Tarih: 28.01.2021 11:13

Ağyarını Mâni Otoriterlik

Facebook Twitter Linked-in

1960’lardan 70’lere sarkan dönemde Mısır’da Seyyid Kutub (ö. 1966), İran’da Ali Şeriati (ö. 1977) ve Pakistan’da Ebu’l-Ala Mevdudi’nin (ö. 1979) odaklandığı ortak konu, tevhid inancının omurgasını oluşturan bazı kavramların içinin boşaldığı, Müslüman toplumların bu yüzden siyasi otoriteyle ilişkiyi doğru tarif edemediği meselesiydi. “Dinî düşüncenin ihyası” mirası içinde yeralmakla birlikte “Biz neden geri kaldık?” sorusuna cevap aramaktan da geriye, ta en başa, itikadı oluşturan linguistik idrakteki hataya kadar gitmiş bir çabaydı onlarınki. Türkiye’de Erbakan’ın, dindar seçmene, laik sağdan kopmasını sağlayacak Millî Görüş’ü takdim etmesinin[1] İslam dünyasındaki fikrî atmosferi yani.

Mesele, İslam dünyasında eski tip sömürgecilikten kurtulmuş ülkelerde tek parti rejimlerinin ortaya çıkmış olması, bunların otoriter, totaliter ve kapalı iktisadi, siyasi, sosyolojik nizam kurması ve muhaliflere karşı acımasız davranmaya başlamasıydı. Bu tek parti rejimlerinin ağyarını mâni otoriterlikleri, Kur’an’da sıkça geçen “rab” kavramının mana ve mahiyetine karşılık gelen bir politik hâlet-i ruhiye içindeydi. Geleneksel monarşilerin yetki/iktidar temerküzü ile modern devletin totaliter doğasından oluşan ürkütücü kimya.

Seyyid Kutub “Yoldaki İşaretler”de[2], Seyyid Ebu’l-Alâ Mevdudi “Kur’an’da Dört Terim”de[3] ve Ali Şeriati “Dine Karşı Din”de[4] temel sorunu tarif etti: İslam’ın münzel ve mürsel kaynağından uzaklaşan Müslümanlar, tarihteki emsalleri gibi ‘rab’leşmiş politik, sosyolojik, dinî, iktisadî otoriteye korku veya taraftarlık motivasyonuyla itaat ediyor; o otoriteler de halkı, dinî kavramların içini boşaltıp tahrif edip o kavramlara başka manalar yükleyerek aldatıyordu. Bu sosyal mühendislik operasyonunu dörtlü çete gerçekleştiriyordu: Firavun-Haman-Karun-Belam (yarı-tanrı lider, siyasi iktidar, finansal iktidar, dinsel iktidar). Şu halde vahyin indiği güne döner ve kavramların hakiki manalarını ahaliye anlatırsak baskıcı, zorba, despot, tiran, diktatör liderlerin yarı-tanrı veya tanrı rolü oynadıkları cevrü cefa iktidarlarından kurtulmak mümkün olabilirdi.

Seyyid Mahmud Talekanî (ö. 1979), İran meşrutiyet hareketinin ideologu Mirza Nâinî’nin (ö. 1936), “tağutî yönetim” adını verdiği zorba idarelerle mücadeleyi putperestliğe karşı mücadeleyle aynı şey gördüğünü yazar. Çünkü onunla mücadele edilmez de zorba yönetim kendine alan bulursa egemenlik ve tanrılık iddia edecektir. Yahut halkı doğrudan kendisine ibadet ve itaate çağıramazsa da insanları yoldan çevirme ve vehim altında tutmanın aracı olan ve iradesiz tanrı diyebileceğimiz taş, sopa, heykel gibi şeyleri halkın yoluna dikecektir. Öyleyse bütün bu şirk ve putperestlik türlerinin aslı, kaynağı ve sebebi, zorba kendini beğenmişlerdir. Zira taş ve sopa hiçbir zaman tanrılık iddiasında bulunmaz.[5]

Zorbalarla sınır anlaşması mümkün olsaydı ne Nemrud İbrahim’i ateşe atar, ne Firavun Musa ile çatışır, ne Neron Hıristiyanları yakar, ne de Kisra İslam’ın çağrısına savaş açardı. Peygamberlerin kıyamı sadece kalben inanmayı sağlamak için değildi.

Siyasi liderin “rab”leş(tiril)mesindeki psikiyatrik evreyi anlamamızı sağlayan çok örnek arasından bir tanesi şu ayet mesela: “Allah mülk/iktidar verdi diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim demişti ki: ‘Benim dirilten ve öldüren bir rabbim var.’ O da dedi ki: ‘Ben de diriltip öldürebilirim.’ Bunun üzerine İbrahim ‘Allah güneşi doğudan getiriyor, hadi sen de batıdan getir bakalım’ deyince kâfir afallayıp kaldı.” (Bakara 258)

Hz. İbrahim’le tartışan otokratın, elindeki iktidarın mutlaklığına doyamayıp fazlasını istemesi, modern zamanlarda bir otokratın halkın vekaletiyle yetinmeyip onun velayetini, hatta mülkiyetini talep etmesiyle aynı şeydir. Çünkü vekalette asıl olan halk ve seçmendir. Otokratsa (iktidarperest), halkın asıl olmasına tahammül edemiyor. İlişkiyi tersine çevirip kendisini asıl (metbu), halkı ise bağıl (tâbi) makama oturtmak istiyor. Hal böyle olunca, tanrısal iradesiyle o da birilerini öldürebilir ve başkalarını da diriltebilir (ihya). İktisadî mutlak iktidarı elinde tutan iktidarperestin dilediğini bir gecede ihya edip diriltebileceğini örnekleriyle biliyoruz.

Allame Tabatabaî, Bakara 258’i tefsir ederken bu önemli noktaya dikkat çekiyor: “Otoriter ve diktatör bazı hükümdarlar avam halkın [yöneticiyi rableştiren] bâtıl itikadını suistimal edip müstebitçe emirlerini kabul ettirir ve böylelikle insanların hayatındaki çeşitli durumlar üzerinde tasarrufta bulunur. Hatta giderek ilahlık makamını elde etmeye göz dikerler. (İster istemez akıllarından, halk taş ve tahtayı tanrı görüyorsa kendilerinin taştan daha aşağı olmadıkları düşüncesi geçer.) Kur’an bu anlamı tarihten Firavun, Nemrud ve benzerlerinden aktarmaktadır. Onlar da diğer insanlar gibi putlara taptığı halde kendilerine aynı zamanda rabler arasında yer veriyorlardı. (…) İnsanlar onların idareci olarak emirlerini rablerden daha nüfuz sahibi gördüklerinden bu tanrıların hayata müdahalesi hayali iken kralların müdahalesi somuttur. Bu nedenle beşerî tanrıların etkisi, hayali tanrıların etkisinden daha tanrısaldır ve insanlar onlara daha fazla saygı duyup tapınır.”[6]

İnsanların lideri, idarecisi, temsilcisi olmanın heva ve hevesi kesmediği ve illa rab (efendi, sahip) hissetmenin peşine düşen çılgını durduracak olan tabii ki ilahî nedenselliktir (İbn Rüşd’e rahmet ve selam ile): Hz. İbrahim’in Rabbi güneşi doğudan getiriyor, rab olmaya meraklı otokrat da batıdan getirsin de görelim.

Soru şu: Elinde mutlak iktidarı bulunduran hükümdarın, rab apoleti de takıp yarı-tanrı veya tanrı olma/görülme arayışının sebebi ne? Bu yalnızca mental marazla açıklanabilir mi? Hiç mi rasyonel nedeni yok?

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —