Tarih: 13.03.2021 11:10

BM ve Unesco'ya başvurdular: Kürtçe eğitim dili olsun

Facebook Twitter Linked-in

Gündelik sohbetlerimizde çoğumuz 'biz yaşadık bari çocuklarımız yaşamasın' sözünü sıkça duyarız. Bunu söyleyen ebeveynler, genelde yaşamış oldukları maddi sıkıntıların aynısını, çocuklarının da yaşamamasını dileyerek onlara ellerinden geleni yapmaya çalışırlar. Haklıdırlar da. Bu ukdeyi biraz değiştirip şöyle diyen kaç kişi bulursunuz acaba: “biz anadilimizde eğitim almadık bari bizden sonraki kuşaklar alsın”. Muhtemelen pek duymayız. Duymadığımız için de bugün çocuklar kendi anadillerini konuşamıyor; nineleri ve dedeleriyle diyalog kuramıyorlar. Bu da nesiller arası zincirin kopmasına neden olmaktadır. Zira çocukların konuşmadığı bir dilin geleceği yoktur.

Nitekim Kürtçe’nin etki alanı da gittikçe daralmaktadır. Bunun kaygısını taşıyan ve her gün yukarıdaki ikinci cümleyi dile getiren insanların bir araya gelerek oluşturdukları Hereketa Zimanê Kurdî (HezKurd/Kürt Dil Hareketi), dört ay gibi kısa bir zamanda kurulmasına rağmen, Kürtçe’nin anadilde eğitim dili olması için Birleşmiş Milletler’e ve UNESCO’ya başvuruda bulundular. Kendilerini sivil bir hareket olarak tanımlayan HezKurd, Kürtçe’nin yaygınlaşması için üç model önermektedirler. Bunlar İsviçre Modeli: Kürtçe’nin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 2. resmî dili olması». İkincisi, Makedonya Modeli: Kürtçe anadilde eğitim ve Kürtçe’nin Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye kadar okullarda eğitim dili olması ve de Yeni Zelanda Modeli: bütün şehir ve köylere Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Çerkesçe, Rumca, Ermenice, Arapça, Türkmence isimlerinin iade edilmesi şeklindedir. HezKurd bu eksende çalışmalarını sürdürür; herkese açık toplantılar düzenler; Kürtçe’nin korunması, yaygınlaşması ve resmi bir statü kazanması için çaba harcar. Bu hareketin diplomasi ayağını yürüten ve BM’ye başvuru yapan Aydın Dere’ye, bu başvurunun anlamını ve bu sürecin ayrıntılarını sorduk.

21 Şubat Dünya Anadil gününde Birleşmiş Milletlere ve UNESCO’ya, Kürtçe’nin Türkiye’de resmi dil olması için başvurdunuz. Bunu HezKurd (Kürt Dil Hareketi) Yönetim Kurulu Üyesi sıfatıyla yaptınız. HezKurd’un neyi amaçladığının bir girizgâhını yapabilir misiniz?

HezKurd (Kürt Dili Hareketi) çok ciddi bir toplumsal ihtiyaçtan doğdu. Cumhuriyet‘in kuruluşundan beri 98 yıldır çoğulculuğu esas almayan, tekçi olan sistem maalesef demokratikleşemedi. Kapısında yıllardır beklenen Avrupa Birliği’nin kriterleri bile uygulanmıyor. Uzun çatışmalarla geçen yıllara rağmen bundan ders çıkarılmıyor aksine Kürt illerinde belediyelere kayyumlar atanıyor, tutuklamalar yapılıyor; kısaca demokratik siyasetin önü tıkanıyor. Buna karşın çatışmanın ve gerilimin çok daha fazla artırıldığı görülmektedir. Kuşkusuz yaşanan şiddet sarmalının odağında, Kürtlerin inkâr edilmiş anadili ve bunun getirdiği temel hakları vardır. Bunun sonucu olarak, sahadaki çalışmalarımız da göstermektedir ki, Kürtçe yasal ve eğitim dili olmayışından ötürü, ciddi bir tehlikenin eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Bu da asimilasyon sürecini hızlandırmaktadır. Daha önce gerek kurumsal gerekse de bireysel olarak, Kürt dili için eserler veren yazarların, yayınevlerinin, enstitülerin ve belediyelerin çabaları önemli ölçüde yol almıştı ancak bu çabalar, maalesef siyasal iktidarların müdahalesiyle önemli ölçüde kesintiye uğratılmıştır. Biz de bu deneyimleri göz önünde bulundurarak Kürt dilini korumak ve geliştirmek için, şiddet içermeyen sivil bir halk hareketine olan ihtiyacı karşılamak adına yola çıktık.

Bunun için Fevzi Bulgan, İbrahim Sediyanî, Barij Celalî ve bir grup aktivist ile HezKurd’u kurma çalışmalarına başladık. Sahada yaptığımız çalışmalar ve farklı görüşlere sahip insanların katıldığı toplantılarla, Kürt dilinin korunması, yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi için çaba harcamaktayız. Ancak bunun bölgesel ve ulusal bir çerçeveden çıkarılıp uluslararası bir boyuta taşınması gerektiğini düşündük. Bunun için, kuruluşumuzdan dört ay sonra yani Dünya Anadil Gününde (21 Şubat 2021), Türkiye’nin de altında imzası bulunan Birleşmiş Milletler Yerli Halkların Hakları Bildirisi’nin 14. maddesini esas alarak, Türkiye’de Kürt dilinin anayasal güvenceye alınması ve eğitim dili olması için Birleşmiş Milletler ve UNESCO’ya bir dilekçe ile başvurduk. HezKurd, tüm ideolojilere ve partilere eşit mesafede yaklaşan; bilimsel verileri referans alan; hukuki metinleri esas alan bir niteliğe sahiptir. Ayrıca şiddetsiz çözümü savunurken bütün dilleri ve kültürleri insanlığın ortak değerleri olarak görür. Hedefimiz ilk etapta, Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bölgelerde, çift dilli (Kürtçe-Türkçe) eğitimi savunmaktır. Kısaca HezKurd hümanist, barışsever ve sivil bir harekettir. Tüm etkinlikleri ve toplantıları herkese açık olup şeffaf bir niteliğe sahiptir.

Cenevre’deki BM binası önünde Kürtçe, Türkçe ve Fransızca kısa bir basın açıklaması gerçekleştirdiniz. Kürtçe’nin gündelik hayatın dili olması gerektiğini söylüyorsunuz. Kürtçe’nin gündelik hayatın dili olmasından kastınız tam olarak nedir?

Fransızca demecimde o kavramı özellikle kullandım. Zira bu, Fransız düşüncesinde karşılığı olan ve de rutin olandan fazlasını içeren tarihsel ve toplumsal bir kavramsallaştırmadır. W. Benjamin’in 19. yüzyıl Paris’i; Michel de Certeau’nun yaşam tarzı olarak yaklaşımı ve de Henri Lefebvre’nin buna yönelik eleştirisi bir tarafa, Ansiklopedistlerin çabaları daha önemlidir. Bunların Fransız halkı üzerinde yarattıkları tarihsel ve gündelik hayat etkileri, toplumsal dönüşümün oluşmasına neden olmuştur. Ansiklopedi, 'bütünün/toplumun eğitimi' anlamına gelir. Fransız toplumunun dönüşümünde Diderot, D’Alembert, Rousseau gibi düşünürler, halkı bilinçlendirmek, onlara iğneden ipliğe her şeyin bilgisini ve metodunu öğretmek gibi tarihsel ve sosyolojik çabaları olmuştur. Bu sayede Fransız diline ve düşüncesine birçok katkılar sağlamıştır. Bu çerçeveden bakıldığında dil, hem üretmiş hem de yeniden üretilmiştir. Bu da dilin kalıcılığını sağlamakta, onu gündelik olanın parçası haline getirmekte; gündelik olanı yeniden üretmektedir. Burada halkın eğitimi yukarıdan aşağı değil de aşağıdan yukarıya doğru işlemektedir. Bizim de böyle bir şeye ihtiyacımız var. Kürtçe’ye gündelik hayatın dili olması demek, bütünün eğitilmesi yoluyla sağlanabilir. Bu, kolektif bir edimle sağlanır. Kolektiflikten kastım, sanatın, bilimin, edebiyatın, pazarın Kürtçe vasıtasıyla işlemesidir. Yani tanımlama, eksiltme, çoğaltma dilin olanaklılığıyla sağlanabilir.

Kabaca dilin hastanede, sokakta, postanede, müzede v.s, hemen her yerde konuşulması ve yeniden üretilmesi gerekir. Bu, sadece toplumsal örgütlerin çabalarıyla değil ancak kurumsal ve sistematik bir biçimde gerçekleştirilebilir. Yani okullarda, zorunlu bir biçimde o dilin öğretilmesiyle olur. Bu vasıtayla Kürtçe gündelik şakaların, kur yapmanın, alışverişin ve reklamın dili olur; o zaman gündelik hayatın her kademesinde belirgin hâle gelir. Kısaca dilin demokratikleşmesi yani gündelik hayatta herkes tarafından icra edilen bir şeye dönüşmesi, onun kamusallaşmasıyla sağlanabilir. Bunların olmasının yegâne yolu, Kürtçe’nin anadilde eğitimiyle ve kuşaklar boyu aktarımıyla olur. Hülasa Kürtçe bu şekilde gündelik hayatın dili olabilir aksi takdirde yaşlıların evde konuştuğu bir dile dönüşür. O zaman da Kürtçe’nin yok oluşundan bahsetmemiz gerekecek. Buna karşı anadilin yasaklanması demek, Freud’tan referansla, kültürel kastrasyon anlamına gelir. Bu, büyük bir travmadır. Düşünsenize kendinizi dilinizde ifade edemiyorsunuz; dilinizi konuşmaktan men ediliyorsunuz kısaca engelleniyorsunuz. Bunun toplumsal bütünlüğe olan faturası korkunç boyutlardadır. Bu, gerginliği tırmandıran, toplumsal diyaloğu zayıflatan, amorf bir kültürün oluşmasına yol açan sonuçlara yol açar. Nitekim bugün Kürtlerde bariz bir biçimde görülen de budur.

Ulusal değil de uluslararası düzeyde bir çözüme yönelmenizin nedeni nedir peki?

Aslında ulusal ve uluslararası düzey birbirlerini tamamlar. Toplumsal barışın sağlanmasının temelinde dilin -kimliğin- tanınmamasının yalın gerçekliği var. Bu, eşitliğin sağlanması anlamına gelir. UNESCO ve BM’yi ilgilendiren tarafı, kültürel miras olarak dilin korunmasının yanında, birlikte yaşam kültürünü desteklemesidir. Bunu Avrupalılar sayısız deneyimlerinden dolayı çok iyi biliyorlar. Sadece Kürtlerin değil ancak Türklerin de bunu savunması gerekir. Eğer gerçekten istiyorlarsa tabii. Diğer taraftan kardeşlik söylemi, mevzu bahis Kürtlerin anadilde eğitim hakkı olunca kolaylıkla rafa kaldırılıyor. İnsan kardeşinin dilini hiç yasaklar mı? Demek ki mesele bunun ötesindedir. Bu duyarlılığa sahip olduğunu dillendiren politikacılar, Kürtler’den oy almak için belli dönemlerde ya da Avrupa ülkelerine eşitlikçi görünmek adına onlara bir takım sözler verseler de, bu sözleri zamanla unuttuklarını gördük. Zayıfladıklarında ya da ihtiyaç duyduklarında Kürtler’den yardım alan daha sonra işler yolunda gidince 'biz aslında öyle demek istemedik' demeye başlamaktadırlar. En basitinden bunu seçim öncesinde görmek mümkündür. Maalesef Kürtçe’ye olan yaklaşım bu çerçeveyi aşamamaktadır. Bu nedenle, bir kişinin ya da grubun belirleyeceği ve karar vereceği sorunsal olarak değil de BM gibi uluslararası bir örgütün yasalarına dayandırmak suretiyle çözülmesi gerektiğine inanıyoruz. Buna göre Kürtçe’nin korunması ve yaygınlaşması, hem ulusal hem de uluslararası bir meseledir. Zira dünya tarihini ve kültürünü ilgilendiren bir özelliğe sahiptir. Kimseden bir şey dilemiyoruz ancak doğuştan sahip olduğumuz anadilimizin çocuklarımıza öğretilmesini istiyoruz. Bu da en temel insani hakkımızdır. Kısaca toplumsal barış için “dilsel adalet ”in sağlanması gerekir. Bu da Kürtçe’nin anadilde eğitimiyle sağlanabilir.

BM’nin önünde verdiğiniz demeçte, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kurulmasından bu yana ilk kez Kürtçe için BM’ye başvuru yaptığınızı söylüyorsunuz. Şimdiye kadar bu, kimsenin aklına gelmemiş miydi? Kürtlerin Avrupa’da kurmuş oldukları dernekleri ve kuruluşları bu yolu hiç denemediler mi? Bu ne anlama geliyor?

Bedirxanî Kardeşler (Celadet ve Kamuran) Avrupa’da eğitimlerini yapmış, diplomasi tecrübesine sahip kişilerdir. Avrupa’da ilk Kürtçe gazeteyi Cenevre’de çıkarmaları, BM’nin kuruluş yıllarına tekabül eder. Bu anlamda onların yapması zaman açısından olanaksızdı. Sonrasında 1970’lerden kalma ideolojik bagajlarıyla 1990 ve sonrasında Avrupa’ya gelen, kısmen Batı karşıtı olan Kürt örgütlerin diasporadaki varlıklarını görüyoruz. Bu gruplar bugün bile, BM’nin önünde büyük kitlelerle gösteri yapmaktadırlar ancak görüleceği üzere istenilen etki yaratamıyorlar çünkü maalesef bu, kurumsallaşmış herhangi bir diplomasi geleneğinden yoksun olmalarından kaynaklanıyor. Oysa bu kuruluşun içine girip orada söz alma; diplomasi faaliyetlerinde bulunma gibi bir pratikten kaçınmaktadırlar. Bazı zamanlar aracılar vasıtasıyla içeri sunmak istedikleri mektup maiyetindeki taleplerinde, genellikle 'yakılan köyler', 'insan hakları ihlalleri' ve 'siyasi tutuklulara yapılan baskılar' yer almış ancak bu taleplerin içinde şimdiye dek 'anadilde eğitim hakkı'na dair herhangi bir başvuru olmamıştır.

Bu, tek eylem biçimi olduğu için protestoyu bir tercih olarak kabul görmelerinden ya da yaratmak istedikleri bir yanılsamanın sonucu olarak açığa çıkan bir durum gibi görünmektedir. Ancak BM’den bir çözüm bekleniyorsa, böyle protestolardan ziyade usulüne uygun bir yöntem izlenmelidir. Çünkü BM devletlerarası antlaşmaların, anlaşmazlıkların ve ihlallerin görüşülüp tartışıldığı uluslararası bir platformdur. Bunun dışında kalan konuları iç mesele olarak kabul etmekte ve müdahale etme yetkisine sahip olmamaktadır. Örneğin bir sorunu çözmek istediğinizde bunun zaman alan ve emek gerektiren bir iş olduğunu bilmeniz gerekir. Çünkü başvurmak yetmiyor. Ondan sonra bir prosedürü takip etmek gerekiyor. Bu izlek, uluslararası hukuka uygun olmalıdır. Ayrıca, bir avantaj olduğunu söylemem gerekiyor ki BM, bir Sivil Toplum Kuruluşu oluşturup 'devletsiz halklar' adına faaliyet yapılmasına olanak tanımaktadır. Ancak bu, kalifiye elemanlar gerektiren profesyonel bir iştir. Dolayısıyla Kürtlerde kurumlaşma, bütçe ve benzeri nedenlerin böylesi çalışmalardan dolayı da kısıtladığını düşünüyorum. Kısaca Kürt örgütlerinin dil hakkını talep etmeyi düşünmemeleri, çok daha köklü değişimleri hedefleyen politik tutumlarından kaynaklanıyor olabilir. Bunun realitesi tartışılır ancak bizim amacımız olabilecek bir işin izini sürmek yönündedir. Nitekim BM, çok önemli bir diplomasi alanı olup temel hakların sağlanmasını kolaylaştıran uluslararası bir dünya örgütüdür. Onun imkânlarını ve çözüm kanallarını etkili bir biçimde kullanmak gerekir.

Tüm bunlar siyasi sürecin bir parçası olsa da siz hukuk mücadelesi veriyorsunuz. Sizce bu işleyiş neyi değiştirecek? Somut anlamda nasıl bir sonuç almayı öngörüyorsunuz?

Bu hem siyasi, hem hukuki bir dava olduğu gibi uluslararası bir karaktere de sahiptir. Ancak biz hukukun etkili bir biçimde kullanıldığında sonuç verebileceği düşüncesinde ve inancındayız. Türkiye’nin imzaladığı uluslararası antlaşmalar var. Dolayısıyla Türkiye aslında çok ciddi bir sorumluluk altındadır. Milyonlarca insanın anadil talebine bir cevap vermek zorundadır. Biz, BM’nin bunu Türkiye’ye dayatmasını sağlayacak yasal bir prosedür başlatmış bulunmaktayız. Gerektiğinde Kürtçe eğitim hakkını isteyen yüzbinlerce Kürt, hatta farklı halklardan insanlar, bu demokratik hakka ve de şu an başlattığımız sürece destek vermek için, BM’ye mektup yazma kampanyası başlatabilirler. Bunun örgütlenmesini yapmamız gerekir. Bu, sürece büyük bir katkı sağlayacaktır. Sonuç almamız için bu kanalı etkili bir biçimde kullanmamız yani ödevlerimizi yapmamız gerekir. Bunun için her Kürt, ben anadilimi istiyorum demekle kalmamalı, bunun için bir şeyler yapmalıdır. Mesela on binlerce ya da yüzbinlerce insanımız anadillerinde eğitim görmediklerinden ve bu dilin yasaklığından kaynaklanan psikolojik ve sosyal tahribatlardan ötürü toplu davalar açabilirler. İç hukukun tükenmesi ile durum AİHM’e intikal edip uluslararası bir davaya da dönüşebilir. Bir de bunun BM ve UNESCO boyutları var. Bu, bir risk ve masraf oluşturmuyor ancak duyarlı olmak yeterli.   

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —