Atasoy Müftüoğlu’nu Nasıl Okumalı? (I)

Kamil Ergenç Yazdı;

Atasoy Müftüoğlu’nu Nasıl Okumalı? (I)

aşralı toplumlarda partizan bir böcek bir düşünürden daha değerlidir. (Atasoy Müftüoğlu)

Zihinsel ve fiziksel konformizmin (ki bunlar birbirini tamamlar) anaforunda debelenen toplumlar sahih bir değişimin faili olamazlar. Böyle toplumlarda ilmi/entelektüel sorumluluk ve celadet sahibi olanlar ya kriminalize ve terörize ya da ademe mahkum edilme riskiyle karşı karşıyadırlar. Statüko belirleyicidir çünkü…Çıkarlarını statükonun devamında görenler değişimden nefret ederler. Bilirler ki değişim öncelikle kendilerinin rahatını kaçıracak/ huzurunu bozacaktır. Bu nedenle bütün güçleriyle direnirler… Ellerinin altındaki enformasyon araçlarını/bilgi üretim mekanizmalarını en etkili şekilde kullanarak statükonun değişmesi gerektiğini söyleyenlerin güvenilmez kişiler olduğuna kamuoyunu ikna etmek isterler. Çünkü mühim olan hasımlarının (statüko karşıtlarının) hor ve hakir kılınması, zillete düçar edilmesidir. Bu uğurda yapılan her eylem meşru ve makbuldür. Muhalif olanların etiketlenmesi, yaftalanması, insan içine çıkamaz hale getirilmesi için oldukça sistematik ve örgütlü bir propaganda yürütürler. Yakın çevrelerinde mebzul miktarda aparatçik ve trol bulunur. Bunlar manipülasyon üstatları olarak maaşa bağlanır ve ihtiyaç duyulduğunda cepheye sürülür. Maruz kaldığı enformasyon sağanağı nedeniyle zihinsel teşevvüş yaşayan toplum neyin iyi neyin kötü, neyin hayır neyin şer ,neyin faydalı neyin zararlı olduğunu idrak edebilecek yetkinlikte değildir artık. Erk sahipleri tarafından ahmaklaştırılmışlardır çünkü… Dolayısıyla propaganda memurlarının tezviratları (resmi yalanları) hakikatmiş gibi algılanır. İlmi/entelektüel sorumluluk sahibi çok az insan/lar toplumu içine düştüğü bu girdaptan kurtarmak için büyük riskler alarak öne çıkar ve fakat en ağır darbeyi kurtarmak istediklerinden yer… Statükonun devamını konforlu istikballeri için zaruri görenler değişimin tehlikeli bir şey olduğuna toplumu inandırmış, ilmi/entelektüel çabanın ciddiye alınmaması gerektiğine ikna etmiştir. Tam bu noktada iki seçenek belirginleşir. Ya reel duruma teslim olup ilmi/entelektüel çabayı yadsıyarak zihinsel konformizmin tadını çıkarmak(!) ya da bütün riskleri göze alarak hakikati temsil ve tebliğ etmek…

İçine doğduğumuz kültürün dayattığı gerçeklik İslam’ın ruhuna yabancı… Buna şüphe yok… Bu yabancılığın en bariz göstergesi ise vahiy ve nübüvvet bilgisinin iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-akademik ve sair alanlarda referans alınmaması… Dahası kapitalist/neo-liberal ahlak öğretisinin bütün bir hayatımızı etkisi altına alması ve adına serbest piyasa denilen gerçekliğin İslam’ın gerçekliğini iptal ve imha etmesi… Öte yandan burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan bilgi sistemine yaslanarak icat edilen ulus-devlet realizmi, sınırları belirli bir mekanda etnik-mezhebi-kültürel homojenliği esas alan bir dayatma uyguluyor ki bu dayatmanın tezahürleri hayatımızın bütün safhalarında barizdir. İslam’ın nasıl bir sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki gerçeklik inşa edeceğine dair bilgi/bilinç eksikliğimiz sebebiyle halihazırdaki gayr-ı İslami gerçekliği normalleştiriyoruz.

Gözümüzü açtığımız dünya yaklaşık dört asırdır burjuva Protestan medeniyetinin referanslarıyla iç içe geçmiş durumda… Bu referanslar tarafından inşa edilen sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki-akademik gerçeklik, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, Avrupa dışı tüm uluslara kavramsal ve kurumsal tahakküm uyguluyor. Osmanlı’nın 18.yüzyılından başlayarak peyderpey gerçekleşen uyum süreci burjuva Protestan kodların hayatımıza oldukça etkili bir şekilde nüfuz etmesiyle sonuçlandı. Artık Müslümanlar bile verili durumun değişeceğine/ değişmesi gerektiğine inanmıyor. Ya da en fazla “paradigma içi” bir değişimin mümkün olduğuna inanıyor. Oysa ki gerek yüce Kur’an’a gerekse şanlı Elçi(s.a.v)’ye kulak verdiğimizde halihazırdaki durumumuzun tarifiyle ilgili çok müşkül bir durumda kalabiliriz. Tecrübe ettiğimiz, kanıksadığımız gerçekliğin İslam’ın ruhuna olan yabancılığı dikkatli bir göz tarafından hemen fark edil(ebil)mesine rağmen, kendisini İslam’a nispet edenlerin bu farkındalığa sahip olmamasının anlaşılabilir, izah edilebilir, kabul edilebilir bir tarafı yok aslında… İslam’ı biçimsel ,sembolik, kozmetik anlamda yaşa(t)mak onu çok yüzeysel bir bağlama hapsetmekten başka anlama gelmez. Vahiy ve nübüvvet bilgisinin sadece bireysel dindarlığın içeriğine dair etkisinin olması ve/veya ihtiyaç duyulduğunda ulus devletin çıkarlarının korunması-gözetilmesi amacına matuf olarak araçsallaştırılması hepimizin saçını başını yolduracak çok bariz bir gerçeklik iken, sembolik özgürlüklerden hareketle İslam’ın egemen olduğunu zannetmek, iktidar odaklarının yoğun propagandasının başarılı olduğunu gösteriyor.

Atasoy Müftüoğlu, (yazımızın girişinde dikkat çekmeye çalıştığımız) değişimden korkan-statükocu-muhafazakar Müslüman toplumsallığı içinde sayıları oldukça az devrimci bir damarı temsil ediyor olmasında dolayı dikkatleri celbediyor. Bu yanıyla yakın tarihimizin İslamcı entelektüel havzasının mümtaz temsilcilerinden biri olarak görülebilir. Onun tefekkür mirasıyla ünsiyet kesbetmek İslamcılığın Türkiye’ye mahsus tecrübesine yakından tanıklık etmeyi sağla(yabili)r. Hem soğuk savaş sürecine hem Sovyetlerin yıkılması sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzenine hem de bu süreçler yaşanırken İslam dünyası toplumlarının ahvaline olan vukufiyeti dikkatli bir nazarı hak ediyor. Türkiye İslamcı havzasının önemli simalarından Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil gibi isimlerle tanışıklığı, Mavera çevresine (yedi güzel adama) yakınlığı, gezip görmeye önem veren yanı, küre ölçeğinde üretilen nitelikli çabalara duyarlılığı ve dünya entelektüel gündeminin nabzını tutmaya özen gösteren çalışkanlığı sebebiyle ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu söylenebilir. İslamcılığın neden bir düşünsel ekol/ okul haline gelemediğinin yanıtını arayanlar için, Atasoy Bey’in düşünsel çizgisinde/tanıklıklarında önemli ayrıntılar tespit edilebilir. Onun sık sık dile getirdiği “kendi tarzıyla büyülenen üstatlar/ağabeyler/cemaatler” ifadesi ortak bir fikir havuzu oluşturamamanın (belki de) en önemli nedenlerinden biridir.

