Biohackers

Mücahit Gültekin, yazısında, hacker(heykır)liğin, birçok Batılı bilim insanı tarafından biyolojiye adapte edilme suretiyle, yaratılışın bozulması ve yeni bir insan tipinin öngörüldüğünün altını çiziyor.

Biohackers

Alman yapımı (2020) dizi Biohackers’ın ilk bölümünde Almanya’nın en iyi üniversitelerinden birinde tıp fakültesinde hoca olan Prof. Lorenz ve öğrencileri arasında çarpıcı bir konuşma geçer:  

- Geleceği konuşalım. Tıbbın geleceğinde ne var?

- Teletıp ve yapay zekâ?

- Öyle olsaydı karşınızda biyolog yerine bilgisayar bilimci olurdu.

- Gen terapisi?

- Onun temelinde ne var?

- Sentetik biyoloji.

- O nedir? Canlı türlerini değiştirebilir hatta yaratabiliriz. Hadi ama büyük düşünün! Sentetik biyoloji bizi yaratıktan yaratıcıya dönüştürüyor. Bu sadece tıbbın değil, insanlığın da geleceği. Hastalıkları ortaya çıkmadan önleyebiliriz. Sınırların ve sınıfların ötesinde fırsat eşitliği sağlayabiliriz. Genetik hastalıkları yok edebiliriz. Ya da işimizi iyi yapmazsak tüm insanlığı. Geleceğin dünyasını yaratmak, bizim sorumluluğumuz. Yarını yaratacak olan sizlersiniz!

- Peki ya Tanrı?

- Tanrı’nın pabucu dama atılacak!

*

Bu diyalog, geleceğimizin şekillenmesinde yapay zekâ ve biyolojinin belirleyici gücüne vurgu yapıyor. Aslında bir karşıtlık ve rekabetten daha çok bir işbirliğinden bahsedebiliriz. Nitekim dizinin ismi de buna işaret ediyor; biyoloji kavramına bilgisayar alanından bir kavram eklenerek oluşturulmuş. Anfide geçen diyalog, “yapay zekâ-genetik” işbirliğinde asıl gücün genetiğin elinde olduğuna dikkat çekiyor. Gerçekte her iki alan da temelde “yazılımla” uğraşıyor. Bir tarafta genetik mühendisleri var, diğer tarafta yazılım mühendisleri. Genetikçiler DNA’yla; “wetware” yani ıslak yazılımla uğraşan uzmanlar. Bilgisayarcılar, mikro işlemcilerle “software” ile uğraşıyor.

Tabii ki, Lorenz ve öğrencileri arasında geçen konuşmanın asıl konusu Tanrıdır; buraya biraz sonra döneceğiz. Öncelikle son zamanlarda “yazılımın” iki kanadında neler yaşandığına hızlıca bir göz atalım.

*

Yapay zekâ uzmanları uzun bir süre finans sorunu yaşadıktan sonra (buna “yapay zekânın kışı” deniyor) 1990’ların başından itibaren yeniden büyük fonlara kavuştular. 1956’da Dartmouth’ta toplanan yapay zekâ çalıştayına Rockefeller destek oldu. İlk büyük başarılarını satrançta Gary Kasparov’u yenen Deep Blue ile elde ettiler. Ardından 80’lerde “uçuk-kaçık” gelecek pek çok şey gerçek olmaya başladı: Sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik, nesnelerin interneti ve dahası... 2011’de IBM’in ürettiği Watson isimli yapay zekâ (yapay zekâların bir isimleri vardır!) saniyede 80 trilyon işlem gerçekleştiriyordu. Riziko oyununda bir efsane olan Ken Jennings’i devirmişti. Watson 200 milyon sayfa veriyi hazmedip işleyebiliyordu. Sadece 3 yıl sonra, 2014’te süperbilgisayarların performansında %2400 artış ve boyutlarında %90 küçülme oldu. Şimdi Summit isimli bilgisayar saniyede 200 katrilyon işlem yapıyor. Şunu da hatırlatalım: Deep Blue ve Watson başarısını üstün hafıza ve hızlı hesap yapabilme yeteneğine borçluydu; öğrenmeye değil. DeepMind, AlphaGo ve Alpha Zero gibi “öğrenebilen makineler” 2015’ten itibaren ortaya çıktı ve coşkuyu artırdı. 

Burada transhümansitlerin çok sevdiği “Moore yasası” diye bir şeyden bahsetmem gerekiyor. Gordon Moore (Intel’in eski başkanı) 1965’te yayınlanan bir makalesinde yaklaşık her iki senede bir aynı paraya (hatta daha ucuza) iki kat güçlü bir işlemci üretilebileceğini savunmuştu. Elbette fiziksel açıdan gidilebilecek bir son nokta olsa da, bu yasanın halen geçerliliği olduğu söyleniyor. Konuyu somutlaştırmak için şöyle bir örnek verebiliriz: Intel’in 1971’de piyasaya sürdüğü ilk mikroişlemci 2 bin 300 transistöre sahipti. 2015’te piyasaya sürdüğü mikroişlemcilerin 1,5-2 milyar transistöre sahip olduğu düşünülüyor. Bu transistörler görülemeyecek kadar küçükler ve birbirlerinden 14 nanometre uzaklıktalar! 1 nanometre metrenin milyarda biri. Örneğin hücre zarının kalınlığı 10 nanometre civarında. Bunun önemi şu: Çok güçlü bilgisayarlar giderek ucuzlayacak ve küçülecek. Google yöneticisi ve meşhur transhümanist Ray Kurzweil’e göre 1000 dolar değerinde bir bilgisayar insan beyninden 1000 kat daha güçlü olacak. Yine ona göre 2050 yılında tek bir bilgisayarın işlem gücü bütün insanların beyinlerinin toplam gücüne eşit olacak. (Bu arada Kurzweil’in düşüncelerinin pek çok uzman tarafından fantastik bulunduğunu da belirtelim. Ama bir ideali yansıtması açısından önemli.)

Google’ın ürettiği AlphaGo’nun go şampiyonu Lee Sedol’u 2016’da devirmesi, insan seviyesi bir yapay zekânın müjdecisi olarak selamlandı. Daha sonra AlphaZero’nun 4 saat içinde dünyanın bütün ustalarını dize getirecek kadar satrancı “kendi kendine” öğrenebilmesi coşkuyu daha da artırdı.

Yazılımın “software” kanadında bunlar olurken “wetware” kanadında da inanılmaz gelişmeler yaşanıyordu. 2000 yılının Haziran ayında ABD Başkanı Bill Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve özel şirketleri temsilen Celera Genomics adına Craig Venter İnsan Genom Projesi’nin ilk ayağının tamamlandığını dünyaya duyurdular. Bütün bir insan genomunu dizmenin maliyeti 2000 yılında 3 milyar dolardı. Moore yasası burada da geçerliydi. 2006’da 1 milyon dolara, 2008’de 100 bin dolara düştü. 2008’den sonra fiyatlarda muazzam bir düşüş yaşandı. 2014 yılı itibariyle 1000 (bin) dolara bütün bir gen haritası çıkarılabilmektedir. Marc Goodman, kimi şirketlerin sıradan halka (bir tükrük ve 99 dolar karşılığında) soy ağacı sonuçlarını gönderdiklerini yazmaktadır. Gerd Leonhard bir kişinin genom diziliminin çıkarılmasının 50 doların altına kadar ineceğini söylemektedir. Nick Bostrom çiçek hastalığının gen diziliminin ve 1918 virüsünün internetten indirilebildiğini belirtmektedir.

Gen haritalarının çıkarılabilmesinin yaratacağı -kişiye özel tıbbi tedavi, genetik yapıya göre tasarlanmış özel ilaçların ötesinde- soy ıslahı, tasarım bebekler ve öjeni gibi çok geniş ve tartışmalı sonuçlar var. Gen diziliminin bilinmesi kişinin kendisinin bile farkında olmadığı kişiye özel pek çok bilginin (psikolojik ve fizyolojik pek çok eğilim) şirketler tarafından elde edilmesi gibi bir riski beraberinde getiriyor.

Biyolojinin ve yapay zekânın birleşmesi, bazı iddialı görüşlere göre, insanlığın son devrimi: Her şey baştan aşağı değişecek; hukuk, ekonomi, eğitim, politika, sağlık, güvenlik, iletişim, üreme, aile vesaire... Bildiğimiz dünyanın sonu gelecek. Oyunun kuralları değil, oyun değişecek.

Yani, Prof. Lorenz’in lafı dolandırmadan söylediği şekliyle: “Tanrı’nın pabucu dama atılacak!”

Girişte de söylediğim gibi asıl konu Tanrı. Öldürme ve yaratma kudretini kim elinde bulunduracak? Asıl konu ilahın kim olduğu!

Kuşkusuz bu yeni bir mevzu değil, çok eski bir mesele. Nemrut’un İbrahim’le (as) tartışmasında öne sürdüğü iddiaları hatırlayın: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti.

Demişti ama bunun yapabilecek ne gücü ne de bilgisi vardı. Ama Nemrut’un motivasyonu dünyayı terk etmedi. Üstelik bu motivasyon biyoteknolojinin verdiği imkânlarla daha da güçlenmiş durumda. Artık CRISPR-Cas9 tekniğiyle DNA kontrol edilebiliyor. Bu arada 2020 Nobel Kimya Ödülü’nün bu tekniği keşfeden Emmanuelle Charpentier ve Jennifer A. Doudna’ya verildiğini de hatırlayalım. Artık “tasarım bebekler” sadece bilimkurgunun konusu değil. Hatta makineye “can verme” çabaları da gündemde. 14 Ocak 2020’de BBC’de yayınlanan bir habere göre robot bilimciler kurbağaların kök hücrelerinden “canlı robot” ürettiklerini duyurdular. Massachusetts Tufts Üniversitesi’nden Michael Levin ve ekibi biyolojik dokulardan robot yapmışlar. Levin, bu robotlara damarlar, sinir sistemleri ve görme yetisi kazandırılabileceğini belirtmiş. Araştırmanın sonuçları geçen sene Ocak ayında “Proceedings of the National Academy of Sciences” dergisinde yayınlandı.

Burada sorunun bilim ve teknoloji olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. İnsan, alet yapan/icat eden bir varlık olarak yaratılmış. Sorun her zaman olduğu gibi insanın nefsi. İnsanın kibri, hırsı, arzuları… İnsan, alet yaptığı için değil; ilahlık iddia ettiği için Nemrut oluyor. Hiroşima ve Nagazaki’yi küle çeviren atom bombası değildi, Harry Truman ve avanesiydi.

*

Tanrı’nın pabucu dama atılacak mı?

Mevzunun aslı bu değil kanaatimce. Dileyen dilediği zaman atabiliyor zaten. Asıl mevzu, atmak istemeyenlerin durumu; yeryüzünü ve içindekilerini Allah’ın bir emaneti olarak görenlerin durumu. Açıkçası pek de iyi bir halde oldukları söylenemez. Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük nimeti; akıl nimetini horlayan, küçük gören ve hatta hasım gören bir din dili içimizde kol geziyor. Nemrutla yüzleşmektense, küçük hesaplarla kendini motive eden, küçük başarılarla mutlu olan, küçük hasımları olan; topu hep kendi sahasında çeviren hatta kafası bozulursa kendi kalesine gol atmaktan çekinmeyen bir anlayışla nereye kadar gidebiliriz? Daha doğrusu, bu anlayışla üzerimize gelen dalganın sürüklediği yerden başka gidecek bir yerimiz kalır mı? Eğer üzerimize gelen dalganın yıkıcılığını fark edebilseydik mezhepçilik, kavmiyetçilik, hizipçilik vs. gibi sorunlarımız olur muydu?

Koğuş ağalığı için kavga yapan mahkûmlara benziyoruz. Ağa sen olsan ne olur, ben olsam ne olur! Kapıyı üzerimizden aynı gardiyan kilitlemiyor mu? Aynı zindan duvarları belirlemiyor mu sınırlarımızı?

Eğer yeryüzünün ve insanın gerçek hasmıyla yüzleşme cesareti gösterebilirsek, hep beraber modern Nemrutlara karşı direnebilirsek biz de kazanırız, insanlık da…

Yoksa, akletmeyenlerin üzerine rics yağması mukadder değil midir?