Belki de yeni bir ‘beyanname’yi tartışma vakti gelmiştir

Yıldıray Oğur yadı;

Belki de yeni bir ‘beyanname’yi tartışma vakti gelmiştir

Yeni anayasa tartışmalarını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Belki de şimdi Türkiye'nin tekrar yeni bir anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir" sözleri başlattı.

Aslında değişen bir şey yok. 

Türkiye’nin bugüne kadarki bütün anayasalarının yazılma vaktine devlet karar verdi.

Ama son 25 yılda gerçekten de halkın kendi anayasasını yapmaya çok yaklaştığı, yeni bir anayasanın vaktinin gerçekten geldiği zamanlar da oldu. 

Örneğin 1999 depremi sonrasında, AB adaylık sürecinin hızlandığı dönemde. 

Depremle büyüyen sivil toplum ve demokrasi hareketi o günlerde çok etkili bir Sivil Anayasa Girişimi yaratmıştı. 

O değişim dalgası AK Parti’yi iktidara getirdi, AB reformlarıyla yükselen demokratik standartlar ve 2007 cumhurbaşkanlığı krizinin atlatılması sonrası çarenin yeni bir sivil anayasa olduğu konusunda geniş bir mutabakat oluştu. 

Son 25 yılda yeni anayasaya en yaklaştığımız ikinci an da buydu. 

AK Parti iktidarı, 2007’de Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki heyete yeni anayasa taslağı hazırlatıldı. Paralelinde sivil toplum örgütleri de anayasa taslakları hazırladılar. Maalesef bu girişim yargıda AK Parti’ye yönelik ilk kapatma davasını tetikleyince, rafa kaldırıldı.

2010 referandumunda oylanan paket de aslında bu yeni anayasa talebinin sonucuydu. Bugün bütün kötülüklerin anası ilan edilen “Yetmez ama Evetçiler” yeni bir anayasa istedikleri için o sınırlı pakete “yetmez” dediler. O yıllarda yeni anayasa için çalışan çok sayıda sivil girişim kurulmuş, pek çok anayasa taslağı ortaya çıkmıştı. Ve böylece üçüncü anayasal an geldi. 2011 seçimlerinin ardından TBMM’de bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. 

Ama, o günkü CHP ve MHP’nin kırmızı çizgileri çoktu, pek çok mesele dokunulmaz hale gelince, komisyon temel maddelerde anlaşamadı.

Ve yeni bir anayasaya yaklaştığımız son an. 

15 Temmuz darbe girişimi sonrası.  Halkın mücadelesiyle darbenin püskürtülmesi sonrası oluşan demokrasi ve birlik havası da yeni bir anayasa için çok müsaitti. Ama iktidar o fırsatı da otoriter bir cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için kullanmayı seçti. 

2017 referandumundan bu yana ne siyasetçiler, ne  entelektüellerden yeni anayasa lafını duymuyoruz, sivil toplumda da kimse yeni anayasa taslağı hazırlamıyor.

Artık böyle girişimlerin bile riskli olduğu zamanlardayız. Yeni anayasa üzerine çalışan, kendisini anayasayı yıkmaya çalışmak suçlamasıyla mahkeme önünde bile bulabilir. Türkiye’nin herhangi bir şehrinde yeni anayasa konuşmak için konferansa izin almak bile artık çok zor. Polisi, valiyi zararsız bir iş yaptığınıza ikna etmeniz gerekir. 

Zaten mevcut  anayasanın bile kimseyi bağlamadığı bir ortamda, geniş bir çoğunluk asgari hukuk devletine, basit bir ifade hürriyetine bile razı halde. 

2019 yerel seçimlerinde İstanbul seçimlerinin hile iddialarıyla YSK tarafından iptal edilmesi ile artık demokratik seçimler konusunda bile kafalarda şüpheler var. 

Dünya da bütün bunları izliyor. 

Türkiye; Macaristan ve Polonya gibi demokrasisi eriyen bir ülke olarak uzun süredir dünyanın gündeminde. 

Özgürlük ve demokrasi listelerinde uzun süredir “özgür olmayan” ülkeler statüsünde. Hapishanede en çok gazetecinin olduğu, AİHM’de en çok mahkumiyet almada ikinci sırada olan ve Batı’dan sık sık hukuk devletine uyması, kendi vatandaşlarını serbest bırakması için uyarılan bir ülke statüsünde.

O yüzden PKK ve FETÖ gibi haklı olduğu konularda bile sesi dinlenmiyor, karşısındaki lobilerin her dediğine inanılıyor. Enes Kanter bile böyle bir Türkiye’nin karşısında insan hakları aktivisti muamelesi görebiliyor. 

O yüzden Cumhurbaşkanı, bir gün prompterdan “Belki de şimdi Türkiye'nin tekrar yeni bir anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir" deyince bunu bir tek Adalet Bakanı ve Meclis Başkanı, “heyecan verici” buldu.

Çünkü bugün maalesef yeni bir anayasanın tartışma vakti değil. Türkiye’nin ihtiyacı da maalesef artık yeni bir anayasa değil. 

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı iki sayfalık bir beyanname.

Tıpkı bundan 74 yıl önce yapıldığı gibi...

İkinci Dünya Savaşı bitmiş. Savaşı faşizmlere karşı demokrasiler kazanmıştır.

Savaşta tarafsız kalan Türkiye, son anda kazananlar cephesinde yer alır ama bu muzafferler cephesine kabulüne yetmez. 

Demokrasiler kulübüne kabul edilip, San Francisco’daki konferansa davetiye alabilmek için  o günlerin tabiriyle “Şeflik” rejiminden çok partili demokrasiye geçilmeliydi.

Sadece kazananlar kulübüne kabul için değil, ülkenin bekası için de bu şarttı.

Savaşın kazananlarından Sovyetler, savaş ganimeti olarak Türkiye’den Boğazlar’da imtiyaz ve kuzey illerinden toprak talep ediyordu. Bu komşu süper gücü dengelemek ve durdurmak için Türkiye’nin Batı’nın desteğine ihtiyaç vardı.

Ayrıca bütün Avrupa’yı yıkmış savaş, Türkiye’yi de yoksullaştırmıştı, pek çok alanda kıtlık vardı. Tarım, sanayi çökmüştü. Hollanda gibi Türkiye için de tek çare ABD’nin yardım programına dahil olmaktı, bunun şartı da demokratik rejimdi. 

Öyle de yapıldı. 

Çok partili hayata geçildi, partilerin kurulmasına izin verildi ve Türkiye San Francisco Konferansı biletini kaptı. 

Sırada, Sovyetlere karşı Batı’nın koruma kalkanına girmek ve ABD’nin bütün Avrupa’ya vereceği askeri ve ekonomik Marshall Yardımları’ndan almak vardı.

Bu motivasyonlarla demokrasi arabası ilerlemeye başladı.

Ama yolda kazalar meydana geldi. 1946’daki ilk genel seçim bir skandala döndü. Sonra 1947  yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan bugünkü yerel o günkü muhtarlık seçimlerinde de CHP parti-devlet imkanlarıyla sandıklara müdahale etti. 

Muhalefet, bazı yerlerde seçimlerden çekildi, Arslanköy gibi örneklerde direnişler yaşandı.
Bunun üzerine DP, Ocak 1947’deki Ankara’da 800 delegenin katıldığı, ABD ve İngiliz elçiliklerinin temsilci gönderdiği ilk kongresinde Hürriyet Misakı’nı yayınlandı. Bayar’ın okuduğu misakta dört konuda adım atılması isteniyordu:

“DP üzerinde devlet baskılarının kaldırılması 
Anayasa’ya aykırı olan kanunların kaldırılması

Parti başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığının ayrılması

Seçim kanununun değiştirilmesi.”

Hürriyet Misakı, CHP’lileri çok öfkelendirdi. CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran, parti teşkilatına bir yazı göndererek kongre için “ülkeye zehirli telkinler saçılan zehirli propaganda” dedi, kongrenin CHP’ye karşı “içlerindeki sönmez kini gösterdiğini” söyledi. 

Seçimlerdeki usulsüzlükler ve muhalefete baskılar nedeniyle DP ve diğer partiler, Nisan 1947’de İstanbul, Tekirdağ, Balıkesir ve Kastamonu’da yapılacak ara seçimlere katılmama kararı aldılar. 

Başbakan Recep Peker, muhalefeti “…siyasi partilerin görevi seçime katılmaktır… Seçime katılmayan parti ve onları destekleyen gazeteler için İstiklal Mahkemeleri kanunu hala mevcuttur…”  diyerek tehdit etti. CHP tek başına ara seçimlere girdi ve bütün sandalyeleri kazandı.

Başbakan Recep Peker ile DP Lideri Celal Bayar arasında dozu artan sert münakaşalar yaşanmaya başlandı.

Peker, DP’lileri Milli Şef’e saygı göstermemekle, Atatürk aleyhine olmakla, tahrikle, kışkırtmayla, bozgunculukla, ihtilale teşvik etmekle suçladı, CHP’liler DP için “ihtilal komitesi” demeye başladılar. Gazeteciler tutuklanıyor, muhalefete baskılar artıyordu.