Ertuğrul Zengin’in Atasoy Müftüoğlu hakkında yazdığı “Muvahhidden Evrensele: Bir Düşüncenin Kritiği” başlıklı kitap yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız düşünsel mirasın evrelerini tanımak ve İslamcı ideolojinin son yarım asırlık tecrübesine nüfuz etmek için önemli bir eser. Yer yer akademik perspektifin soğuk, parçacı, hiyerarşik ikliminin zaafları hissedilse de kitap Atasoy Bey’in Türkiye İslamcılık düşüncesi içindeki yerini ve etkisini ana hatlarıyla ortaya koymayı başarmış. Yasin Aktay ve İsmail Kara’nın “İslamcılık” odaklı kitaplarına girmeyi “başaramayan”; Tanıl Bora’nın “Cereyanlar” adlı eserinin İslamcılık bahsinde ise dört cümlelik kısa bir paragrafla anılan (1) Müftüoğlu için Ertuğrul Bey’in bu kitabı ilk olma özelliğine sahip.( Hüseyin Su tarafından 2007 yılında derlenen “Irmağın İçli Sesi Atasoy Müftüğlu” kitabını da hatırlatalım.)  Bu tarz biyografik çalışmaların artması tefekkür havzamızın daha ayrıntılı tanınmasını sağlayacaktır hiç şüphesiz. Öte yandan her mütefekkirin yaşadığı çağın çocuğu olduğu gerçeği unutulmamalı… Biyografik çalışmaları akademinin yasalarına bağlı kalarak değil daha geniş bir perspektiften değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Malum Türkiye’de akademi henüz epistemik ve metodik bağımsızlığını kazanabilmiş değil. Gerek fizik-matematik bilimlerinde gerekse sosyal bilimler alanında Avrupa merkezci bilgi sisteminin ve metodunun referans alındığı bir gerçek. Bu nedenle sözünü ettiğimiz alanlarla ilgili yapılan tüm çalışmalar eninde sonunda Avrupa merkezci yaklaşımın izlerini taşıyor. Parçacı değerlendirme usulü nedeniyle meselenin çok yönlü-çok boyutlu resmi çekilemiyor. Zengin’in kitabında da Müftüoğlu’nun düşünsel seyri masaya yatırılırken “dönemsel kırılmalar” bağlamında bir çözümleme yöntemi tercih edilmiş. Böylece her dönem kendinden öncekinden görece bağımsız ve fakat yeni bir kavramsal çerçeveye yaslanmış olarak açıklanmaya çalışılmış. Kitabın “muvahhidden evrensele” başlığı zaten “den” ayrılma/uzaklaşma ekiyle başlayıp “e” yönelme ekiyle bitmiş. Bu da demek oluyor ki Atasoy Bey’in düşünsel çizgisi bazı kavramlardan uzaklaşıp bazı kavramlara yaklaşan bir seyir izlemiş. Bendeniz bu tespitin isabetli olmadığı kanaatindeyim. Şöyle ki; Müftüoğlu’nun muvahhide vurgu yaptığı dönemle evrensele işaret ettiği dönem arasında bir kavramı kullanımdan kaldırıp (ya da bir kavramdan uzaklaşıp)  bir başkasına yönelme (ya da bir başkasını ikame etme) durumundan ziyade, düşünsel tekamülün tezahürü olan derinlikten kaynaklı yeni kavram(lar)la meramın daha iyi anlatılması çabası söz konusudur. Çünkü muvahhid kelimesinde evrensel içkindir zaten. Tevhidi hakikatin özümsenmesi, onun temsil ve tebliğ edilmesi boyutuyla öne çıkan muvahhid evrensel zihne sahip Müslüman tutumu olarak ta son derece işlevsel bir muhtevaya sahiptir. Bu bağlamda evrensel kelimesine geçiş muvahhidi ihmal etmeyen/dışlamayan, bilakis düşüncenin olgunlaşmasının ve meramın daha iyi anlatılmasının doğal sonucu olarak değerlendirilebilir. Binaenaleyh Zengin’in kitap boyunca takip ettiği “kavramsal değişim üzerinden düşünsel seyri okuma” usulünün bazı zaaflar barındırdığını, doğru olanın ise mütefekkirin düşünsel tekamül sürecinde kavramsal yenilenmeye duyulan ihtiyaç ve zamanını müdrik olma arzusunun/ uyarlılığının desteklediği kavram üretme hassasiyeti bağlamında bir değerlendirme yapmak olduğunu söyleyebilirim. Bu yapıldığında tekamül sürecinin kendi içinde taşıdığı olgunlaşma boyutu öne çıkacaktır. Zengin’in usulüyle yapılan değerlendirmede ise mütefekkirin düşüncesini bina ettiği kavramlardan zaman içinde vazgeçtiği/uzaklaştığı anlamı çıka(bili)r. Öte yandan bu usul-örneğin muvahhid kavramını- yerellikle , evrenseli ise postmodernlikle ilişkili -hatta bitişik- göstererek Atasoy Bey’in tefekkür mirasının doğru anlaşılmasına mani olabilir. 

