Tarih: 02.08.2019 12:38

Çağdaş dönemde yaşanılan krizler ve kritik eksikliği üzerine?

Facebook Twitter Linked-in

                                                                                  ?Bindik bir âlamete / Gidiyoruz kıyamete?

                                                                                                                                   (Şair Eşref)

Halk arasında ?krizi tuttu adamı´ derler. Böyle bir kriz, büyük bir ihtimalle, daha önceleri ?kafayı bulma´ konusunda uyuşturucu nev´inden bağımlılık yapacak hiçbir madde kullanmayan, ama bir defa bulaştı da mı, kullanmadığında ise, krize gireceği ayan beyan ortada olan insan için kullanılırdı.

Ya da, nefse hoş gelen, yenildiğinde, vücuda pek bir faydası olmadığı halde, kişide oluşturduğu damak tadına istinaden elde edilmesi arzulanan ve bu arzunun gerçekleşeceği ana kadar, o şeyin kişide oluşturduğu krizler vaki olurdu?

Bunlara, mutlaka daha birçok şey eklenebilirdi. Lakin bu tür krizler karşısında nefse karşı direnç ve sabır en önemli silahtı. Bu türden konularda bir kritik söz konusu olamadı. Kritik ancak ve ancak toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel, düşünsel ve bunların hasılası olabilecek ahlaki krizler karşısında kritik yapma, işi kritize etme söz konusu olabilirdi.

***

Bir toplumda oluşabilecek krizler yukarıda da belirttiğimiz gibi, en başta toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve düşünsel alanlarda meydana gelirdi. O da, o toplumun, ya kadim halde iken oluşan sıkıntılı bir durumdan, içerisinde birçok sıkıntının bulunduğu, ancak ulaşıldığında ise, işin sonunun düzlük olduğu ortamlara yönelik ?huruç´ hareketi vaki olduğunda söz konusu olabilirdi.

Burada süreç, haliyle sıkıntılı bir süreçti ve sabırla, sebatla engeller bir bir aşılacak ve hedefe varılacaktı. Tabii ki, bu durumda dökülmeler de olacaktı haliyle?

Birde, her zaman değil de, tarihin belli dönemlerinde vuku bulacak olan ve görünüşü belirgin olan kırılma anlarında krizlerde, kendini gösterecekti.

Birinci durumda, kötüden, zor durumdan çıkış, huruç söz konusu idi. Tabii ki bununla ilgili bir kritiğe, analize ihtiyaç vardı.  Yapılmadığı takdirde, yapılan hurucun da ciddi bir anlamı kalmayacak, yapılıp edilenler berhava olacaktı.

İkinci durumda ise, oluşan ?tarihi kırılmanın, kırılmaların´ neden, hangi sebepten kaynaklandığı konusunda ciddi bir analiz yapılmadığı, iş kritize edilmediği takdirde, adeta kaderin bir cilvesi olarak, o kırılma durumları çok kez tekrarlanacaktı. Ki bunda hiçbir şüphe olmamalıydı?

Bu anlattıklarımızdan hareket ettiğimizde, maddi düzlemde kendisi, doğu ?İslâm dünyası ve Çin, Hindistan vs.- ile kıyaslandığında, onlar kadar olmasa da, belli bir oranda toplumsal olarak kriz yaşayan Batı dünyası -Avrupa ve Amerika vs.- sanayi devrimi ile birlikte birçok modern/seküler kavramlarla birlikte, yine sanayi deviminin oluşturduğu mantalite içerisinde birbirinden çok az farkı bulunan ekonomik sistemleri doğuya ihraç etmişti.

Ekonomi birinci kalem olarak değerlendirildiğinde, kriz oluşturacak en önemli etkenin de yine ekonomi kaynaklı olacağı düşünülmeliydi. Sorun düşünselse, krizde düşünsel; toplumsalsa, kriz toplumsaldı, ya da kültürelse, oluşan krizde mutlaka, ama mutlaka kültürel alanda olacaktı. Ki bundan kaçış pek olası değildi?

Küresel bağlamda, en belirgin ekonomik alanda vuku bulan 1929 mali kriziydi. O kriz, diyalektiğin ?her şey, birbirine bağlıdır´ ilkesi gereği, ya hiç kapitalist sistem içerisine henüz dâhil olmamış, ya da girdiği kapitalist kulvarda gelişimini(!) tamamlayamamış ülkelerde, kendini az çok hissettirmiş olduğuna göre, bu sistem içerisinde ?bilerek´ bulunan ülkeleri ve çevreleri ise, yoğun bir şekilde etkilemiş ve yormuş, yorgun düşürmüştür. Üstüne, on küsur yıl sonra çıkan ikinci dünya(paylaşım) savaşının da eklediğimizde, işin vahameti kendiliğinden belirginleşecekti.

O kriz, besbelli kapitalist batının krizi idi, ama doğu(sosyalist) bloğu da etkilemişti. Zira onlarda hem ekonomik ve hem de sunulan yaşam modeli açısından modern batı mantalitesinin bir ürünü olan sisteme sahiptiler.

Batıda liberalizmin ?tozpembe´ söylemleriyle kendini insanlığa kabul ettirmeye çalışan kapitalizme koşut olarak doğu bloğunda da sosyalizm, devlet kapitalizmi formunda batı mantalitesinin temsilciliğini yapaduruyordu.

Gizli ve açık bir şekilde süren bu krizler batıyı örselemişti, onu sendeletmişti, ama doğu bloğunu ise, Sovyet Rusya üzerinden ?glastnost ve prestroika´yolu ile elde etmeye çalıştığı yenilenme politikalarına rağmen, onu çöküşe ve yok oluşa götürmüştü.

Bu haliyle dünyanın artık tek bir kutuplu dünyaya evrileceği söyleniyordu. Zamanla bu durum kısmen olsa da, söylem eyleme dönüşüyordu.

NATO´nun salt Amerika´nın elinde devasa bir askeri güç olarak işgallerde yer alması, buna bağlı olarak ?demokrasi götürülecek yerler olarak´ işgal edilen Irak, Afganistan, Somali örneğinde olduğu üzere, bu işgaller çeşitli alanlarda krizlerin oluşumuna kaynaklık teşkil etmişti.

Bu konu ile ilgili olarak, aşağıda da yeri geldiğinde değineceğimiz üzere, Irak´ın işgalinde ?bir koyup, yirmi alacağız´ diyen Özal´ın da, nihayetinde küresel kapitalizmin bir figüranı ve finans-kapitalin de emrine amade olduğu, işleyen sürecin mantalitesi analiz edildiğinde daha net anlaşılacaktı.

 

 

Bizdeki krizlere bakış?

Tarihsel bütünlük içerisinde bakıldığında, çöküş dönemi Osmanlısının, kurtuluş gayesi ile o da yine batının dayatması sonucu ilan ettiği Tanzimat fermanı ile başlayan; beraberinde ?ki toplumsal olarak birçok iyi ve faydalı tarafı da vardı- 1. ve 2. Meşrutiyet´ten hareketle cumhuriyet´in ilanı ile, doğu bloğu ve hür dünya(batı) arasında kalan Türkiye´nin, belki de birçok kazanım elde etme düşüncesiyle yönünü batıya çevirmesi sonucu olarak, birçok avantaj ve dezavantaja sahip olunmuştu.

1929 ekonomik krizi, kuruluşunun ilk yıllarına tekabül eden yeni devlet, o sırada kendi kapitalist sınıfını oluşturma çalışması içerisinde idi. Küresel kapitalizmi göğüsleyecek ve onunla yarışacak bir durumu olmayan devletin, birçok handikabı söz konusu idi.

En başta modern yaşam açısından birbiri peşi sıra uyguladığı devrimler sonucunda, toplumda büyük travmalar oluşmuştu. Osmanlıdan miras kalan ümmet bakiyesi, ulusalcılaştırma politikaları ile berhava ediliyordu. Bu hem toplumun önemli bir kısmını yeni devlete küstürüyor, hatta düşman kılıyor, ayrıştırıyordu.

Kemalist sistemin bu uygulaması, sözde yüzünü ?hür dünya´ya dönmüş olmasına rağmen, doğu bloğuna uygun davranışlar sergilemesi bir handikap olarak duruyordu.

Bu durum ?bir yanılsama durumu idi- Menderes dönemine kadar devam etmişti.  Sistem, bazı eksikliğiyle birlikte batı açısından ?sorunsuz´ bir şekilde devam ediyordu, ama halkın devletten beklentilerinin yüksek olmasına koşut olarak, hemen hemen hiçbir ihtiyacın karşılan(a)maması sonucu, içten içe kıpırdamalar olduğunun görülmesi üzerine, yeni sistemin acilen demokratik kulvarı seçmesi tavsiye edilmişti.

Bu durumun emir telakki edilmesine rağmen, işler alttan alınıyordu. Demokrasi sayesinde halk üst bir lige terfi edecek ve modern devletin tılsımı bozulacaktı. Yani, anlayacağımız ?ayaklar baş, başlar ayak olacaktı!

Yine de ayakların baş olması taktik gereği ?uygun görülse de´ kendileri de Kemalizm´in rahle-i tedrisinden geçmiş bulunan, elit ve sisteme bağlı, ama Müslüman halktan yana görünen ?sağcı´ liderler vasıtasıyla sistem içerisinde eritileceklerdi.

Bu maya tutmuştu ve bu güne kadar da işler, Milli Görüş´ün yapmaya çalıştığı parazitler(!) dışında hep böyle, bu şekilde olmuştu. Gerçi bunun da bir kriz olarak değerlendirilmesi gerekirdi.

Zira Osmanlı´nın tarih sahnesinden çekilişini büyük oranda Kemalist sistemin bir oyunu olarak görme eğiliminde olan Müslüman kitlenin genel anlamda, buna rağmen, mevcut durumu okuyamaması, çağdaş kavramlar karşısında ?bilmezlik´ içerisinde olması ve modern sistemlerin nasıl ve ne şekilde yürüdüğünü, yürütüldüğünü bilmemeleri de, aslında bir kriz olarak değerlendirilebilirdi.

Sağcı lider ve partilerinde krizi, onların da, ona inandıklarını defatle söylemiş olmalarına rağmen sistem tarafından aslında pek de kabul görmediği; bununla birlikte Müslüman kitleyi elde tutup etkisizleştirdikleri için, kerhen de olsa kabul edildiği görünüyordu.

Bu sağcı lider ve çevrelerin, ulusalcı Kemalist ve sol çevrelerce ?faşist, ilkel, gerici, kapitalist´ olarak tanımlanıp suçlanmaları bu çevrelerin içerisine girdirilen bir kriz olarak görülebilirdi.

Ama buna rağmen, gerek sağcı lider ve çevrelerle birlikte; çağdaş hallere aşina olmamış ve neyin ne olduğunu bilmeyen Müslüman çoğunluğun da krizi birbirleriyle çakışıyordu.

Bununla birlikte Kemalist sistemin krizi yok muydu? Elbette vardı ve hem de temelden bir krizdi.

O da tüm imkânlarıyla birlikte hareket ettiği halde, Kemalist düşünce ve anlayışı toplumun tümüne uzun bir dönem kabul ettirememişti. O da, onun için bir krizdi sonuçta?

Anlaşılan bun topraklarda yaşayan, yer tutmuş bulunan her toplumsal kesimin, insan gruplarının ve hemen herkesin bir derdi ve bir krizi vardı. Krizler yerinde ve zamanında tespit edilemediği, ona uygun çözümler üretilmediği ve en önemlisi de krizin esas çıkış noktasını, kaynağını, sebebini görmek istemediği, yani bir kritiğe ihtiyaç hissedilmediği için, durum krizden kaosa doğru yol alıyordu?

İslâmcılıktan muhafazakârlığa evrilirken ?rant, refah ve rehavet ´ krizi?

Klasik, ya da modern çağ fark etmez. Hangi toplum, grup, ya da şahıs, muadili olan toplum, grup ve şahıs(lar)la ?yanlış, sağlıksız ve oldukça sığ ilişkiler´ içerisinde ise, o oranda krizle karşı karşıyadır. Yani, ceketin düğmeleri yanlış iliklemiş ise, ceket, onugiyenin üzerinde yamuk duracak demekti?

Son yirmi küsur yıllık kendi sürecimize, yani, sözde İslamcılık yapıyor iken, birçok maddi saik sebebiyle refaha kavuşma, refah içerisinde yer alma, o ortamı adeta kutsama büyük bir kriz içerisine dâhil olduğumuzu göstermekteydi?

Ekonomik anlayışımızı ihalecilik saiki üzerinden ranta bağlamış, üretim yerine tüketimi baz almış; sol kesimle birlikte ?kitap okurluğu´ konusunda hatırı sayılır bir yerde durduğumuz yıllara nazaran, kitaptan köşe bucak kaçmamız, kültürün adını artık hiç mi hiç hatırlayamayışımız, kendimizi, aile fertlerimizi manevi arınmadan ?muaf tutmamız´ öyle bir şeyi unutmamız, cemaatleşmeyi artık boş işlerden addetmemiz, toplumun bizim dışımızda duran erdemli kesimleriyle Kur´anî ifadesiyle maruf, yani ?ortak iyi´ için artık çaba sarf etmeyişimiz; varsa yoksa, ideal politikten uzak bir minvalde, ?sanki öyle bir şey varmışcasına´ ülkenin beka sorununa vurgu yapıp ?toplumsal hak ve özgürlükleri´ gözden kaçırmamız, sözde İslam´ın, ya da onun yüce gölgesini kullanma yoluyla muhafazakârlığın iktidarını pekiştirme çabalarımız sonucunda bizimde krizlerimiz oluşuyordu.

Gerçi, bundan önce de, Kemalizm saikiyle onlarca yıl birçok krizle baş başa kalmıştık, ama şimdi yaşadığımız bu kriz bizim, sözde Kemalizm´e karşı olduğu dillendirilen, ama sonuçta o da Batı´dan devşirilen muhafazakârlığın bizlere dayattığı, kendi imalatımız olan bir krizdi.

İşi güncellersek, ceketin düğmesini yanlış ilikleme misali, Refah Partisi döneminde başlayan ve AK Parti iktidarı döneminde onun işleyişini sonlandırmakdan ziyade, ekonomi anlayışı konusunda, çağdaş verilerle birlikte güncele taşınması, sahihleştirilmesi ve uygulama alanı bulması gereken İslam´a ve dolayısıyla da ?çağımız´ Müslümanına uygun bir ekonomi düşüncesi ile ilgili akademik çalışmalar, okumalar yapılmamış, programlar tertip edilmemiş ve mevcut veriler kısmen refüze edilerek kapitalist sistemin devamı sağlanmıştı. Kalkınma ve ?rızık temini´ o yolla, o yöntemle vuku buluyordu, işin ?adalet´ kısmı ise malumunuz?

Rant, refah ve rehavet için; dolar, kur, faiz, endeks kelimeleri, eskiden inancımız gereği kullandığımız ve sahihliği su götürmez kelimelerimizin, kavramlarımızın yerini almış; bizleri ?realist davranıyoruz diye rantabl olduğumuz konusunda kendimizi inandırıyorduk. Tamam, maddi olarak bunun öyle olduğunu düşünelim, ama ya kaybettiğimiz değerler ve yerine onlarla at başı gidecek sahih kavramları nasıl bulup, buluşturup hayatımıza yerleştirecektik? Bu konuda bir planımız var mıydı? Yoktu! Keşke olsaydı?

Bunlardan dolayı oluşan işin künhüne vakıf olamamak, aynı zamanda birer zalim olan küresel güçlerle ?usulüne uygun bir şekilde´ aşık atamamaktan kaynaklanan maddi krizler oluşmuştu.

Rahip Brunson hadisesi de bu minvalde okunabilirdi. Gerçi işin temelinde, Suriye krizine bağlı olan YPG/PKK faktörü ?bizim açımızdan dahi olsa´ ön plana çıktığı halde, bunları perdeleyen maddi gerilemeleri bizim ısrarla görmek istemememiz, her şeyden ziyade ekonomik daralma içerisine sokulduğumuzu göstermekteydi?

Bu krize benzer ve hatta birbirini besleyen diğer krizlerimizde, ceketin düğmelerini yanlış iliklemek ile ilgiliydi. Örneğin; Salt pür Kemalist dönemde de örneği olduğu üzere, on altı küsur yıllık AK parti iktidarı döneminde kültür politikalarında sağlam düşünceler üretmemek, üretememek, kalıcı, doğru, sahih, anlaşılır ve tüm toplumsal kesimlerce de kabul edilebilir politikaları üretip devreye sok(ama)mak, dönemi bir fırsata çevirip Kur´anın sade, anlaşılır ve sahih mesajını tüm topluma anlatamamak vs. esas krizlerin kapı aralayıcısı oluyordu?

Kısacası, krizler kapıda idi, ama ya biz farkında değil, ya da öyle bir şeyin varlığına inanmıyor, ya da her zaman olduğu üzere bir zihinsel tembellik içre ?onları´ liderle çözmeyi düşünüyorduk. Tamam lider, ya da liderler vardı, ama biz ne işe yarayacaktık?

Kısacası, Müslümanlar olarak söylersek, çevremizde bulunan varlıklarla ilişkimizde, tabiri caize makam atlamadan; insan-kendi; insan-çevre ve bu ilişkileri anlamlı kılacak olan insan-Allah© ilişkisini sağlam ve sağlıklı bir şekilde ayakta tutmak, ikame etmek; hayatla var olan bağları; Allah´ın kulu, Kur´an mesajının yaşayıcısı, onun ileticisi, savunucusu ve hayatın mümkün mertebe eskisinden daha sahih, anlaşılır ve sahih olmamsı için yoğun bir çaba sarfetmek, yine de yaşayacak olsak, krizleri çarçabuk atlatmamızı sağlayacaktı.

Ama sebebi, saiki ne olursa olsun; krizlerin oluşumunda teyakkuz halinde olmak gerekirdi. Ki bu badireleri hasarsız bir şekilde atlatabilelim, önümüzü görebilelim ve yolumuza ?kaldığımı yerden´ devam edelim?

Kaynak: Özgün İrade Dergisi, 2018 Yılı Ekim Sayısı

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —