Besim F. Dellaloğlu: Çay ve ulus

Besim F. Dellaloğlu, gazeteduvar.com.tr’de “Çay ve ulus” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Besim F. Dellaloğlu: Çay ve ulus

Türkiye Cumhuriyeti’nde ulus-kimlikle yoğun çay tüketimi neredeyse özdeşleşmiştir. “Bu topraklarda” çay içmek neredeyse genetiktir. Buralara ait olmanın en tipik göstergelerinden biridir. “Bu ülke”de aşağı yukarı herkes güne çayla başlar ve bu bütün gün devam eder.

Vikipedia’nın 2014 verilerine göre Türkiye kişi başına 7.54 kilogram (kg.) çay tüketimiyle dünyada ilk sıradadır. Bu rakam ikinci sırada yer alan Fas’ta 4.34 kilogramdır. Çay deyince ilk akla gelen ülkelerden biri olan Birleşik Krallık kişisi başına 2.74 kg. tüketimle beşinci sıradadır. Rusya 1.21 kg ile on beşinci, İran 1.07 kg. ile yirminci sıradadır. Yirmi dördüncü sırada 0.99 kg. ile Japonya, yirmi yedinci sırada 0.93 kg. ile Mısır vardır. Dünya ortalaması ise 0.57 kilogramdır. Sanırım bu rakamlar Türkiye’de çayın önemini vurgulamak için yeterlidir.

Çayın “bu topraklara” gelişi on dokuzuncu yüzyılın sonlarını bulur. Murat Bardakçı’ya göre çayla tanışma, İstanbul’daki bazı dükkânların az miktarda da olsa çay ithal etmeye başlamasıyla olmuştur. Çay üzerine ilk metin ise Hacı Mehmed İzzet Efendi’nin 1879 tarihli “Çay Risalesi”dir.

National Geographic Türkiye dergisinin Ağustos 2009 tarihli çay özel sayısına göre, Osmanlı’da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid dönemine rastlıyor. 1892’de yayınlanan “Coğrafya-yı Sınaî ve Ticarî” adlı kitapta, dönemin Ticaret Nazırı Esbak–ı İsmail Paşa’nın aracılığı ile Çin’den getirilen çay fidanları ve tohumlarının Bursa’da ekildiği anlatılıyor ancak ekolojik koşulların uygun olmaması nedeniyle sonuç alınamadığı belirtiliyor.

ÇAYKUR’un internet sitesine göre, Türkiye´de çay tarımının başlangıcı 1917 yılına kadar uzanmaktadır. Batum ve çevresinde incelemeler yapmak üzere, bölgeye aralarında Halkalı Ziraat Mektebi Âlisi Müdür Vekili Ali Rıza Erten´in de yer aldığı bir heyet gönderilmiştir. Yapılan inceleme sonucu hazırlanan raporda, Batum ile benzer ekolojiye sahip Doğu Karadeniz Bölgesinde çay ve narenciye bitkilerinin yetiştirilebileceği belirtilmiştir.

Dünya savaşından sonra bölgede yaşanan ekonomik ve sosyal bunalımlar, işsizlik dolayısıyla meydana gelen aşırı göç, bölge insanına gelir kaynağı ve iş alanları yaratılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bölgede yaşanan işsizlik, göç ve ekonomik sorunların çözüme kavuşturulması için, 1917 yılında hazırlanan rapor da dikkate alınarak, TBMM´de 1924 yılında, Rize ili ve Borçka Kazasında Fındık, Portakal, Mandalina, Limon ve Çay yetiştirilmesine dair 407 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Çay tarımı bu Kanun ile yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu Kanuna göre başlatılan çay üretimi çalışmalarının yürütülmesinde Ziraat Umum Müfettişi Zihni Derin görevlendirilmiştir.

“Bu topraklarda” çay üretiminin yaklaşık bir asırlık bir tarihi vardır. Hepsi o kadar. “Bu ülke”nin insanlarının bu tarihlerden önce çayla ciddi bir samimiyeti yoktur. Çay tiryakiliği, hatta ulus-kimliğin çayla özdeşleşmesi özellikle Cumhuriyet döneminde hızla gelişmiştir. Bundan önceki dönemlere yönelik olarak bu ilişkinin yaygınlaştırılması tipik bir anakronizm örneği olabilir ancak.

İlginç biçimde çay tiryakiliğiyle ulus-kimlik arasında tarihsel bir paralellik vardır. Türkiye’de önce çay üretimi başlamış, ardında da çay tiryakiliği yaygınlaşmıştır. Tersi değil! Benzer bir değerlendirme aslında ulus-kimliğin üzerine kurulduğu Türklük için de yapılabilir. Türkiye, Turchia olarak önce İtalyancada ortaya çıkmıştır ve büyük ölçüde Osmanlı’yı nitelemek için kullanılmıştır. Oysa Osmanlı’da on dokuzuncu yüzyıla kadar Türklüğün yaygın bir kullanımı yoktur. Ne de olsa Osmanlı bir imparatorluktur, bir ulus-devlet değil. Türklük, Türkçülük ancak Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir bakıma Türk milliyetçiliğinin Osmanlı’da en geç ortaya çıkan milliyetçilik olduğu bile söylenebilir. Yunan, Bulgar, Ermeni, Sırp, Arap vb. milliyetçiliklerine göre en azından.

Bunu Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu kitabında, çok güzel anlatır. Aynen aktarıyorum:

“Abdülhamit zamanında Avrupa’da bulunan bir Jön Türkün anılarında anlattığı hikâye ilginçtir. Birkaç arkadaşıyla Paris’te bir kütüphaneye dadanmış. Oraya bakan memur ya da müdür, bunları ilgiyle izlermiş. Nihayet bir gün sormuş: “Siz nesiniz?” demiş. Bizimkiler bakışmışlar, hepsi birden, “Müslümanız” demişler. Fransız: “Bu, sizin dininiz. Milliyetiniz ne?”. Bizimkiler cevap vermişler: “Biz Osmanlıyız” demişler. Adam yine tatmin olmamış: “Bu, sizin tabiiyetiniz. Milliyetiniz nedir?” “Bakın” demiş, “şuradakini görüyor musunuz? Ona sordum “Ermeniyim” dedi. Bir de şurada oturan var; o da Rum olduğunu söyledi. Siz de Ermeni veya Rum olamazsınız ya!”. Jön Türk, bu hayali ya da gerçek hikâyeyi anlattıktan sonra, “İşte o zaman Türk olduğum aklıma geldi” der. Onun bu son yargısı Avrupalının, analize zorlayan soruları karşısında, düşünülerek bulunmuştur.”

Devamı >>>