1.5 yıllık demokrasi büyük bir risk altındaydı.

Ama Türkiye’nin demokrasiden vazgeçme lüksü de yoktu. 

Aynı günlerde DP-CHP gerilimi dışında manşetlerde iki haber daha yer alıyordu. 

Birincisi ABD’yle süren Marshall Yardımları görüşmeleriydi. Her gün askeri ya da sivil bir ABD heyeti Türkiye’ye geliyor, Amerika ve İngiltere ile dostluk gösterileri yapılıyordu. 

ABD ordusunun Türk ordusuna hibe ettiği gemi, uçaklar gelmeye başlamıştı. 

İkinci haberler ise Paris mahreçliydi. Savaşın ardından müttefik Sovyetleri hizaya getirmek için Paris’te görüşmeler sürüyordu. İngiltere, Fransa ve ABD’nin Sovyetler’i vazgeçirmeye çalıştığı başlıklar arasında Türkiye ile ilgili talepleri de vardı. 

Siyasetçilerin ve gazetecilerin Amerikancılık, anti-komünizm duygularının en güçlü olduğu zamanlardı. Hasan Ali Yücel, DTCF hocaları gibi pek çok kişi hakkında da komünist cadı avı sürüyordu. 

Yani Türkiye’nin demokrasiden vazgeçme lüksü yoktu.

İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü devreye girdi. 

Başbakan Recep Peker ve DP Lideri Celal Bayar’la görüşmeler yaptı.

Önce İnönü’nün CHP liderliği ve üyeliğinden ayrılarak tarafsız bir Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili bir anayasa değişikliği gündeme geldi. Değişiklik önerisi gazetelerde bile yayınlandı.

Sonra İnönü’nün sadece genel başkanlıktan ayrılıp, basit bir CHP üyesi olarak kalacağı yazıldı. Hatta yeni genel başkan adayları bile tartışılmaya başlandı.

Ama bunlardan daha sonra vazgeçildi.

Nihayet 11 Temmuz günü Cumhurbaşkanı İnönü, radyodan halka seslendi, önce Peker ve Bayar ile yaptığı görüşmeler hakkında ayrıntılı bilgi verdi, sonra da şu tarihi sözleri söyledi: 

“Benim, bu son dinlediğim karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.

İdare mekanizması, yani Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı bile şüphe götürür idi.

Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa götürmez. Fakat, meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.

Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin, onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır.”

Konuşma 12 temmuz günü gazetelerde yayınlandığı için 12 Temmuz Beyannamesi adını aldı.

Bu açıklamayla parti-devlet sistemi resmen olmasa da fiilen bitti. İktidarın barışçıl olarak seçimlerle devredileceği en yetkili kişi tarafından teminat altına alındı. 

Bir süre sonra sertlik politikaları Milli Şef’ten veto yiyen Recep Peker kabinesiyle birlikte istifa etti. Hasan Saka başbakanlığında yeni ve mutedil bir hükümet kuruldu.

Beyannameyi reformlar izledi. Yeni hükümet savaş nedeniyle 7 yıldır devam eden sıkıyönetimi kaldırdı. İstiklal Mahkemeleri lağvedildi. Partilerin kuruluşunu düzenleyen Dernekler Yasası liberalleştirildi.  

Kasım 1947’deki CHP Kurultayı’nda parti programında değişiklikler yapıldı, partinin çizgisi siyasi merkeze taşındı.

Parti okulları haline gelmiş Köy Enstitüleri ve Halkevleri’nin statüleri değiştirildi. İlahiyat Fakültesi ve imam hatip okulları kuruldu. Bazı türbelerin açılmasına izin verildi. 

Nihayet en önemli adım olarak seçin kanunu değiştirildi ve 21 Şubat 1950’de demokratik seçimlerin güvencesi olan Yüksek Seçim Kurulu kuruldu. Radyoda muhalefete de yer verilmeye başlandı. 

Bu reformlarla Türkiye Batı ittifakının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Marshall Yardımları kapsamına girdi, ordu, sanayi ve tarımda ciddi yardımlar gelmeye başladı. 

1949’da kurulmasından hemen sonra NATO üyeliği için başvuruldu. 

14 Mayıs 1950’deki seçimde de İnönü verdiği sözü tutarak iktidarı seçimleri kazanan DP’ye devretti, Milli Şeflik’ten kalkıp, muhalefet sıralarına oturmayı kabul ederek beyannamesinin gereğini yerine getirdi. 

Maalesef Türkiye 74 yıl sonra iktidarın seçimlerle devredilip devredilmeyeceği konusunda şüphelerin arttığı, muhalefetin gün aşırı terörist ilan edildiği, siyasetçilere, gazetecilere sokak ortasında saldırılar yapılan ve o saldırıların cezasız kaldığı, medyanın tek sesli hale geldiği, anayasanın mahkemeler tarafından uygulanmadığı, AİHM’e verilen sözlerin tutulmadığı, hukukun üstünlüğü ve ifade hürriyeti konusunda çok gerilemiş bir ülke. 

Aynı sıralarda Türkiye, yaşadığı ekonomik sorunlar ve dış politikadaki krizler yüzünden Batı ile de ilişkilerini de düzeltmeye çalışıyor. Bu yüzden Avrupa’ya reform sözleri veriliyor, muhtemelen yeni anayasa da Batı’ya gösterilecek bir reform maddesi olacak.

Ama Biden’ın seçilmesiyle Batı’da da demokrasi hassasiyeti yükselmiş durumda. Biden dış politikasında demokratik değerlerin savunuculuğunu yapmayı ilk sıraya yerleştirdi. Rusya ve Çin liderleri ile telefon görüşmeleri yapıp Navalny ve Uygurlar konusunda uyarılar yaptı, Suudi Arabistan’a baskı yapıp hapisteki kadın hakları aktivistlerinin serbest kalmasını sağladı, şimdiye kadar Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı düzeyinde ilişki kurulmayan Türkiye’ye de önce Boğaziçi protestoları ve LGBT konusunda, ardından Osman Kavala ve Henri Barkey’in yargılandığı davayla ilgili sert açıklamalar geldi.

ABD Kongresi’nden içinde Enes Kanter’in bile adının geçtiği, Cumhuriyetçi ve Demokratları birleştiren sert bir Türkiye bildirisi çıktı. 

Biden’ın 1945’deki San Francisco Konferansı’na benzetilen Demokrasi Zirvesi’ne Türkiye’nin davet alıp alamayacağı meçhul.

Yani şartlar 74 yıl öncesine çok benziyor. 

1945’de Batı ittifakı içinde yer almanın yüzü suyu hürmetine demokrasiye geçen Türkiye, bugün yine Batı ittifakı ile ilişkilerini onarmak istiyor ve bunun için reform adımları atacağını taahhüt ediyor.

Ama bunun “şimdi anayasa zamanı” denerek ya da TÜSİAD ve TOBB’la reform paketi görüşerek yapılamayacağı açık.

Önce demokrasiye ve hukuka inancın tazelenmesi gerekiyor. 

Bunun için atılacak ilk adım, 74 yıl önce olduğu gibi bir beyanname ile önümüzdeki seçimlerle ilgili halka ve muhalefete güvence vermek olabilir. 

Çünkü İstanbul seçimlerinin iptali, YSK’nın mevcut yapısı, Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin değişen profili adil seçimler konusunda geniş bir kesimin kafasında ciddi soru işaretlerine neden oldu. 

Pek çok insan iktidarın demokratik yollarla devredilmeyeceğine inanıyor. Cumhurbaşkanı’nın çıkıp bunun garantisini vermesi bile şu anda anayasa ya da reform paketlerinden daha önemli bir kazanım olabilir. 

Ama bu yetmez. 

Yerel mahkemelerin AYM ve AİHM kararlarını dinlememesi, valilerin parti il başkanı gibi davranması, polisin ifade hürriyeti ve protesto hakkında karşı tavrına karşı da valiler, emniyet müdürleri, hakimler ve savcılar doğrudan Cumhurbaşkanı’nın ağzından tarafsız davranmak, Anayasa’ya riayet etmek, özgürlükleri korumak konusunda cesaretlendirilebilir. 

Yine son yerel seçimlerde görüldüğü gibi partizanlaşmış kamu yayınlarına da müdahale edilmeli, muhalefetin TRT ve Anadolu Ajansı’nda eşit görünürlüğü sağlanmalı. Bu mecralar partizan dilden kurtarılmalı. 

Bu yazı gibi daha fazla uzatmaya da gerek yok. İki sayfalık bir metin yeterli. 

Sadece Cumhurbaşkanı’nın çıkıp bir ulusa sesleniş konuşmasında bunları beyan etmesi bile onlarcası çıkmış reform paketlerinden, insan hakları düzenlemelerinden ya da yeni bir anayasa tartışmasından çok daha işlevsel olabilir. 

Böylece bütün dünyaya somut bir demokrasiye geri dönüş mesajı verilir. 

Yani Türkiye’nin bugün artık yeni bir anayasadan önce demokrasiye ve hukuka geri dönmek için önce yeni bir 12 Temmuz Beyannamesi’ne ihtiyacı var.

Maalesef...