Tarih: 29.09.2020 12:41

Bazı konularda neden herkes çizgisinden bağımsız olarak aynı kelimelerle konuşuyor?

Facebook Twitter Linked-in

Serbestiyet: Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki çatışmaya Türkiye’de siyaset ve toplum düzeyinde verilen tepkiler, önceki benzerleriyle de birlikte düşünüldüğünde kendine has bir tabloya işaret ediyor. Bu tabloda, çeşitli konularda asla yan yana gelmeyen birçok kişi, grup, kurum ve partinin neredeyse aynı kelimelerle aynı pozisyonu aldığını görüyoruz. Bir an için bunların tümünün hakikaten böyle düşündüğünü varsayalım, fakat bir pozisyon bu kadar nüanssız olabilir mi? Bazı başlıklar söz konusu olduğunda neden “böyle düşünüyorum ve inanıyorum, fakat şu da var” gibi bir dil tutturulamıyor? Böyle anlarda neden hep duygular konuşuyor, akıl hiç devreye giremiyor?

Mahçupyan: İktidarı, muhalefeti, sivil toplum ve medyası ile tüm ülkenin ‘birlik beraberlik’ içinde olduğu anlar, aslında yaşanan meseleye dair bir duyguya tercüman olmuyor. Ermenistan-Azerbaycan ihtilafında Azeri devletini destekleyen Türkler de çoğunlukla Azerilere yoğun bir duygusal bağ duymuyor. Ama ‘içe dönük’ bir duygu arayışı içindeler.

Ortak bir duygu seli içinde kimliksel sarhoşluğa kapılmak her zaman cezbedicidir. Nitekim duygular akıldan önce gelir ve aklın hangi yönde işlemesi gerektiğini de söyler. Sonuçta aklın önereceği tutumu beğenmemiz, kendimize uygun bulmamız lazım…

Burada bizi birçok gelişmiş toplumdan farklılaştıran durum, ‘kendimizi’ kimin nasıl tanımladığı. Türkiye’nin yüzyıllar boyu ‘geri kalmışlık’ duygusu içinde yaşaması, çeşitli cemaatlerden oluşan halkın toplum olamadan hızla milletleşmek durumunda kalması, bu süreçte sonradan hatırlanmak istenmeyen ortak bir dizi suçluluğun parçası olunması ve nihayet ‘tarih sahnesinden silinme’ korkusu, ‘kendimizi’ tanımlamayı halkın üzerinde yer alan bir öznenin uhdesine vermeyi doğal kıldı.

Türk kimliği böylece devlet tarafından ve millilik çerçevesinde oluşturuldu. Devlet bu kimliğin nasıl tutum alması gerektiğini, nasıl davranıp düşünmesi gerektiğini söylemekle kalmadı, bunun dışında kalan tutumları gayrı-milli, dolayısıyla gayrı-Türk olarak tanımladı. Millileştirilmiş kimlik dışında halkın kendi deneyim ve kültürü üzerinden geliştirebileceği çoğulcu niteliklere sahip bir kimlikleşmeye izin verilmedi.[AG1] 

Söz konusu kimliğin geçmişte ve gelecekte tanımlanma çabası ise gerçeklerden kopuk, hamasete muhtaç ve ancak ortak millilik duygusu içinde kendisini ‘var’ hisseden bir cemaatsal benlik yarattı. Bu nedenle devlet tarafından yönlendirilen tüm ‘milli’ meselelerde Türk halkının tepkisi cemaatsal özellikler taşır, farklı seslerden hoşlanmaz ve toplu bir ergenlik hali üretir.

Benlik duygusunun ancak millileşen bir büyük cemaate uyum sağlayarak elde edilebilmesi derin bir özgüven eksikliğine neden olmuştur ve bu durum örneğin abartılı tarihsel dizilerin popülerliğini açıklar. ‘Milli’ eğitim de dizilerden pek farklı bir tarih anlatmaz. Geçmişe dair tüm anlatılar açıkça veya zımnen ‘kendimizin’ nasıl insan üstü olduğunu hikâyeleştirme peşindedir.

Nitekim bugün de Türk halkının hâlâ kendi sıradanlığını kabullenmekte zorlanması, sadece geçmişte değil, gelecekte de sıra dışı olma ihtiyacını körüklüyor. Milli meseleler ve özellikle muhtemel toprak kazançları ima eden uluslararası gerilimler bu sıra dışılık ihtiyacının beslenmesini sağlıyor.

Dolayısıyla Türkiye’de beka korkuları ile fetih arzuları bir bütün oluşturuyor. Bu ruh halinin sonucu olarak, insandan ziyade toprak hassasiyeti taşıyan, barıştan ziyade savaş ortamından medet uman bir milliyetçiliğin Türk kimliğini kuşattığını görüyoruz.  

Böyle bir ortamda siyasi partilerden medyaya herkes ‘birlik beraberlik’ gösterisi içine giriyor, çünkü hem dışlanıp kimliğimizi kaybetmek istemiyoruz hem de kırılgan benliği taşımak için bu birliktelik gösterisinin sağlayacağı duyguya muhtacız…         


 [AG1]




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —