Cumhuriyet döneminde kılık kıyafet kanunu çıktığında, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere, öncelikle bakanlar, milletvekilleri, öğretmenler ve devlet memurları kılık kıyafet devrimini uygulamaya mecbur hale gelmişlerdi. Devlet memuru demek Cumhuriyet değerlerini yaşamak-yaşatmak, devleti temsil etmek demekti.
Mehmet Ali Aycan, bu yeni dönemi gönüllü benimseyen memurlardan biriydi. Bir gün evine gelip eşi İkbal Hanım’a, artık çarşaf giymemesini, Cumhuriyeti ancak modern olmakla temsil edeceklerini, devletin böyle talimat verdiğini söyledi.
İkbal Hanım, o dönemde bazı kadınların yaptığı gibi, “Günaha gireriz” gibi bir itirazda bulunmadı. Tam tersine hemen kabul etti. Çarşafı çıkarıp, uzun etekli döpiyes, enseden bağlı eşarp giyerek tam bir Cumhuriyet kadını oldu. Bu modern haliyle eşine balolarda, bayramlarda eşlik etti.
Çocuklarını da bu bilinçle yetiştirdiler. Kızları Umran her anlamıyla modern cumhuriyetin bir genç kızı olarak büyüyordu. Mersin’de görev yaptıklarında Umran evlilik çağına gelmişti.
Akrabaları Hasan Tahsin Şenler ise Adana’da yaşıyordu. Tahsin Şenler de, Umran gibi yeni değerlerle büyümüş gençti. Adını ve güzelliğini çok duyduğu teyze kızı Umran’ı görünce çok beğenmiş, ailesinden istemişti.
Tahsin ve Umran çifti Mersin’de evlendiler. Ancak memuriyet nedeniyle şehir şehir gezmek zorunda kaldılar. Oğulları Özer Mersin’de dünyaya geldi. Örsel ve Yüksel Kayseri’de, Gülsel Konya Ereğli’de, Tuncer ve Çiğdem İstanbul’da doğdu.
Umran ve Tahsin çifti çocuklarına isim koyarlarken, eskiyi çağrıştırmayan farklı isimler olmasını özellikle tercih etmişlerdi. Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimler onlara göre değildi.
Yükselmekten, ilerlemekten esinlenerek Yüksel adı verilen kız, Şenler ailesinin mutluluk kaynağıydı. Yüksel’in dünyaya gelişinin sevincinin üstüne, altı ay sonra Atatürk’ün ölüm haberi gelince, sevinç üzüntü birbirine karışmıştı.
Ailenin üçüncü çocuğu ve ilk kızı olarak dünyaya gelen Yüksel, sakin ve içine kapanık bir çocuktu Pek arkadaş edinmiyor, genelde kendi başına oynuyordu. Üç yaş küçük kardeşi Gülsel ise, afacan, neşeli, şen şakrak birisiydi. Yüksel altı yaşına geldiğinde babasının tayini nedeniyle İstanbul’a taşındılar.
Okul zamanı gelince okumayı öğrenmek için sabırsızlanan Yüksel, büyük bir şevkle okula başladı. Birinci sınıfta, daha ilk günlerde kendini gösterdi. Beşinci sınıfa giden Özer ağabeysinin anlattıklarını sünger gibi emdiği için okulda çok başarılıydı.
Şenler ailesi Süleymaniye’de yaşarlarken daha sonra Laleli’ye taşındılar. Yüksel orada Koca Ragıp Paşa İlkokulu’nda okumaya başladı. Yüksel, okuma yazmayı çözdüğü günden itibaren gazete, kitap ne bulursa okuyan bir kızdı. Okumaya karşı inanılmaz bir tutkusu vardı. Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant sevdiği yazarlardı. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı da oldukça etkilemişti. Kendi kendine şiirler, hikâyeler yazmaya bu dönemde başladı.
Yüksel’in âşık olduğu liseli genç
On dört yaşına geldiğinde yazmış olduğu hikâyeler vardı. Annesi onun Kerime Nadir tarzı hikâyelerini beğenmişti. Anne kız Yelpaze dergisine gittiler ve Safa Önal ile görüştüler. Safa Önal genç kızın hikâyelerini beğeniyor, ancak Kerime Nadir tarzını hoş karşılamıyordu. “Devrik cümleler kullanmalı, sosyal konular işlemelisiniz” demişti. Bu sözler Yüksel’in moralini bozdu.
Hayalleri yıkılmış olarak eve döndükten sonra, Safa Önal’ın istediği gibi devrik cümleler, zor anlaşılır kelimeler kullanarak yeni bir hikâye yazdı. Safa Önal bu sefer beğenmişti. “Fevkalade, harika. Yeni bir yazar doğdu!” diyordu. Bu hikâye, Yüksel’in yayınlanan ilk yazısı oldu.
Yüksel’in Kerime Nadir tarzı aşk hikâyeleri yazmaya yönelmesi boşuna değildi. Çünkü onun da başında kavak yelleri esiyor, mahallesinden liseli bir gençten hoşlanıyordu. Liseli gencin bakışları, gülümsemesi, belli ettiği ilgisi dünyasını değiştirmişti.
Gönlünü meşgul eden erkeğin duygularını tam kestiremiyordu. Bazı davranışlarından ilgisi olduğunu seziyor, bundan gizli bir memnuniyet duyuyordu. Aşk konulu hikâyelerin kahramanı kendisi ve o beğendiği liseli gençti. Nice zorluklar, engeller yaşandıktan sonra sevenler birbirine kavuşuyordu çoğu hikâyelerinde.
Ancak gerçek hayatta da mutlu son olacak mıydı, emin değildi. Kendisi nasıl duygusunu, ilgisini içinde yaşıyorsa, muhtemelen liseli genç de duygularını gizliyor, hissettiklerini yüreğinde taşıyordu. Bu durum zaman zaman zihnini kalbini meşgul etse de, hayatında okumak ve yazmak, bir şeyler öğrenmek isteği daha ağır basıyordu. Kız kardeşi Gülsel de okuma ve yazma meraklısıydı. Onların bu edebiyata ilgisi Umran Hanım’ın hoşuna gidiyordu ancak bu konuda da denetimi elden bırakmıyordu. Kızlarından önce kendisi okuyor, uygun görürse kızlarının o kitabı okumasına izin veriyordu.
Ağabeyi Özer’in Nurcu olduğu ortaya çıkınca
Haseki’de yaşarlarken Pertevniyal Lisesi’ne giden Özer’in namaza başladığını ve Nurculara takıldığını öğrenince karı koca şok geçirdi. “Nasıl olabilir?” diyorlardı.
Özer, Ortaokul ikinci sınıftayken Tarih öğretmeni Necati Bey’den etkilenmişti. Tarih kitabında İslam tarihi 8-10 sayfalık bir bölümdü. Ama Necati Hoca, sene boyunca çocuklara İslam tarihini anlatıyordu. Öğretmenden etkilenen Özer gibi başka çocuklar da vardı.
Özer, bir ara milliyetçilerle birlikteyken daha farklı insanlarla da tanışmıştı. Bu arkadaşları evde toplu zikir yapan insanlardı. Ailesi duysa herhalde çıldırırdı. Girdiği tarikatın bazı vazifeleri zaman zaman Özer’i zorluyordu. Yine bu dönemde başka bir arkadaşı Hakkı Yavuztürk sayesinde evlerde yapılan Nurcu sohbetlerine katıldı, çok etkilendi. O günden itibaren Nurcuların faaliyetlerine katılmaya başladı. Risale-i Nur kitaplarını elle yazarak çoğaltıyorlar, sonra Emirdağ’da sürgün yaşayan Said Nursi’ye gönderiyorlardı.
Özer’in hayatı değişmişti. Öğrendiklerini evdekilere anlatmak, özellikle kız kardeşi Yüksel’e şimdiden bir şeyler öğretmek istiyordu. Tahsin Bey ve Umran Hanım Özer’e kızgın ve öfkeliydiler. Özer fazla görünmüyor, eve neredeyse sadece yatmaktan yatmaya geliyordu.
Özer’in kardeşi Örsel de bir kıza âşık olmuş, karşılık bulamadığı için işi derbederliğe vurmuştu. Sevdiği kızın peşinden koşuyor, evi, okulu ihmal ediyordu. Bir gece âşık olduğu kızın evin önünde merdivenlere yatarak sabahlamıştı.
“Biri gerici olur, biri serseri olur!” diye oğullarına kızıyordu Umran Hanım.
Kızları Yüksel ve Gülsel’den yana bir problemi yoktu, arzu ettiği gibi yetişmeleri için elinden geleni yapıyordu. Topluma uyum sağlayan, kültürlü ve bir kızın öğrenmesi gereken becerilere sahip yetişiyordu. Yüksel resme de meraklıydı ve ilkokuldan beri çok güzel resimler yapıyordu. Umran Hanım kızlarına musiki dersleri de aldırmaya başladı. Yüksel, radyo sanatçılarını yetiştiren Nevzat Balkır’dan kanun, Gülsel ise Ulvi Erguner’den ney dersleri alıyordu.
Said Nursi Özer’in adını Üzeyir yapıyor
Özer dört ayda Said Nursi’nin bütün külliyatını bitirmişti. Eserlerini okuduğu, aylarca elle yazdığı, zamanın büyük âlimi olarak tanıdığı Said Nursi’nin yanına gitmek en büyük hayaliydi. Emirdağ’dan, “Ziyaretime gelebilir” haberi gelince dünyalar Özer’in oldu. Pek beklemediği, olur gözüyle görmediği bu haber sonrası Emirdağ’a gitti.
Said Nursi’nin huzuruna çıktığında, ufak tefek, sarıklı cübbeli yaşlı Üstadı, Özer’e dev gibi görünüyordu. “Hoş geldin evlâdım,” dedi Said Nursi. “Maşallah, maşallah.” çekti. Adını sordu.
“Özer Şenler efendim.”
“Ben seni manevî evlât edindim” dedikten sonra ziyaret etmek istediğini belirten nota baktı. “Sen Muhsin’e burada bir buçuk ay kalacağım demişsin. Muhsin benim siyasetimi bilmez, zaten bilseydi bunu yazmazdı.”
Konuşmaktan utandığı için susan Özer’e baktı.
“Seni kabul etmeyeceğim demiyorum. Sen benim hizmetimde bulunacaksın, ama şimdi zamanı değil. Sen şimdi benim yanımda kalsan, iki gün sonra seni tespit edip fişleyecekler. Peşine hafiye takacaklar. Hangi okulda olduğunu tespit edecekler. Senin, Risale-i Nurları arkadaşlarına bahsetme ve tebliğ etme hizmetine set çekecekler. O yüzden şimdi erken, sen daha talebesin. Bizim çok gayretli ve tedbirli çalışmamız gerekiyor.”
Birkaç ay sonra tekrar Said Nursi’yi görmeye gitti. Konuşmaları esnasında Nursi, Zübeyir Gündüzalp’e seslenmişti. “Keçeli çay koy.”
Çay geldiğinde Özer’e her hizmetine koşan meşhur Zübeyir Gündüzalp’i gösterdi.
“Bak bu Zübeyir, senin adın da Üzeyir olsun.”
Özer’in adı artık Üzeyir’di.
Üzeyir bu görüşmeden sonra, “Ben artık deryayı bulmuşum, damlalarla uğraşamam” diyerek liseyi terk etti. Ailesini yoldan sapmış gördüğü için, eve de pek uğramıyordu.
Yüksel sevdiği genç ile sözleniyor
Yüksel ile ilgilenen liseli genç bir mektup göndermişti. Yüksel’i sevdiğini, ciddi olarak ilgilendiğini yazmış, sonunda “Beni bekler misin?” diyordu. Mektup hoşuna gitmesine rağmen Yüksel, hafiflik olur düşüncesiyle mektuba cevap vermedi. Bazen yazmak istiyor, bazen vazgeçiyordu.