Büyük Sanatkârın Acılı Günlerinden Bir Kesit: SEZAİ KARAKOÇ’UN GEÇMİŞTE YAŞADIKLARI

Akademisyen yazar Şakir Diclehan, şair, yazar ve düşünce insanı Sezai Karakoç'u anlattığı "Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç" adlı eserinde, üstadla ilgili,, onun bir hatırasına yer veriyor.

Büyük Sanatkârın Acılı Günlerinden Bir Kesit: SEZAİ KARAKOÇ’UN GEÇMİŞTE YAŞADIKLARI

Günümüzün yaşayan büyük şairi Sezai Karakoç, politikanın ve çıkar rüzgârlarının sert esen rüzgârları önünde savrulmadan ayakta kalabilen ve prensiplerinden ödün vermeksizin hayatını sürdüren ve bugünlere kadar gelebilen ender sanatkârlardan biridir.

Altmış yıl önce, onunla birlikte sanat hayatına başlayan birçok yol arkadaşı, şöhret ve politika basamaklarına yönelerek sahip oldukları yetenek ve sanat güçlerini tüketmelerine karşın Karakoç, has bir düşünce adamı olarak duygularını, izlenimlerinin, anılarını, umutlarını, öfkesini, sevincini, acısını, duyarlığını kimi kez bir kazma, kimi kez bir çekiç ve kimi kez bir iğne gücüyle ve adeta kuyu kazıyarak kitlelere ulaşmış ve ruhundan diriliş soluğunu üfleyerek toplumu aydınlatmaya çalışan bir sanatçı olmuştur her zaman.

Şairin dünyası zengin ve oldukça renkli, sınırları çok boyutlu, çok cepheli ve çok geniştir... Bunu yaparken, iktidar nimetlerinden ve çıkar çevrelerinden uzak durarak bir tılsımcı gibi bütün iç sıkıntıları dağıtan, yeni bir umutla ve dik duruşla topluma yeni bir ışık ve yeni bir mum tutanı olmuştur… Manevi âleme bir pencere açan ve 88 yaşına basan Şairimiz diyor ki: “Öğretim ve görev imtihanlarını bir kenara bırakırsak, hayatımda, gerek sanat ve edebiyat, gerek düşünce ve yazı alanında ve gerekse başka alanda hiç bir yarışa katılmadım, hiç bir ödüle talip olmadım, bir ödül beklemedim. Çocukluğumuzdaki devlet, korku ve dehşet salan bir devletti. Herkes gölge etmesin başka ihsan istemez düşüncesindeydi. Bir zarar gelmesin yeter faydası zaten beklenmez gibi bir kanaat vardı devlet hakkında. Devletin gözüne görünmemek ya da ilişmemek, en büyük mutluluktu. Sanki yurttaş olmak, suçlu olmak demekti suçsuzluğunu sen ispat etmek zorundaydın adeta. Yani, beraat-ı zimmet asıldır kuralı tersine dönmüştü sanki.

1969 yılında yaşadığı acı günlerden bir kesiti gündeme taşımak istiyoruz Sezai Karakoç’un yaşadıklarıyla ilgili olarak. “O kış bir iki kitap hazırlamaya çalıştım. Mağara ve Işık adlı eserimi teşkil eden yazıları, Hz. Yusuf'un Düşü ve Dağ Çağrısı adlı yazıları yazdım. Bahar gelince Gül Muştusu adlı uzun şiirime başladım. Bütün bahar, o yazılar ve o şiirle uğraşmakla geçti. Bir yerde yazmadığım ve dergi de çıkmadığı için, ciddi bir gelirim yoktu. Hızırla Kırk Saat ve Taha'nın Kitabı gibi şiir, Kıyamet Aşısı gibi nesir kitaplarımın satışından gelen para, tabii ki yetersizdi. Haziran ayında maddî yönden çok sıkışmıştım. Kimseden de borç isteyemiyordum. Bir hafta hemen hemen hiç bir şey yemedim. Böyle zamanlarda insanın gidip birinden borç istemesi daha çok gözünde büyüyor. İnsan kınanacakmış hissine kapılıyor. Evde biber, bulgur, bostana dedikleri acılı bir garnitür vardı. Bir kaç gün ekmek ve bostana ile idare ettim. Sonra ekmek alacak para da kalmadı. Bir gün evde üst üste altı demli çay içmiştim. Beyazıt’a doğru yürüdüm. Orda yakınım bir gence rastladım. Kendisinden para verip alabileceğim bir yakınım. Bir çay da orda Marmara Kahvesi'nin bitişiğinde, onun yazlığı sayılan Yeni Küllük'te içtim. Bu çay bayat bir çaydı. Genç arkadaştan biraz para aldım. Oradan eve döndüm. Maksadım bir şeyler alıp, yemek yapmaktı. Ancak yürürken Köprülülerin türbesinin orda başım döndü, gözüm karardı. Yoluma devam ettim. Cağaloğlu'na geldim. Manavdan, bakkaldan yiyecek maddeleri aldım. Fakat yine başım döndü. Kendimi eve zor attım. Biraz yatarsam kendime gelirim diye düşündüm. Yatağa uzandım. Başım korkunç dönmeye başladı. Gözümü açsam, ya da ayağa kalksam, sanki bütün dünya üstüme yıkılacak gibi oluyordu. Uyumaya çalıştım. Mümkün olmadı. Kalkıp pencereyi açıp imdat isteyeyim dedim. Fakat her kalkışımda yeniden yatağa mıhlanıyordum. Gece olmuş karanlık çökmüştü. Bir ara ümidimi kestim yaşamaktan. Demek ki ömrüm bu kadarmış dedim kendi kendime. Ölümü kabullenmek istedim. 36 yaşındaydım. Tüm hayatımı gözümün önüne getirdim. Sonra düşündüm. Bu şekilde ölümü kabullenmenin doğru olmadığına karar verdim. Öleceksem, mücadele ederek ölmeliydim. Kalktım, duvarlara çarparak, yerde sürünerek kendimi dış kapıya attım. Oradan dışarı seslenmeye başladım, Tesadüf bu ya apartmanın kapıcısı ordaymış sesimi duymuş. Ayağa kalkıp kapıyı açamadığımdan anahtarı kapı altından dışarı attım. Kapıcı kapıyı açtı. Gidip bana yoğurt getirdi. Fakat yine düzelmedim. Beni bir taksiyle hastaneye götürdü. Günlerce çiğ kuru bulgur, biberli su olan bostana, demli çayla beslenme sebebiyle zehirlenmiş miydim? Psikolojik gerginlik de vardı tabii. Hastanede nöbetçi doktor durmadan ilâç yazdı. Kapıcı gidip alıp getirdi. İğne yaptı doktor. Sonra beni nöbetçi doktor odasında muayene masasında bırakıp gittiler. Pencereler açıktı. Üstümde de yatak çarşafı bile yoktu. Gözüm kapalı olduğundan kalkıp pencereleri kapayamadım. Sabaha kadar o şekilde soğukta kaldım. Sabah gelen doktorlar beni bekleme salonuna çıkardılar. Gözümü açamıyor ayağa kalkamıyordum. Eve gitmek istiyordum, fakat kalkıp gidemiyordum. O kalabalıkta kimse de ilgilenmiyordu benimle. Uzun bir süre daha öyle kaldım. Kahvede yanıma gelen gençlerden biri, o gece, ben kahveye gitmeyince, sabah evime gitmiş, beni evde bulamayınca kapıcıya sormuş. O da hastanede olduğumu söylemiş. Gelip beni hastanede aramış. Beni ararken Süleyman Yalçın'a rastlamış. Durumu anlatmış. O da: bulunca gitmeyin. Bana haber verin, beni bekleyin demiş. Genç arkadaş, Fatih (Altay) gelip beni buldu ve Süleyman Bey'e haber verdi. O da: toplantıya gireceğim, beni bekleyin demiş. Sonra Süleyman Bey geldi. Beni kendi bölümüne götürüp yatırttı. Kendisi, doçent ve asistanları hep gelip yokladılar. O sırada sarılık salgını vardı. Benim sarılık olup olmadığıma bakıyorlardı. Sonunda Süleyman Bey, akut gastrit teşhisi koydu. Üç gün orda kaldım. Büyük ihtimam gördüm. Profesörün hastası olduğum için tüm görevliler gelip beni soruyorlardı. Bir iki gün serum da verdiler. Üçüncü gün kendime geldim. Arkadaşlar da hastanede olduğumu Fatih'ten öğrenmişlerdi. Ziyarete geldiler. Süleyman Bey'in kliniği, o günler tamirat için boşaltılacakmış. O sebeple, başka bir yere nakledelim dedi. Marmara kahvesine gelen yakınlarımızdan Yurdakul Dağoğlu ise: Esnaf Hastanesine yatıralım seni. Orda 15 gün dinlen dedi. Parasını kendisini verecekti tabii. Ben teşekkür ettim. Hayata yeniden doğmuştum. Mühim olan buydu. Üç arabayla (Turgut Akman'ın, Yurdakul Dağoğlu'nun, Sabri Özpala'nın) eve hareket ettik. Hastanenin üç günlük parasını da Sabri Özpala verdi. Kapıcının aldığı ilaçlar bir hayli para tutmuştu. İlk fırsatta borç alıp onları ödedim.”

Bu şair, daha sonraki zamanlarda şu şiiri kaleme alacaktır:

“Bırak ben ağlayayım

Eski pazarında satılan Afganistan’a

Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya

Filipinler’e

Habeşistan’a Eritre’ye Filistin’e

Esaret prangasıyla kıvranan

Kafkaslar, Azerbaycan, Türkistan’a

Bütün milletlere ülkelere

Irmaklar gibi ben ağlayayım.”

Dr. Şakir DİCLEHAN, Sanat ve Düşünce Dünyasında SEZAİ KARAKOÇ. İSTANBUL, 2018. DİCLE YAYNLARI. Üçüncü Baskı.

www.teklifkitap.com /www.bkmkitap.com/www.emekkitap.com