Ayrıntılar bütünün anlaşılmasını kolaylaştırır. Sahih bir perspektif sahibi olmayı sağlar. Lakin insan bazen ayrıntıların arasında kaybolur, resmin bütününü göremez. Tıpkı ağaca bakarken ormanı görememek gibi… Nasıl ki bir resme çok yaklaştığımızda ayrıntıları görüp resmin bütününü görme imkanını kaybediyorsak, bütünü görmek için uzaklaştığımızda da ayrıntıları kaçırabiliriz. Demek ki vasat olanı tercih etmek yani kendimize merkezi bir yer tayin edip o merkezden bakmaya çalışmak en doğru olanı… Böylece hem bütünü görebilir hem de ayrıntılara kayıtsız kalmamış oluruz…

Kanaatim odur ki Müftüoğlu’nun düşünsel çizgisinin ana omurgası (ya da merkez noktası) “İslami referanslar temelinde sosyal-siyasal-entelektüel-estetik-hukuki gerçekliğin inşası için canla başla çalışmak ve bu inşa sürecini sömürgeci/emperyalist/kapitalist hegemonyaya karşı direnişin istinatgahı yaparak ümmet olma bilincini tahkim etmek” olarak belirleyebiliriz. İslam bir bütün olarak tevhidi duyarlılıkla özümsenmeli ve kamusallaşması için ceht edilmeli. Bu merkez kanaatin akabinde sözünü ettiğimiz “İslami duyarlılığın inşası nasıl gerçekleşecek?” sorusunun peşine düşülebilir…Aydın/entelektüel/alim çabası önem kazanır bu sorunun yanıtında. Müftüoğlu’nun yazılarında ısrarla vurguladığı entelektüel ceht İslam’ın bilinç düzleminde temsil ve tebliğ edilmesini içerir. Çünkü Atasoy Bey’e göre içinde yer aldığımız toplum İslam’ı bilinç düzeyinde değil gelenek-görenek-adet olarak temsil etmektedir ve bu temsil taklit ve tekrarı yücelten, eleştiriye bigane bir temsildir. Öte yandan karizmatik dini ve politik figürler tarafından aldatılmaya/ayartılmaya oldukça müsaittir…Bu müsait olma durumu özelde Türkiye genelde ise İslam dünyası toplumlarını sömürgeleştirilmeye açık hale getirmiş, toplumsal bünyeyi adeta uyuşturmuştur. Gerek kitaplarında gerekse sohbetlerinde “dini popülizm” ve “politik popülizm” uyuşturucuları üzerinde ısrarla duran Müftüoğlu’nun temel iddialarından biri de bu uyuşturucular aracılığıyla İslam dünyası toplumlarının tarihin dışına itildiği ve nesneleştirildiğidir. Çünkü sözü edilen bu uyuşturucular muhatabını düşünemeyen, akledemeyen, fehmedemeyen (adeta bir kadavra) haline getirmektedir. Özellikle dini popülizm (Marks’ın din halkların afyonudur) söyleminden etkilenmiş görünmektedir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İslam dünyası toplumlarında dinin “toplumsal rıza üretimini” temin için araçsallaştırılması, politik figürler tarafından amansızca istismar edilmesinin önünü açmıştır. Bu bağlamda Müftüoğlu dinin geçmiş (b)ilgisi haline geldiği, gelenek adına ne varsa din zannedildiği gerçeğine dikkat çekerek toplumlarımızın geçmişten tevarüs ettiklerine karşı eleştirel bakabilme kabiliyetinden yoksun olduğuna değinir. İlmi/entelektüel çabaya yabancı toplumsal bünye her türlü uyuşturucuya açıktır ona göre.

Müftüoğlu’nun İslamcılığa bakışı da yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız üzere İslam’ın bilinç düzleminde temsil ve tebliğ edilmesi gerektiğine yaptığı vurguyla bağlantılı okunmalıdır. Ertuğrul Zengin kitabının önsözünde İslamcılığı “toplumsal bir hareket ve ideoloji” olarak tanımlayıp İslamcılığın önce “İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği” sorusu üzerinde durduğunu dile getirmektedir.(2) İslamcılığın ideolojik bir duruşu temsil ettiği doğrudur. Dağılmaya yüz tutmuş bir imparatorluğun nasıl kurtulacağına dair çözüm yollarının arandığı bir vasatta Türkçülük, Garbcılık, Osmanlıcılık gibi cereyanların karşısında İslam’a olan aidiyetimize ve İslam tarafından şekillen(diril)miş sosyal gerçekliğimize işaret ederek modern paradigmanın belirlediği sınırlar içinden değil, İslami referanslar temelinde çözüm üretmek İslamcılığın temel iddiası olmuştur. Öncelik, İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili olmaktan ziyade sömürgeci dayatmanın karşısında esaslı duruşun ancak İslam’a yaslanarak mümkün olacağıyla ilgilidir. XIX.yy’nin ikinci yarısında Batı karşısında alttan alan/özür dilemeci (apolojist) bir söylem söz konusuyken iki dünya savaşının yıkımı ve ulus devletin büyük bir bela olduğunun müşahede edilmesi sonrasında daha üst perdeden bir söylemin inşa edildiğine tanık oluruz. Bu bağlamda İslamcılığı yüce Kur’an ve nebevi gelenekten ilham alarak İslam’ın ruhuna uygun bir sosyal gerçekliğin bütün boyutlarıyla inşa edilmesi olarak tanımlanması Müftüoğlu’nu düşünsel çizgisinin anlaşılması açısından da daha isabetli olacaktır.

İslamcılık özü gereği evrenselcidir. Bu noktaya dikkat çekmek gerekiyor çünkü Ertuğrul Bey’in eserinde Müftüoğlu İslamcılığın evrenselci-devrimci damarının temsilcisi olarak zikredilmiştir.(3) Oysa ki İslamcılığın evrenselci olması İslam’a yaslanıyor olmasının tabi sonucudur. Mübarek Kur’an insanlığa hitap etmektedir ve yüce Allah(c.c) alemlerin rabbidir. Demek ki kendisini İslam’a nispet eden birinin yerel/taşralı bir ufka ve bilince kapanması kabul edilemez. Nitekim Müftüoğlu’nun İslamcılık tanım(lar)ında da bu hassasiyet göze çarpar: “İslamcılık İslam’ı özneleştirme mücadelesinin adıdır, ideolojik ütopik bir kurgu değildir.”(4) Bu mücadele İslam’ın siyasal temsil boyutlarını içkin bir mücadeledir. Çünkü Müftüoğlu’na göre eğer İslam’ın siyasal boyutu ihmal ediliyorsa orada Müslümanların özneleşmesinden bahsedilemez. “Aydınlar, düşünürler, bilginler, akademisyenler (İslam’ın siyasal boyutunun temsiliyle ilgili-KE) açıkça geri çekilince İslamcılık mücadelesi İslami bütünlük bilincini temsil ahlak ve idealine sahip olmayan lümpen kesimlerin eline kalmıştır.(5)

İslamcılıkla ilgili benzer kanaatlerini başka eserlerinde de dile getirir Müftüoğlu. “ İslamcılık düşüncesi İslam’ın bir bütün halinde tarihe kazandırılması, bir bütünlük halinde özgürleştirilmesi için her alanda yürütülmesi gereken bir mücadele biçimini içerir. İslamcılık mücadelesini yalnızca politik bir ideoloji gibi algılayanlar, İslamcılığı böyle takdim etmeye çalışanlar, kolonyalist etkilere maruz kaldıkları için böyle düşünüyor. İslamcılığı politik bir klişe olarak görmek kadar büyük bir sapkınlık olamaz.”(6) Bu bağlamda Ertuğrul Zengin’in “İslamcılık hiçbir şey değilse bir entelektüel mecradır ve bu entelektüel mecra kalem oynatanlar ve okuyanlar oldukça kendisini yeniden üretecektir”(7) tespitinin İslamcılığı basite almak, bir tür entelektüel elitizme hasretmek, onun hayatın bütününe İslam’ın rengini verme çabasını tahfif etmek, modern/post modern tarih karşısında paradigma dışı en sahih istinatgah olma kapasite ve kabiliyetini görmezden gelmek gibi bir handikap barındırdığı söylenebilir.

Müftüoğlu’nun çağdaşlarıyla irtibatı onun düşünsel seyrinin doğru anlaşılması için iyi etüt edilmelidir. Yakın tarihimizin neredeyse bütün İslamcı üstatlarıyla tanışıktır Atasoy Bey… Bu tanışıklık bazılarında yakınlık derecesinde tecessüm etmiştir. Kendisiyle sohbetimizde merhum Sezai Karakoç’un Diriliş Dergisi için (takatinin fevkinde olmasına rağmen) Türkiye’yi iki defa dolaştığını söyleyecektir. Demek ki Dirilişin Türkiye çapında tanınmasında Müftüoğlu’nun katkısı yadsınamaz. Yine merhum Necip Fazıl’ın çok yakınında bulunmuş, yedi güzel adam adıyla maruf edip/şairlerle teşriki mesaide bulunmuştur. Bu döneme dair tanıklıkların yer aldığı “Sözün Erimi” adlı söyleşi eseri yakın tarihimizin İslamcı ufkunun/derinliğinin, zaaf ve imkanlarının anlaşılması için oldukça önemlidir. Merhum Necip Fazıl’ın Mevdudi, Hamidullah, Seyyid Kutup gibi İslamcılar hakkında ağır ithamlarda bulunması ve aralarında Müftüoğlu’nun da olduğu yakın çevresine Türkiyeli Müslüman yazarlar dışındakilerin okunmaması önerisi ayrılık sebebi olacaktır. Müftüoğlu ayrılma isteğini üstada açtığında ise “seni kim yönlendiriyor?” sorusuna muhatap olacaktır ki bu soru “dış güçlere atıf yapmaya alışık” sağ/muhafazakar zihniyetin kodları hakkında önemli ipuçları içerir. Üstat, kişilerin kendi başlarına karar vereceğine inanmamış olacak ki bu ayrılık talebinin dışarıdan birileri tarafından beslendiğini düşünmüştür. Müftüoğlu’nun Sezai Karakoç’la ayrılma gerekçesi de ilginçtir. Karakoç’un  “çok fazla kişiyle görüşüyorsun. (Dirilişi kastederek-KE) merkez burası” ikazı ikilinin yollarının ayrılmasına sebep olmuştur. Anlaşılıyor ki Müftüoğlu’nun “dışa açık”, “evrensel düşünmeye yatkın”, “farklı fikir havzalarıyla teması önemseyen”,” ulusal sınırlar dışında da olsa anlamlı her çabanın hakkını vermeye çalışan”, “kendisini bir hizbe/kliğe/kulübe hapsetmek istemeyen “ ve belki de en önemlisi “bir üstat/abi/lider/başkan gölgesinde inşa edilmiş hiyerarşik çalışma biçimine mesafeli oluşu” Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi “benmerkezcilikleriyle öne çıkan” üstatlarla yol yürümesine engel olmuştur. Nitekim Sözün Erimi’nde Sezai Karakoç için “diriliş düşüncesiyle hep entelektüel konformizmin sınırları içinde kaldı. Romantik/nostaljik yaklaşımları nedeniyle zamanın sınavından, olayların ve tarihin sınavından geçmeyi başaramayan denemeler yazdı…Kendi benmerkezciliğiyle uzlaştı…Kendisinden sonra gelen şair, yazar, sanat-edebiyat adamlarıyla, gençlerle ilgilenmedi, onlara önem vermedi, onları izleme ve değerlendirme ihtiyacı duymadı, onları yüreklendirmedi. Dirilişi marjinal bir hizbe dönüştürdü…” diyecektir.(8)

Kamil ERGENÇ

Yararlanılan Kaynaklar

1-Tanıl Bora/Cereyanlar/İletişim Yay./syf.450/III.Baskı/İst.2017

2-Ertuğrul Zengin/Muvahhidden Evrensele: Bir Düşüncenin Kritiği/İlem Yay./Syf.xi-xii-xiii/I.Baskı/İst.2022

3-Ertuğrul Zengin/a.g.e/syf.xii

4-Atasoy Müftüoğlu/Varoluşsal Belirsizlikler/Hece Yay./Syf.18-19/Ank.2015 

5-Atasoy Müftüoğlu/a.g.e/syf.95

6- Atasoy Müftüoğlu/Teslimiyetçilik Kader Değildir/Hece Yay./syf.56-57/I.Baskı/ Ank.2013

7- Ertuğrul Zengin/ a.g.e/syf.xii

8-Atasoy Müftüoğlu/Sözün Erimi(Konuşmalar)/Hece Yay./syf.261-273/I.Baskı/Ank.2008

 

Kaynak: Farklın Bakış