pişer, dervişler ısınır, sohbetler derinleşir. Ama Yunus'un gönlü, bir fırtınanın ortasında; defalarca kovulur o kapıdan. Bu kovuluşlar menkıbelerin gizli katmanlarında saklı…

___

*)Ayfer Feriha Nujen, yazar, sosyolog ve mühendis olup şiirlede uğraşmaktadır.

 

Devamı >>>



Anahtar Kelimeler: Çağla Yunus çağla çağlar sonra şimdi !

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER