Atasoy Müftüoğlu’nu Nasıl Okumalı? (II)

Kamil Ergenç Yazdı;

Atasoy Müftüoğlu’nu Nasıl Okumalı? (II)

Kendisiyle sohbetimizde Müftüoğlu yedi güzel adam adıyla maruf Mavera havzasından ayrılmasıyla ilgili dört hususa işaret ediyor. Ertuğrul Bey’in kitabında üç madde olarak sıralanmış.(9) Bunlardan birincisi sanat ve edebiyatın işleviyle ilgilidir. Müftüoğlu sanatın ve edebiyatın kendi zamanına tanıklık etmesi (tabiri caizse savaşa katılması) gerektiğine dikkat çekerek Nizar Kabbani’yi örnek gösterir. “Lale devri edebiyatı” yapmanın lüzümsuzluğuna dikkat çeker. Nasıl ki Nizar Kabbani şiiriyle savaşa müdahil olduysa biz de öyle yapmalıyız der. Bu uyarısı karşısında merhum Rasim Özdenören “ fizik hakkında konuşacak birinin iyi bir fizikçi olması gerekir” diyerek kendine mahsus çelebi üslubuyla Atasoy Bey’e edebiyatçı olmadığını hatırlatır. Edebiyatı, dünyayı daha insani,daha adil,daha güzel daha kültürlü kılma çabası olarak,evrensel varoluşun ruhu olarak anlamalıyız (10) derken Müftüoğlu yaşadığı zamana sözü güzel ve hikmetli söyleyerek tanıklık etme derdindedir. “Sanat,edebiyat,hikmet ve felsefeyle kendi inanç,kültür,siyaset dünyamızda karşılaşabileceğimiz baskılara, bağnazlıklara, ufuksuzluklara karşı bir engin gönüllülük kazanırız” diyerek bu tanıklığın çerçevesini de belirlemiş olur. Akif’in doğrudan hayatın içinden aldığı örnekleri şiirine konu edinmesi, hayatı şiirle anlamaya-anlamlandırmaya-eleştirmeye çalışması,önerilerini de yine şiirin imkanlarıyla beyan etmesi örneğinde olduğu gibi Müftüoğlu da edebiyat-sanat aracığıyla kendi gerçekliğimizle yüzleşmeyi salık vermektedir.

Ayrılığın ikinci nedeni 1980’li yılların başında Anavatan Partisi’nin kuruluş çalışmalarını yürüten Özal’ın davetidir. Özal, Mavera ekibini ziyaret eder ve kendisine destek vermelerini talep eder. Müftüoğlu bu teklifi “şeriata götürelim” diyerek davete icabet etmenin doğru olmayacağını izhar eder. Bu esnada merhum Erdem Beyazıt masaya yumruğunu vurarak “ben Özal’ın sapına kadar şeriatçı olduğuna kefilim” deyince buna mukabil Müftüoğlu da “ben de Özal’ın sapına kadar pragmatist olduğuna kefilim. Pragmatik kişiliğin İslam’ın dilinde ne olduğunu da (münafıklığı kastederek) buradaki hazirun biliyor” cevabını verecektir.

Ayrılığın üçüncü gerekçesi Mavera dergisi kadrosunun Afgan Direnişi ile İran İnkılabı (ki aynı dönemde cereyan etmiştir) arasında tercihini Afgan direnişinden yana yapmasıdır. İran İnkılabı’na karşı ne muhalif ne de muvafık bir tavır almayıp bekleyeceklerini ve fakat Afgan direnişini gündemde tutacaklarını dile getirdiklerinde, Müftüoğlu “devrimi konuşmak” gerektiğine işaret ederek Afganistan hakkındaki endişelerini/korkularını paylaşmıştır. Nitekim korku ve endişelerinde haklı çıkacaktır. Dünya Mazlumlarıyla Dayanışma Gecesi’nde yaptığı konuşmada “Afganistan, özellikle İslam devriminin başarılarının gölgelenmesi konusunda Amerikan buyruğuyla öne çıkarıldı. Bütün bir dünyada Afganistan’la ilgili gelişmelerin öne çıkarılması talimatı Amerika’da kamuoyunda tartışılan konulardan biriydi.“ diyecektir. Bu iddiasını “İslam devriminin, İslam’ın yeniden hayata dönüşünü sağlamış olması gerçeği bütün küfrün, isyanın, tuğyanın, şikakın ve nifakın kurumlaşmış bir biçimde gelenekselleştirilmiş, sağcılaştırılmış, muhafazakarlaştırılmış ve ulusallaştırılmış Müslüman topluluklarla bütünleşme suretiyle toplu bir biçimde İslam devrimine karşı saldırıya geçmelerine neden olmuştur” tespitiyle de destekleyecektir. (11)

Dördüncü gerekçe ise Mavera kadrosundan bazı isimlerin tasavvufi tercihleridir. Öyle ki bu kişiler şeyhleriyle ilgili efsanevi öyküler/menkıbeler/kerametler anlatmaya başlamış, bazıları ise dünyanın şeyhleri tarafından yönetildiğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Hiçbir dini gelenekte bir örneğine asla tesadüf edilemeyecek aşırılıklar/tapınma tezahürleri neredeyse tasavvuf adına meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. (12) Tam da İran Devriminin olduğu yıllara denk gelen bu yönelişler karşısında Müftüoğlu ayrılmanın daha doğru bir karar olacağına inanmıştır. 1987’de kitap dergisinin yaptığı söyleşide Mavera ile ilişkisinin “bir yazısının sansür edilmesiyle” kesildiğine de dikkat çekecektir.(13)Muhtemelen aynı sürecin tezahürlerinden biridir bu olay da… Esasında Müftüoğlu tasavvufun Batıni/ mistik/ ezoterik/ işraki bir perspektife indirgenerek İslam dünyası toplumlarının edilgin-pasif bir gerçekliğe ikna edilmesine vesile kılınmasına karşıdır. Yoksa 1983-84 ‘te Aylık Dergi’nin kendisiyle yaptığı söyleşide tasavvuftan ne anladığıyla ilgili beyanı bu meseleye nasıl baktığının anlaşılması açısından önemlidir diye düşünüyorum. “Tasavvufu bir azimet yolu ve azimet vasıtası biliyorum. Tasavvufu bir takva yolu ve vasıtası biliyorum. Tasavvufu bütün zahiri ve Batıni edeplere ve hudutlara riayet noktasında yardımcı bir unsur sayıyorum. Tasavvufu İslami bilincimizi ve tavrımızı coşkuyla tahkim eden müessir telakki ediyorum.”(14)

Sıklıkla “geçmişte tasavvufun kendisi var adı yoktu şimdi ise adı var kendisi yok” sözünü tekrarlayarak kendisini tasavvufa nispet edenlerin yol açtığı inhirafa dikkat çekmiştir. Türkiye gibi Nakşiliğin hem müceddidi hem de halidi kanadının oldukça güçlü olduğu bir ülkede tasavvuf hakkında konuşmak hakikaten cesaret işidir. Ciddi riskleri içinde barındırır. Mezhepsiz, ehli sünnet düşmanı, vehhabi, modernist, oryantalist gibi etiketlere razı olmayı gerektirir. Müftüoğlu’nun kitaplarında ve sohbetlerinde sık sık dikkat çektiği dini popülizm ve politik popülizm uyuşturucuları mecrasından sapan tasavvufun seküler politikacılarla yaptığı işbirliğine işaret eder. Çünkü politikacıların büyük sayılara ihtiyacı vardır ve cemaat/tarikat havzaları hem toplumsal rıza üretimine katkıları hem de büyük sayıları etkileme kapasiteleri bakımından oldukça kullanışlıdır. Halihazırda İslam dünyasının bir çok yerinde büyük sufi yapılar aracılığıyla toplumsal bünye edilginleştirilmiş, siyasal alandan uzaklaştırılmıştır. Napolyon Mısır üzerine yürümeden evvel öneri istediği düşünce kuruluşlarından sufi yapıların güçlendirilmesi ve etnik-mezhebi farklılıkların derinleştirilmesi tavsiyesini almıştır. Emperyalistler/kolonyalistler bu iki öneriyi oldukça profesyonel şekilde kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Türkiye’nin İslamcılık tecrübesinde tasavvuf kültürüne/ geleneğine eleştirel yaklaşan bütün isimler bir şekilde (devlet aygıtının da desteğiyle) ya kriminalize ve terörize edildiler ya da görmezden gelinerek ademe mahkum edildiler. Yüce İslam’ı gelenek-görenek olarak (yani ata-dededen gördüğü şekilde) değil de aziz Kur’an ve şanlı nebiden esinlenerek bilinç düzeyinde öğrenmeye ve öğretmeye çalışan, tecdit-içtihat eksenli bir düşünsel duruşun mümessili olmaya gayret eden tüm isimler bu muameleden nasibini almıştır. Oysaki en yakın örnek olarak Gülen Hareketi (resmi adı FETO) Batıni/ işraki/ mistik müşahadeye dayalı tarzı ve usulü sebebiyle Türkiye’de ve sair ülkelerde kökleş(ebil)miştir. Atasoy Bey’in neonurculuk olarak adlandırdığı bu akım uzun yıllar boyunca Türkiye’de sahih İslam’ın önünde bir barikat işlevi görmüş, bu işlevinden ötürü taltif ve tebrike mazhar olmuş,himaye edilmiştir. 15 temmuza gelindiğinde ise hoşgörü-diyalog sözünü dilinden düşürmeyen bu akım adeta bir terminatör gibi davranarak tarihin en büyük ihanetlerinden birine imza atmıştır. Oysaki neonurculuğun utanç verici söylem ve eylemlerine 2000’li yılların başından itibaren dikkat çekiyordu Müftüoğlu. Hoşgörü ve diyalog eksenli söylemiyle bu hareketin küresel istikbarın değirmenine su taşıdığını bermutat dile getiriyordu.(15) 15 Temmuzdan sonra ise Türkiye, neonurculuğun ideolojik esin ve besin kaynaklarını konuşmak yerine devlet aygıtına verdiği zararları konuşmayı tercih ederek eline geçirdiği “işraki/Batıni/mistik gelenekle yüzleşme” fırsatını kaçırmıştır. Müftüoğlu bu noktada 15 temmuz sonrası diyanet tarafından organize edilen ve bütün cemaat/tarikat havzalarının yetkilileriyle yapılan toplantıya dikkat çekerek “cemaat ve tarikatların devletin fiziksel varlığına tehdit oluşturmamak koşuluyla zihinsel katliamlara devam edebileceğine” ruhsat verildiğini dile getirmiştir. Nitekim 15 temmuzdan bugüne gelinceye kadar neonurculuğun ideolojik meşruiyetini sağlayan geleneksel kültür kodları teşrih masasına yatırılmamıştır. Yatırılması halinde halidi-müceddidi gelenek başta olmak üzere Anadolu İslam’ı olarak tesmiye edilen anlayışın neonurculuk benzeri birçok yapıya ilham verdiği ortaya çıkacaktır. Yüce Kur’an’ın ve şanlı nebinin(s.a.v) beyanına muğayir unsurlar içeren bu anlayış halen Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok İslam ülkesini tehdit etmektedir.

Müftüoğlu düşüncesinin ana omurgasını oluşturan kavramlardan biri olan sömürgecilik, neonurculuk özelinde İslam dünyası toplumlarının din aracılığıyla etkisiz kılınması bağlamında değerlendirilebilir. “Akla veda ettiğimiz gün tarihe veda ettik” derken Müftüoğlu tam da işraki/Batıni gelenek aracılığıyla gerçek kılınan sömürgeciliğe dikkat çekmektedir. Malik b.nebi’nin “sömürgecilik korkunçtu. Ancak daha korkunç olan ise sömürülmeye elverişli olmaktı” sözünü neredeyse her sohbetinde dile getiren Müftüoğlu, sömürülmeye müsait olmayı işraki-mistik kültürle bağlantılı yorumlamaktadır. Çünkü din aracılığıyla uyuşturmak tarihin her döneminde en etkili yöntemlerden biridir. Bu noktada Müftüoğlu “içe kapanma” ve “dışa açılma” terkiplerine dikkat çeker. İçe kapanma Müslümanların tarihten çekilmelerinin en önemli sebeplerinden biri olarak görünür ona… Kesin tarih vermek zor olsa da 1492 sonrasına işaret eder. Bu tarihin önemini ise aralarında merhum Fuat Sezgin’in de olduğu birçok tarih felsefecisiyle yaptığı görüşmelerden çıkarmıştır. Endülüs’ün yıkılışının 500.yıl dönümüne denk gelen tarihlerde gerçekleştirdiği tarih felsefesi çözümlemelerinin sorusu şudur “Müslümanlar tarihten ne zaman ve nasıl çekildi? Yeniden tarihe dönmek için ne yapması gerekir?” Bu soruyu tevcih ettiği Fuat Sezgin “bütün bir ömrüm bu sorunun yanıtını aramakla geçti ve fakat bulamadım. Lakin Portekizlilerin deniz seferlerine odaklanabilirsiniz. Bu seferler masum değildi ve tarihin seyri bu seferlerden sonra değişti. “ yanıtını önemli bulur.

1492 sonrasının öne çıkması evrensel simalar yetiştirme kabiliyetimizi kaybetmekle de yakından alakalıdır Müftüoğlu’na göre. Farabi’den sonra siyaset felsefecisi ,İbn-i Haldun’dan sonra da tarih felsefecisi yetiştiremedik. Çünkü tarihin bir safhasında ulema bütün soruların sorulduğunu ve bütün yanıtların verildiğini iddia ederek ilmi/entelektüel üretkenliğin zaafa uğramasına ve böylece dinamik toplumsallığın yerine taklit ve tekrara şartlanmış yığın kültürünün ikamesine yol açmıştır. Devlet memuru olmaya ikna edilen ulema aracılığıyla edilgin toplumsallık gelenek haline gelmiştir. İçe kapanan toplum sufiliğin kendini olgunlaştırma odaklı tutumuna da uygundu. Bu tutuma bir de meraksızlık eklenince dünyada ne olup bittiğini anlama kabiliyetimiz kayboldu. Bu sırada tarihe “dışa açılan” bir toplum giriyordu. Bugünkü Batı medeniyeti Katolik kültürün prangalarını kırarak burjuva Protestan eğiliminden ilhamla modern paradigmanın inşasını gerçekleştirecekti. Judeo-Hıristiyan klişelerin gölgesinde inşa edilen bu yeni paradigma aslında bir projeydi. Müftüoğlu kendisiyle sohbetimizde “Antony Giddens uyarıncaya kadar İslam dünyasının entelektüelleri modernitenin bir proje olduğunu fark edemediler” diyecektir. Aynı sohbette Edward Said’e de özel bir başlık açarak modern tarihin Doğu toplumlarını-ki aralarında Müslümanlar da var-alt insan kategorisinde kodlamasının hikayesini en nitelikli şekilde Edward Said’in dile getirdiğine işaret edecektir.

Sömürgecilik ve sömürülmeye elverişli olmak Müftüoğlu’nun ısrarla ve inatla üzerinde durduğu iki olgudur. “Kolonyalistler İslam dünyası toplumlarını sömürgeleştirmeden evvel onların zihin dünyalarını sömürgeleştirdi” cümlesi neredeyse bütün sohbetlerinin girizgahıdır. Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesinin Fransız devrimiyle olan ünsiyetine dikkat çekerek Türkiye Müslümanlarının Cumhuriyet modernleşmesini kimin yaptığıyla ilgilendikleri kadar bu modernleşmenin referans sistemiyle (yani mahiyeti ve keyfiyetiyle) ilgilenmediklerine dikkat çekerek, yüzeysel ilgilerin işgal ettiği gündemlerin “dedikodu(kıylü kal)” dan öteye geçmediğine vurgu yapar. Ontolojik ve epistemolojik emperyalizme dikkat çekerek, bilginin ve varlığın nasıl anlaşılması gerektiğine kendimizin karar vermediğini, Avrupamerkezci bilgi sisteminin bütün kavram ve kurumlarıyla yürürlükte olduğu ve fakat Müslümanların bu gerçeği idrak edemediğini her seferinde dile getirir. Bu bağlamda Ertuğrul Zengin’in Müftüoğlu’nun düşünsel çizgisi için “1980’ler boyunca bilinç-muvahhid-devrim” kelimeleri ekseninde inşa edilen bir fikir söz konusuyken, 1990’lı yıllarda postmodern paradigmadan etkilenerek birey-özgürlük-farklı kelimelerine alan açıldığına” ilişkin tespiti isabetli değildir. Ertuğrul Bey Müftüoğlu’nun “1994 momentinde bilinç-devrim-muvahhid üçlemesinden devrim ve muvahhid ayaklarını ortadan kaldırdığını ve tamamen bilinci yapılandırmaya döndüğünü”(16) iddia etmektedir. Oysaki muvahhid ve devrim Müftüoğlu’nun düşüncesinde ana omurgayı oluşturan kavramlardan bazılarıdır. 2020 de yayınlanan Geleceği Özgürleştirmek adlı eserinde “kozmetik(biçimsel) değişimi değil yapısal değişimi istemeliyiz” derken devrimci ve muvahhid kimliğin alabileceği sorumluluğa işaret etmektedir. Öte yandan Müftüoğlu’nun “post modernitenin birey-farklı-özgürlük kavramlarını stratejik olarak kendi entelektüel dizgesinin işine yarayacak hale getirdiği iddiası “(17) da temelsizdir. Post modernliğin “ahlaki otorite karşıtı,aşırı bireyci,anarşist yeni bir değer sistemi,daha doğrusu değersizlik sistemi” (18) olduğunu söyleyen Müftüoğlu’nun bu paradigmanın kavramlarını kendi düşünsel çizgisinin tekamülüne-strateji gereği –  mesnet yaptığı iddiası düşünürün tefekkür mirasına haksızlık olur. Öte yandan Ertuğrul Bey “bütüne varmakta zorlanan, bir şema altına girmeyi reddeden ve bu nedenle bazı yerlerde yalpalayan (19) Müftüoğlu düşüncesini demokrasi ve insan haklarına aşırı yüklendiği gerekçesiyle “oksidentalizme sapmakla” itham etmektedir. Bu çıkarımın Atasoy Bey’in tefekkür mirasını itibarsızlaştırma riski taşıdığı kanaatindeyim. Oksidentalizm, oryantalizme cevap olarak öne çıkan bir başka sömürgecilik biçimidir. Bilgiyi araçsallaştırır. Nasıl ki Batı, Doğu’yu sömürgeleştirmek için onun hakkındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrendiyse aynı şekilde Doğu’da Batı hakkında her şeyi öğrenmeli ve (böylece) tabiri caizse intikamını almalı. Oysa ki Müftüoğlu hem kitaplarında hem de sohbetlerinde İslam’ın ilk yıllarındaki hızlı küreselleşmeye atıf yaparak Müslümanların hiçbir komplekse kapılmadan farklı kültürlerle temas kurma kabiliyetine dikkat çeker ve bu irtibatın her iki bünyeye de olumlu katkısına değinir. Atasoy Bey’in  demokrasi ve insan hakları klişelerini radikal bir şekilde eleştirmesi bu iki fenomen aracılığıyla Batı dışı toplumların sömürülmesinden dolayıdır. İslam dünyası toplumlarının da demokrasiye ikna edilerek kötülüklerle uzlaş(tırıl)ması temin edilmek istenmektedir. Çünkü demokrasi Atasoy Bey’e göre bütün kötülüklere açıktır. Sayıların egemenliğidir… Herkesi seçebilir… Halbuki İslam noktayı nazarından aslolan niteliğin egemenliği olmalıdır. (20)

Ertuğrul Bey, Müftüoğlu’nun demokrasiyi eleştirirken Batı dışı bir modeli tarihe kazandırdığı için Çin’i örnek göstermesini düşünce tıkanıklığı ile itham etmektedir.(21) Oysa ki alıntı yapılan kitabın bütününde ve alıntının bağlamında Çin vurgusu küresel emperyal mücadelenin karakteristiğine işaret etmek içindir. Olumlamak için değil… İslam dünyası toplumlarının sarsamadığı ABD-Batı hegemonyasını liberalizmi reddeden devlet modeli, bireyciliği reddeden topluluk modeli ve demokrasi yerine otoriter siyasal modeli öne çıkararak Çin’in sarstığına işaret edilmektedir. Burada vurgu demokrasinin aşılamazlığına inanan ve/veya onu kanıksayan İslam toplumlarının kendi değer sistemlerine uygun bir siyasal modeli neden tarihe kazandıramadıklarına dairdir.

Müftüoğlu’nun Arap Baharı olarak tesmiye edilen halk isyanlarına ilişkin tespit ve tahlilleri Türkiye İslamcı entelektüel havzada çok tepki çekmiştir. 2011 ‘de Tunus’ta başlayıp hızlı bir şekilde Yemen-Mısır-Suriye-Libya’ya sıçrayan bu başkaldırı hareketlerine Müftüoğlu başından itibaren şüpheyle yaklaşmıştır. Hakikate erişmek için yapıcı bir şüphedir bu aslında. Ya da sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi de diyebiliriz. Yukarıda Mavera ekibiyle ayrılık hikayesine dikkat çekerken Afgan direnişinin ABD tarafından İran devriminin etkisini perdelemek için bilinçli olarak öne çıkarıldığına ilişkin tespitine yer vermiştim Müftüoğlu’nun… Şimdi de aynı endişeleri taşımaktadır aslında… Türkiye’nin de hem NATO üyesi olarak hem de ortak sınırı paylaşmasından dolayı müdahil olduğu bu süreçlerin emperyal-sömürgeci bir planın parçası olma ihtimalini gözden ırak tutmamak gerektiğini düşünmektedir. “Arap İslam toplumlarında yaşanan ayaklanmalar ve isyanlarla ilgili umutlu olmamız gerekir, sonucu ne olursa olsun bu ayaklanmalar yeni bir başlangıç olabilir. Bizim ayaklanmalara yönelik eleştirilerimiz, ayaklanmaların yönü ve içeriği ile ilgilidir. Büyük sabır ve ceht gerektiren kapsamlı çalışmalar yapmamız gerekirken, ütopik beklentiler içerisine girmek, belirsizlik zamanlarına kapanmak anlamına gelir.” (22) İhtiyat payını elden bırakmayan, uzun erimli nitelikli çabaların kılavuzluk edeceği bir değişimin imkanını sonuna kadar zorlamamız gerektiğine işaret eden bir dikkattir bu. Libya’nın yeniden sömürgeleştirilmesini devrim olarak nitelemenin(23) doğru olmadığına işaret eden bir dikkat… Mısırlı ve Tunuslu ayaklanmacıların Sırbistan merkezli Otpor hareketi tarafından eğitildiği gerçeğine vurgu yapan bir dikkat…(24) Arap Baharı’nı İslami bağlamda hiçbir stratejiye, vizyona, liderliğe, nitelikli kadrolara, etkili bir programa sahip olmayan, siyasal söylem olarak Batılı paradigmaları referans noktası olarak alan yoksulların ve dışlanmışların ayaklanması olarak tanımlayan bir dikkat…(25)

Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor olmasından dolayı Müftüoğlu’nun Suriye’de yaşananlarla ilgili tahlili daha çarpıcı ve sarsıcıdır. Türkiye’nin açıkça emperyal bir projeye aracılık ettiği ve Suriye’nin bugünkü durumundan sorumlu olduğunu iddia etmektedir. Suriye’de muhalefetin icat edildiği, İsrail’in Ortadoğu’da tartışmasız en etkili askeri-siyasi güç olması için Suriye’nin çok önceden istikrarsızlaştırılması kararının alındığı, Türkiye’nin de bu kararlar doğrultusunda hareket ettiğine dikkat çeker Müftüoğlu… “Dünyada ne iç ne de dış politikada kaydedilen en göz alıcı başarılar bile ,emperyal çıkarlar adına, emperyalist projenin bir parçası olarak hareket eden Türkiye’nin ,Suriye’de bu ülkenin kültür ve medeniyet varlıklarının ,maddi ve manevi kaynaklarının, mazlum/masum/mahrum Suriye halkının büyük bir imha ve ölüme tabi tutulmasına katkıda bulunmasını, bu katkının neden olduğu büyük acıları ve büyük kötülükleri asla unutturamaz, unutturmamalıdır.(26) Fahrettin Altun Türkiye’nin Suriye’deki sürece müdahil oluşuna dair tespitinde, İsrail’in güvenliği politikasına hiç değinmezken, ABD-Batı blokunun ilgisizliğinden yakınır. ”Halk desteğine sahip olmayan sistemlerin bölgesel istikrara zarar vereceği” ve “kapsamlı reformlar ve anti-demokratik rejimlerle vatandaşları arasında yeni bir mutabakatın yokluğunda istikrarsızlık ve çatışma kaçınılmazdır” düşüncesiyle, Türkiye’nin sürece müdahil olduğunu iddia eder.(27) Altun’un sözünü ettiği gerekçeler demokrasi ve insan hakları aracılığıyla sömürgeci emellerine ulaşmak isteyenlerin gerekçelerine çok benziyor… Son zamanlarda Mısır ve İsraille yakınlaşmaya başlayan, Suriye ile de benzer adımları atmaya hazırlanan Türkiye’nin bu tutumu Atasoy Bey’in tespit ve tahlillerini haklı çıkarmaktadır. Devletler nezdinde bir şekilde mantıklı izahının yapılabileceği bu yakınlaşma adımlarını İslamcı entelektüel havzanın ve İslami iddialı yapıların suhuletle karşılaması, ahlaki ilkeler temelli bir duruşun yerine reel politik ve konjonktürel tutumun tercih edildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Ki bu büyük bir ahlaki yenilgidir…

-SON-

NOT: BU yazının tamamı Umran Dergisi’nin 340.sayısında (Aralık 2022) aynı başlıkla yayımlanmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar

9- Ertuğrul Zengin/ Muvahhidden Evrensele: Bir Düşüncenin Kritiği/İlem Yay.I.Baskı/ Syf.11/İst.2022

10- Atasoy Müftüoğlu/Sözün Erimi/syf.275

11- Sözün Erimi/syf.310-315

12-Sözün Erimi/syf.274-275

13-Sözün Erimi/syf.106 

14-Sözün Erimi/syf.35

15-Atasoy Müftüoğlu/Zamanın Sınavından Geçmek/Mana Yay./syf.201

Ayrıca bkz. Onurumuzla Yaşamak Elimizdedir/İnsan Yay./Syf.23/I.Baskı/Syf.23-27

16- Ertuğrul Zengin/a.g.e/ Syf.63-67

17-Ertuğrul Zengin/a.g.e/syf.67

18- Atasoy Müftüoğlu/Onurumuzla Yaşamak Elimizdedir/İnsan Yay./syf.69/I.Baskı/İst.2007

19-Ertuğrul Zengin/a.g.e/syf.95-96

20- Atasoy Müftüoğlu/Düşsel Ufuklardan Gerçek Ufuklara

21- Ertuğrul Zengin/a.g.e/Syf.96

22-Atasoy Müftüoğlu/Küresel Çağda Varolmak/Hece Yay./syf.82/I.Baskı/Ank.2012

23-A.g.e/syf.122

24-A.g.e/syf.139

25- Atasoy Müftüoğlu/Teslimiyetçilik Kader Değildir/Hece Yay./syf.145/I.Baskı/Ank.2013

26- Atasoy Müftüoğlu/Varoluşsal Belirsizlikler/Hece Yay./syf.135/I.Baskı/Ank.2015

27-Fahrettin Altun/ Küresel Belirsizlik Çağında İstikrarlaştırıcı Güç Türkiye/ Paradigma Yay./Syf.165-166

 

Kaynak: Farklı Bakış