Tarih: 30.06.2022 01:13

Bir vefat, bir hatıra ve düşündürdükleri…

Facebook Twitter Linked-in

15 Haziran günü Serbestiyet’te, geçen hafta Perşembe günü vefat eden ve İsmaliağa Cemaati diye bilinen bir Nakşibendî topluluğunun şeyhi Mahmud Ustaosmanoğlu’yla ilgili bir söyleşi vardı. (https://serbestiyet.com/serbestiyet-in-english/ozel-roportaj-hiristiyan-esinin-yanina-gomulmek-isteyen-dayimin-cenazesine-imam-gonderilmedi-namazi-mahmut-ustaosmanoglu-kildirdi-95606/)

Avukat Cem Kaya Karatün, Onur Erkan’ın gerçekleştirdiği bu söyleşide annesinin dayısı olan Zeki Tunca ile ilgili, içinde kamuoyunda bilinen namıyla ‘Mahmud Hoca’nın da yer aldığı hatıralarını anlatıyordu.

Zeki Tunca’nın Çeçenistan’dan Kars’a göç etmiş bir ailenin ferdi olarak Kağızman’dan üniversitede okumak üzere İstanbul’a yolculuğu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okurken ortaya çıkan ve giderek ilerleyen sağlık problemleri ve buna bağlı olarak görme kaybı ve kısmî felç, okulu terk, piyango bayiliği, maddî durumu iyi olan bir Ermeni ailenin sağladığı destek, onlar sayesinde tedavi için Almanya’ya yolculuk, Almanya’daki hastanede hemşire Renata ile aralarında oluşan gönül bağı, evlilik, beraberce Türkiye’ye dönüş, kazanılan ikramiye, zenginleşme, bu kez maddî durumu kötüleşen Ermeni aileye sağlanan destek, kendi ailesinden gençlerin eğitimleri için esirgenmeyen destekler, ailenin ‘Renata Yenge’sinin vefatı ve İstanbul Mecidiyeköy’deki Alman mezarlığına gömülmesi, eşinin vefatı üzerine Zeki Tunca’nın sağlık durumunun kötüleşmesi ve üç yıl sonra vefatı…

Bu hatıraların Mahmud Ustaosmanoğlu ile ilgili kısmı ise, avukat Karatün’ün büyük dayısı Tunca’nın hayat hikâyesinin son bulduğu noktada başlıyordu. Zeki Bey karısı Renata’yı çok sevdiği için kabrinin de onun yanında olmasını istemiş, bunun için mezarlıkta eşinin yanındaki yeri satın almış, içlerinde CHP’den milletvekili olmuş bir ismin de yer aldığı yeğenlerine kendisini Alman (yani, aynı zamanda Hıristiyan) mezarlığına eşi Renata’nın yanına defnetmelerini vasiyet etmişti. Ailenin bu sebeple yaşadığı tereddüdü gidermek adına da, bir Müslüman olarak yaşadığını ve Müslüman olarak öleceğini, cenaze namazı kılınıp defninin yine İslami usule uygun şekilde yapılmasını istediğini teyid ederek, bununla birlikte eşinin yanındaki mezara defnetmelerini vasiyet etmişti.

Ancak vefatın ardından aile bu vasiyete uygun şekilde defin işlemini gerçekleştirmek için adım attığında, başvurdukları Beşiktaş ve Beyoğlu müftülükleri imam gönderemeyeceklerini, bir camiden naklinin uygun olmayacağını söyledikleri gibi, belediye de Hıristiyan mezarlığına gidecek bir cenaze için cenaze arabası veremeyeceğini belirtir.

Ortaya çıkan bu problem üzerine, aile vasiyete uygun bir defni nasıl gerçekleştirebilecekleri üzerine kafa yorarken, bir tanıdıklarının tavassutuyla mesele Mahmud Ustaosmanoğlu’na intikal eder. Başka pek çok kişi gibi aile fertlerinin de o ve cemaati hakkında edindiği izlenimin aksine, Mahmud Hoca burada dinen bir problem olmadığı düşüncesiyle cenazeye sahip çıkar, cenaze namazını da kendisinin bizzat kıldırmak istediğini söyler. Bunun üzerine, kiralanan bir ambulansla tabutu İsmailağa Camiine getirilir. Bu camide cemaatinden çok sayıda kişinin de iştirakiyle cenaze namazı Mahmud Ustaosmanoğlu tarafından kıldırılan Zeki Tunca, ardından aile fertleri tarafından Mecidiyeköy’deki Alman mezarlığında eşi Renata’nın yanındaki kabre defnedilir.

Bu hikâye, bugün bazı siyasetçiler tarafından kısa vadeli siyasî sonuçlar elde etmek adına, farklı kutuplardan olup beraberce kutuplaşmadan beslenen ‘husumet fedaileri’ tarafından güya kendilerince ‘moral üstünlük’ devşirmek adına siyah-beyaz keskinliği içinde bir kimlik ayrışması ve çatışmasına itilen Türkiye toplumunda, gerçek hayatın bu sivri uçlarda değil, geniş gri alanda ve birbirinden kopuk değil içiçe yaşandığının ibretlik bir örneği aslında.

