Atatürk ve demokrasi

Murat Belge, Atatürk’ün demokrat olmadığı için kendisini ”Atatürkçü” olarak görmediğini, ayrıca Atatürk’ün “Kuvvetler Birliği”ni savunduğunu, ama bunun yanında birçok iyi işe de imza atabildiğini belirtiyor.

Atatürk ve demokrasi

Kendilerini "muhafazakâr" nitelemesiyle tanıyan ve tanıtan çevrelerin Atatürk’ü "sevmeme" gerekçeleri ağırlıkla "Batılılaşma Sorunsalı çerçevesinde biçimleniyor. Kararlı bir "Batıcı" olan Atatürk, dolayısıyla, bizi dinimiz İslam’dan uzaklaştırmış, geçmişimize yabancılaşmamıza yol açmıştır. Bunları, ayrıca, zor kullanarak, asıp keserek yapmıştır. Muhafazakarlar bunları sayarken Atatürk’e karşı "duygusal" diyebileceğim bir tavır da alırlar. Bu bir "karşı tavır"dır, bir düşmanlık tavrıdır. Onun için Atatürk’le ilgili ağızlarını açtıklarında "Deccal" ve benzeri aşağılayıcı nitelemeler kullanmaktan kaçınmaz, tersine, bunların eksik kalmamasına dikkat ederler.

Ben kendi hesabıma "Atatürkçü değilim" derken bunu böyle "duygusal" sayılır bir temele oturtmam. Atatürk’ün tarihte oynadığı role ve ülkeye verdiği biçime sosyoloji teorik çerçeve içinde bakmaya çalışırım. Sonuçta hepimizin ülkemiz hakkında değerlendirmeleri, olmasını, gerçekleşmesini istediğimiz şeyler var. Dolayısıyla bir siyasi önderin "topluma verdiği biçim" dediğimizde ve bunu değerlendirmemizde bu "öznel" düşüncelerin payı olacaktır. Bu konuları düşünür ve bunlar hakkında yargı oluştururken, siyasetle iç içe yaşayan pek çok yurttaşımızda gördüğümüz "nefret" gibi aşırı duygusal, nesnel bakmayı imkansızlaştıran tutumlardan mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışırım. Tabii "Atatürk’ten nefret ederim" cümlesi ne kadar yanlışsa, "Atatürk’ün askeriyim" gibi sözlere varan taraftarlık gösterileri de bence onları aratmaz.

https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2022/10/1665170834713-ataturk-3.jpg

"Atatürk demokrasiye, bu ülkede demokratik bir rejim kurulmasına ne kadar katkıda bulundu?" Benim sorum bu. Cevabı kolay olmayan bir soru; "kolay olmayan", çünkü kendi içinde önemli çelişkiler barındıran bir konu. Benim çeşitli kitaplardan (ve sözlü anlatımlardan) edindiğim nihai yargı, Atatürk’ün kendisinin demokrat olmadığı. "Atatürkçü değilim" dememin nedeni de bu. Ancak, Atatürk’ün seçtiği yolun sonunda demokrasiye varan bir yol olduğu da doğru. Böyleyse, bu da olumlu (ve çok önemli) bir katkıda bulunduğu anlamına geliyor.

Atatürk mizaç olarak demokrat değil. Tartışmadan, eleştiriden, itirazdan hoşlanmadığı çok belli. Nereye varmak istediği önemli (ve genellikle doğru), ama oraya "nasıl" varılacağı konusunda çok dikkatli ya da özenli değil. Buyurun bir örnek, Mahmut Goloğlu anlatıyor: İzmir Suikastı girişiminin mahkemesi sürmekte:

...Mustafa Kemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa'nın bu sözlerini duyunca çok sıkıldı ve böyle bir konuşmaya müsaade ettikleri için de İstiklal Mahkemesi'ne kızdı. . . İstiklal Mahkemesi Çeşmeye getirildi. Mustafa Kemal Paşa onları balo salonunun yanındaki bir odaya aldı ve çok şiddetli bir şekilde azarladı. Mahkeme Kurulunun artık baloda duracak hali kalmadı. Mustafa Kemal Paşanın önünden geçip gitmeye de cesaret edemedi. Pencereden atlamak suretiyle ancak dışarıya çıkabildiler ve kimseye görünmeden İzmir'e gittiler (Devrimler ve Tepkileri, s. 204).

Bu "sahne" hakkında birçok şey söylenebilir de bunun bir "demokrasi görünümü" verdiği söylenemez. Belli ki çok öfkeli, kendini tutamıyor. Bu, tabii, son kertede kurmaya çalıştığı toplum hakkında da olumlu bir imge sunmuyor. Muhtemelen, siniri yatışınca, kendisi de böyle bir davranışın yakışık almadığını kabul edecektir (nitekim etmiştir); bu da çelişik bir yapı gösteriyor: gerçekleştirmek için ciddi çaba harcadığı hedefi yerle bir eden bir davranış. Ancak, bunun Mustafa Kemal’le sınırlı bir durum olduğunu sanmıyorum. Tarihte önemli bir misyonu omuzlamış önderler, güçlü inançları olan, engellere çatmaktan hiç hoşlanmayan, bir hayli "dediğim dedik" insanlardır.

"Atatürk ve Demokrasi" sözü telaffuz edildiği zaman belirli Atatürkçüler arasında bir sıkıntı başlar. Bir kısım Atatürkçü kendilerine tarihi gerçeklikle herhangi bir ilgisi olmayan bir "Atatürk" yaratmıştır. Onlar, kolayca, "Evet, tabii demokrattı. Olmadığını mı söylemek istiyorsun?" yollu bir cevap vereceklerdir. Ama demokrat olmadığını bilen, bilmekle birlikte gene onun eylemini savunan Atatürkçüler de vardır. Onlar, benzer durumlarda (bunların sayısı hayli kalabalıktır ama uzatmayalım) "O dönemin koşulları öyle gerektiriyordu" diye özetlenecek bir "haklı gösterme çizgisi" oluşturmuştur.

Bu, mantıksız bir önerme değil. Elbette ki tarihi olaylar, dönüşümler, dönemeçler, belirli tarihi konjonktürler içinde gerçekleşir ve bu konjonktürler onların alacağı—alabileceği—biçimi belirler. Büyük İskender’in sefere çıkmak için meclisten izin istemesini bekleyemeyiz. Söz konusu koşullarda bu ülkede bugün tartıştığımız demokratik kurumları ve onlara yön veren düşünce tarzını içselleştirmiş kimse yoktu. "Kimse" demeyeyim: Birileri vardı (bir ölçüde Rauf Orbay, bir ölçüde Hüseyin Avni Ulaş v.b.) ama onlar da Mustafa Kemal’in sahip olduğu birtakım başka özellik ve üstünlüklerden yoksunlardı.

Goloğlu’ndan alıntıladığım sahne daha çok Atatürk’ün "mizacı" hakkında bir şeyler söylüyordu. "Mizaç" sonuç olarak psikolojiyle ilgili bir şey; yani "çağın koşulları" ile ilintileri çok sıkı değil. Başka bir örneğe geçeyim: Ahmet Demirel, Kurtuluş Savaşı’nda TBMM üstüne incelemesinde Atatürk’ün "Kuvvetler Ayrılığı" üstüne yargılarını tesbit etmiştir: bu konuda bilgisi azdır, Montesquieu değil, Rousseau’nun teorisi olarak kalmıştır aklında. "Deli mi ne!" tarzı eleştiriler getirir ve "kuvvetler"in ayrılmaması, tersine birleştirilmesi gerektiğini söyler. Evet, "totaliter"e yaklaşan siyasi görüşleri olan herkes bu tavrı paylaşır (Zaten Montesquieu bundan ötürü ilkeye böyle önem verir). Burada "zamanın koşulları" daha bir belirgin. Yalnız Atatürk’ün dünyasında değil, birçok siyasal ortamda "Kuvvetler Ayrılığı" gibi bir ilkenin önemi, demokrasi açısından onsuz edilmezliği yeterince anlaşılmamış, sindirilmemişti.

Bu konuda çağdaşlarının çok da ilerisinde olmayan Atatürk’ün "kadınlar" konusuna geldiğimiz zaman gösterdiği davranışları şaşırtıcı. Çünkü o günlerin Osmanlı -Türk toplumu kadınlara siyasi haklar vermekte birçok Avrupa toplumunun ilerisine geçti (otuzlarda) ve bunun böyle olmasını sağlayan da Atatürk’tü. "Zamanın koşulları" falan gene bir miktar çalıştı denebilir: "Kadın kurtuluşu"nun neredeyse bir kural olarak "tayyör"le gerçekleşmesinin çok şakası yapılmıştır. Ama gerçekten çok ciddi, çok temel adımlar atıldı ve bunun çok olumlu sonuçları oldu.

Yeniden başta değinip geçtiğim "Batılılaşma" konusuna döneyim. Bu da toplumun tamamını etkileyen son derece önemli bir olay. Burada Türkiye’nin özellikle de erken Cumhuriyet döneminde uyguladığı yöntem üstüne eleştirimi birkaç yerde yazmıştım, tekrar edeyim. Böyle bir işe girişme çağırısının toplumdan gelmediğini biliyoruz. Tersine, toplumun büyük çoğunluğunun bundan hoşnut olmadığını, bugün bile bu hoşnutsuzluğun bir biçimde devam ettiğini, fazla bir itirazı olmayan kesimlerin bile olayı içselleştiremediğini, sindiremediğini görüyoruz. Böyle büyük, kapsamlı bir toplumsal dönüşüm sürecine girilecekse topluma bunun öznesi olma rolü verilebilmeliydi. "Söylemesi kolay" denilen işlerden biri. Ne kadar zor olduğunu iki cümle önce, kendim söyledim. Ama zor mor, bunu yapmak üzere kaydadeğer bir enerji harcanmadığını sanırım söyleyebiliriz. Batılılaşmanın dizginlerini ellerinde tutanlar, işin başından başlayarak, toplumu sürecin "nesnesi" olarak gördüler, bu anlayışa göre davrandılar. Toplum da bunu hoş karşılamadı.

Rousseau’nun çok değerli bulduğum bir saptaması vardır; pedagojinin "en verimli biçimde vakit kaybetme bilimi" olduğunu söyler. Batılılaşmaya çağırmayan, çağırıldığı zaman da davete icabette ayak sürüyen toplum böyle bir çerçevede pedagojinin hedefi olan çocuklardan çok farklı bir yerde değildir. Onun için de vakit kaybetmeyi göze almak gerekir. "Geç kaldık, koşun, eğleşmeyin!" tavrı şüphesiz anlaşılır bir şey, çünkü gerçekten geç kalınmış. Ama bu "koşuşma" havası içinde geldiğimiz yerlere aslında gerçekten gelememe ihtimalini de akıldan çıkarmamak gerekiyor. O zaman ödenecek bedel hem rahatsızlık çeken bir toplum, hem de olduğu varsayıldığı halde olmamış bir değişim. Bunun vardığı nokta da, bence, yirmi yıllık AKP deneyiminde kendini gösteriyor.

Epey ilginç bir nokta, bu yirmi yıllık iktidarın, geçmişte olmasını eleştirdiği aşağı yukarı her şeyi daha da abartılı biçimleriyle kendisinin yapması. AKP’nin belki en başarılı olduğu iş, "yanılsama" yaratmak. Bunları yapıyor ve yutturuyor. Bakalım, nereye kadar yürüyecek bu oyun.

Şimdilik burada keseyim. Ama konuya devam edeceğim.

 

Kaynak: T24