Ailenin Kafkasya’dan başlayan hayat hikâyesi, üniversite için İstanbul’a geliş, Türkiye’deki tedavi imkânlarının yetersizliği, Ermeni ailenin desteği, Almanya’da tedavi… bütün bunlar hikâyedeki dikkate değer veçheler olarak beliriyor… Görüyoruz ki, farklı kimlikler hayatın içinde birer çatışma konusu değil. Zihinde birbirini ayrıştıran insanlar, gerçek hayatta ise biraraya gelmenin ötesinde, dayanışma içinde olabiliyorlar. Öte yandan, yine hayatın içinde çok temel bir ihtiyaç, meselâ sağlığına kavuşma ihtiyacı, kişileri zihinlere aşılanan ve saklı tutulması beklenen sınırların ötesine de bakmaya sevkediyor.

Ama bu çok dikkat çekici unsurlar barındıran hayat hikâyesinde beni en ziyade etkileyen iki husus, hikâyenin son demiyle ilgili hususlar olarak, müftülükler ve belediye ile merhum Mahmud Ustaosmanoğlu’nun sergilediği tavır oldu.

Düşünüşü, yaşayışı ve bilhassa görünüşü ile dinin kurallarını uygulamada ‘ruhsat’la değil ‘azimet’le hareket ettiği ve belirli şekil unsurları üzerinde haddinden ziyade durduğu, dolayısıyla dinin geniş olan yolunu daralttığı izlenimi oluşturan bir hocanın dinen bir problem görmediği için iştirak etmekten öte bizzat kıldırdığı bir cenaze namazına, müftülükler niye imam ve belediye niye cenaze aracı göndermedi acaba?

Burada gerçekten dinî hassasiyetler miydi öne çıkan; ‘millî ve idarî endişeler’ mi?

Her iki müftülükteki görevliler -‘müfti’nin terim olarak dinin ölçülerine uygunluk kriterini gözeterek ‘fetva veren’ anlamını taşıdığını hatırda tutarsak- bu olayda gerçekten ‘dinin ölçülerine göre fetva veren’ kişiler olarak mı davrandılar? Yoksa bir ulus devletin hassasiyetlerini gözeten, yahut en azından kendilerini ‘ulus devletin hassasiyetlerini de gözetmekle yükümlü bilen’ devlet memurları olarak mı bu tutumu takındılar?

Dinî açıdan Müslüman olarak yaşayıp ölen birinin nereye defnedileceği, ‘cenaze namazına da mani olacak’ bir problem teşkil etmezken, müftülükler ve belediyenin tutumu, vefat eden kişinin ‘Hıristiyan mezarlığı’na gömülmesiyle mi, ‘Alman mezarlığı’na gömülmesi ile mi ilgiliydi? Müftülük ve belediye, cenazeye karşı bu mesafeyi oluştururken, Müslümanlık-Hıristiyan denklemi üzerinden mi, Türklük-Almanlık denklemi içerisinden mi tavır geliştirdiler?

İşin bu boyutu, din-devlet ilişkileri ve ondan da öte ulus devlet, milliyetçilik ve din ilişkisi, dinsel milliyetçilik… gibi konular etrafında ilerleyen bir analizi zihinde tetikliyor. Dahası, ‘dinî’ gibi görünen birçok mesele ve gerilimin aslında ‘siyasî,’ ‘idarî,’ ‘ideolojik’ olmasının mümkün ve muhtemel olduğunu; bir diğer deyişle, siyasî ve ideolojik birçok tutumun kendisini ‘din perdesi’yle örterek veya ‘din üzerinden’ meşrulaştırmayı hedefleyerek boy gösterdiğini ihsas ediyor.

Öte yandan, bir ‘devlet memuru’ olarak değil, yalın şekilde bir âlim/hoca/şeyh olarak -bir diğer veçheden bakarsak ‘sivil’ biçimde- olayı değerlendiren bir zâtın, bu zât velev o sivil alanda dindarlığın ‘en azimetli’ veya ‘en şekilci ve katı’ formunu temsil ediyor gözükürse gözüksün, bir ‘resmî din görevlisi’nden daha ‘anlayışlı,’ ‘sorun çözücü’ ve ‘müsamahalı’ bir tutum geliştirmiş olması, din üzerinden gerçekleşiyor gözüken başka birçok gerilim için de ‘acaba?’ sorusunu insana sordurtuyor: Acaba, bu gerçekten dinî bir problem mi; yoksa problem başka bir yerden, meselâ devlet-iktidar-ideolojiden köken aldığı halde din üzerinden mi kendisine zemin bulmaya, alan açmaya ve meşruiyet üretmeye çalışıyor?

Cumartesi günü Serbestiyet’teki o söyleşiyi okuduğumdan beri, zihnimde bu sorular var.

Ve bu soruların eşliğinde, ‘gri alan’ kavramı zihnimde çokça dolaşıyor…

Gri alanımız aslında çok geniş ve orada hepimize birden yer var.

Devletlûlar ve ideologlar işin içine karışmasa ve karıştırmasa, her konuda anlaşmasak da karşılıklı anlayış içinde beraberce yaşamamız aslında pekâlâ mümkün gözüküyor…

Bunun için ise, dikkatimizi uçlara değil, o gri alana vermemiz ve o gri alanın daraltılmasına izin vermeyip korumamız gerekiyor…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —