Adem Yıldırım: Mesele Ne Kadar Pedagojik?

Adem Yıldırım, gazeteduvar.com’da “Mesele Ne Kadar Pedagojik?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Adem Yıldırım: Mesele Ne Kadar Pedagojik?

Mesele ister ince ister kalın olsun, Kürtlerin ana gündemi pedagojinin halklaştırılması biçiminde olmalıdır. Bu da anadille yapılandırılabilir ancak.

Bu yazı kendinden menkul bir söyleme karşın, cevap niteliği taşıyan bir söz alma biçiminde de okunabilir. Ancak vereceğim cevap, bu söylemin değirmenine su taşımak biçiminde olmayacaktır. Peki ne olmuştu? Bir zamanlar fizik öğretmeni, CHP Genel Başkan Adayı, Cumhurbaşkanı adayı şimdilerde ise Memleket Partisi Genel Başkanı olan Muharrem İnce, Habertürk’te katıldığı ‘Türkiye’nin Nabzı’ programında kendisine yöneltilen anadilde (Kürtçe) eğitim sorusuna karşılık şu ifadeleri kullanmıştır: “Anadilde eğitim talebi siyasetçilerin konuşacağı bir iş değil, herkes haddini bilsin. Anadile eğitim konusu önce eğitimcilerin konuşacağı bir iş. Onlara oy kazandırmak için Kürt çocuklarını ziyan ettirmeyeceğiz. Önce onu doğru tartışacağız, pedagojik tartışacağız. Bu anadilde eğitim konusu gazetecilerin, siyasetçilerin oy devşirmek için konuşacağı bir konu değil. Kürt çocuğu benim de çocuğum, hepimizin çocuğu, onlar bu memleketin evladı. Uzman olmayan kişiye, üç siyasetçiye, iki gazeteciye bu ülkenin çocuklarını heba ettiremeyiz. Önce pedagojik tartışacağız. Bir politikacı yapacağı işte önce bilime uygun mu diye bakar, sonra hukuka uygun mu diye bakar, sonra vicdana uygun mu diye bakar, sonra dünya görüşüne uygun mu diye bakar. Pedagojiye uygunsa bilin ki üniter devlete de uygundur. Ama pedagojiye uygun değil ya bu. Neden değil? Bu çok uzun bir tartışma. Ama şöyle, fiziği, matematiği Kürtçe anlatalım demek, çocuğa şu demektir, ‘Ey Kürt kızı, delikanlısı, sen doktor ol ama İzmir’de görev yapama, sen Hakkâri’de kal’ demektir. Bunu o çocuklara yapamayız.” Bu ifadelerden sonra bana cevap hakkı doğduğunu düşünüyorum. Çünkü Eğitim Fakültesi’nde lisans eğitiminden sonra yüksek lisansımı Eğitim Bilimleri alanında tamamladım. Tezden türetip 2010 yılında Eleştirel Pedagoji: Ivan Illich ve Paulo Freire’in Eğitim Anlayışı Üzerine adıyla kitabı olarak basılan çalışmam 3 yıl içinde 3 baskı yapmıştır. Daha sonra “Cumhuriyetin İlk Üniversitesi”nde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde felsefe bölümünde doktora derecesi aldım. Biri ortak yazarlı olmak üzere yayımlanmış 3 adet Türkçe; Avesta Yayınları’ndan çıkmış Koronatopia başlıklı bir de Kürtçe felsefe kitabım mevcuttur. Ayrıca iyi derecede İngilizce ve Fransızca da konuşup yazabiliyorum. Kürdüm ve de Hakkariliyim. Sayın İnce’nin altını çizdiği bütün özellikleri istemezsem de taşımaktayım. Ancak baştan söylemem gerekir ki bu, Kürtçenin pedagojik ilkelere ne kadar uygun olduğunun ispatıyla ilgili bir yazı değildir. Aksi takdirde, “kuyuya atılmış taşı” arama eziyeti olurdu. İnce’nin dediğinin tersine bu, siyaset kurumunun işidir. Zira pedagogların konuşacakları fazla bir şey de yok. Her şey ortada. Evrensel ilkelere dayanan bir pedagoji anlayışı da var mı Türkiye’de, o da tartışmalı tabii. Kısaca uzun uzun ne pedagoji kavramının ne olduğundan ne de Jean-Jacques Rousseau’nun Emile’inden; Kant’ın Ahlak Eğitimi tartışmasından; Fichte’nin Alman Ulusuna Seslenişi konuşmasından; Humboldt’un Dil-Karakter ilişkisinden, Alman Romantiklerin Halk kavramsallaştırmasından, John Dewey’in Pragmatik Eğitim’inden; Gramsci’nin Hegemonya’sından; Althusser’in İdeolojik Aygıtları’ndan; Basil Bernstein’in Dilsel-Sınıfsal Kodları’ndan; Noam Chomsky’nin Kartezyen Dil Anlayışı’ndan; Jacques Derrida’nın Yapısökümü‘nden; Michel Foucault’nun İktidar İlişkileri’nden; Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nden; Ivan Illich’in Okulsuz Toplumu’ndan; Eduardo Galeano’nun Tersine Dünya Okulu’ndan vesaire bahsetmeyeceğim. Bunların hepsi kitabımda ayrıntılı olarak yer almaktadır. Pedagojik tartışmalar için naçizane kaynak olabilecek kitabımı da başta Sayın İnce’ye daha sonra da ilgilenen herkese öneriyorum. Ya da 6 yaşında dilsel kastrasyona uğrayıp 37 yaşında Türkçe akademik çalışma üretmekten vazgeçmemden; felsefeyi Türkçe yapma zorluğumdan; duygularımı Türkçe ifade etme eziyetimden; yıllarca Türkçe ile harcadığım mesaimin bir dergiye çevirmenlik yaptığım için beni kamu görevinden ihraç eden ve bu emeğimi heba eden polisin emrindeki üniversiteden; kamusal alanda anadilimle kendimi rahatlıkla ifade etmemekten de bahsetmeyeceğim. Açıkçası Sayın İnce’nin yapmış olduğu naif çağrıya, Türkiye üniversitelerinden almış olduğum master ve doktora diplomalarım ve bağımsız bir Kürt akademisyen olarak karşılık verme gereğini bile duymadığımı söylemem gerekir. Ancak kendisine bu meseleyi yanlış bildiğini, hatta eksik bilgiye sahip olduğunu söylemem gerekir. Eğer gerçekten pedagojik boyutlarıyla ilgili fikrimi merak ediyorsa, benden randevu talebinde bulunabilir, ben de kendisine gereken açıklamaları yaparım. Ancak meselenin pedagojiyle ilgili olmadığını ve üniter yapıyla bilimselliğin birbiriyle örtüşmek zorunda olmadığını da biliyor. Diğer taraftan ne bu soruyu soran kişinin/kişilerin ne de İnce’nin Kürtlere, anadilde eğitim hakkı verme gibi bir dertleri; arzuları yoktur; olmamıştır ve de olmayacaktır. Burada daha evvel belirlenmiş rollere uygun ifadelerin mizansenini görmekteyiz. Daha ziyade karşı tarafa gol atmaya çalışan bir gazeteci ile siyasette manevralar yaparak “ne koparsak kârdır” diyen bir politikacının atışmasına meze olan Kürtçenin bugünkü perişan hâli söz konusudur aslında. İnce, habitusuna ve içinden hitap ettiği söylem düzenine uygun bir karşılık vermiştir, ancak buna rağmen yine de daha iyimser bir cevap verdiği kanaatindeyim. Nitekim yeni kurulan diğer partilerde olduğu gibi İnce de, Kürtçe ve Kürt meselesini, iktidar ya da onun ortağı olmadan evvel en az bir kere denedikleri Skinner’in kutusundaki pedala benzemektedir. Bu pedaldan beklenen, Kürtlerden oy alıp kulağının üstüne yatma alışkanlığıdır. Bu da Türkiye siyasetinin pedagojik icadı olsa gerek! O nedenle mesele pedagojiden fazlasıdır. Aslında mesele bu kadar basit değil çünkü İnce’nin söylediklerinin arka planında daha büyük bir anlatı vardır. Zira bu anlatı, “Kürtçe diye bir dil yoktur”; “Kürtçe Farsçadan türemiştir”; “Bilinmeyen dil”; “Kürtçe bir medeniyet dili değildi” gibi pejoratif ifadelerden “Evet Kürtçe diye bir dil vardır” ancak “uygun değildir” ibaresine sürdürülegelmiştir. Bir çeşit “tanıyarak inkâr etme” söz konusudur. İnce’nin dile getirmeye çalıştığı şey de tam olarak bu meyandadır. Ancak meydan boş değil; artık bu tür ifadeleri ve onun söylem düzenini yapı sökümüne uğratacak, hatta parodisini yapacak binlerce eğitimli Kürt genci var. Aslında İnce’nin ifadelerinde, ailelere aba altından sopa gösteren incelik(!) vardır. O da şöyle bir şey olsa gerek: Bakın eğer çocuklarınız Kürtçe eğitim alırlarsa her şeyden geri kalırlar, kendi coğrafyalarına mahkûm olurlar. Bu, Kürtçeyi bir bölgeyle sınırlandırmak; onları bir bölgeyle eşleştirmektir. Madem öyle, o zaman bırakın Kürtler kendilerini yönetsinler. Değilse o zaman neden İzmir’deki Kürdü, Kürtçe anadilde eğitim alma hakkından mahrum bırakıyorsunuz? Nereden baksan çelişkili ve sorunlu ifadelerdir bunlar. Ancak bu, tam da “üniter yapının” pedagojik olmamasından kaynaklanan bir durumdur. Diğer taraftan meseleye pedagoji diyerek mızıkçılık yapmak, söylem düzeninin bir dil oyunudur. Buna karşın Kürtlerden beklenen, tarihin tozlu raflarından referanslar göstererek bunun böyle olmadığını göstermeleridir. Ben bu tepkiselliğe “lastik refleksi” demek istiyorum. Yani, bir lastiğe baskı uygulayıp geri bıraktığınızda, baskı yapıldığı miktarda bir tepki verir. Kürtlerden istenen muhalefet de lastiğin bu refleksi şeklindedir. Ancak bu politik oyunun devamında, asimilasyon biraz daha ilerlemiş, kuşakların anadillerinde eğitim alma hakları uzatılmış kısaca bilinçli bir geciktirme gerçekleştirilmiş olur. Asıl mesele iktidarın paylaşılmak istenmemesidir. Çünkü anadilde eğitim faaliyetinin yürürlüğe girmesi demek; iktidarın ve onun araçlarının bölüşülmesi anlamına gelmektedir. Bu, bölünmekten ziyade (bölünme paranoyasına karşın) çoğalma ve çeşitlenme anlamına gelmektedir. “Muasır medeniyet seviyesini” yakalamış ve de Cumhuriyet’in kurulduğu yer olan İsviçre’de bu çeşitlenme ülkenin zenginlik kaynağı ise, onun üzerine çıkmayı iddia eden bir ideolojinin mensuplarının bunu gözü kapalı kabul etmesi gerekmiyor muydu? Yoksa Batı’nın yasalarını alalım ancak etiğini almayalım demek oluyor halen? Kısaca solcusundan sağcısına sormak gerekiyor, muasır medeniyetin neresindeyiz? Demek ki mesele muasır medeniyet seviyesi de değilmiş. Ancak biliyoruz ki mesele tarihsel olduğu kadar psikopatolojiktir de. Bu Fanonist/kolonyal bir hat ile okunabileceği gibi efendi-köle ahlakı eşitsizliği çerçevesinde de tartışılabilir. Ancak bunlar kolay yollardır. Ben daha ziyade Kürtlerin bu konudaki hazır bulunuşluklarına dikkat çekmek istiyorum. Her zaman olduğu gibi sosyal medyada İnce’nin ifadelerine karşılık, bir “iptal kültürü” kampanyası yürütülmüş olup “lastik refleksi” dediğim yöntem kendini dayatmıştır. Ancak bu, herhangi bir çözümün gelişmesine katkı sunmadığı gibi pasifleşmeye yol açar. Eğer gerçekten çözüm isteniyorsa daha etkili yolların denenmesi gerekir. Örneğin şu soruyla başlayabiliriz: İnkâr söylemine karşı rasyonel bir gerekçelendirmemiz var mı? İmkanlarımız nelerdir; bunları nasıl eylemselleştirebiliriz? Yani kalıplaşmış sözcükler ve sosyal medya tepkilerinden başka elimizden ne geliyor? Zira elimizde olanı etkili bir şekilde değerlendirmekten ziyade yeni kavga simülasyonlarına katılmanın bir enerji tüketimi olduğunu söylemeye gerek yok. En önemlisi de sorulmaması gereken şöyle bir sorudur: “Kürtler anadilde eğitim istiyorlar mı?”. Bu tuzak bir sorudur. Hele ki halka soralım demek ayrı bir sorundur. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, sandıkta oy vermekten ibaret olan koşullu bir pedagojiye tâbidir. Bazı haklar doğuştandır ve devredilemezdir. Nitekim Locke-Rousseau’nun toplumsal sözleşme hattı bu temele dayanır. Devlet denilen yapı da bunun üzerine bina edilir. O nedenle anadilde eğitim, bir tercih ya da karar meselesi değil, olmazsa olmaz bir haktır. Eşit yurttaşlığın temelidir. Ayrıca bir çözüm olmayan ve de kampanyalarla yürütülen “seçmeli ders” ve “Kürtçe için atanamayan öğretmen krizi” vereme razı olmaya eşdeğerdir. Bu tarz mizansenlere aldanıp lastik refleksinden uzak durulması gerekir. Ne olursa olsun hatta Kürtler anadilde eğitimin bilincinde olmasalar bile, Kürtlerden oy alan ve onlar adına konuşma hakkını kendinde bulan siyasi parti(ler) bunu yerine getirmekle yükümlüdürler. Zira muktedirler anadilin ne demek olduğunu çok iyi bilirler, o nedenle bu meseleyi kronik bir hale getirirler. Diğer taraftan gerekeni sadece halktan beklemek; çocuklarına Kürtçe öğretmedikleri için onları ayıplamak kısaca anadil yükünü onlara yükleyip daha büyük sorunlarla ilgileniyormuş gibi yapmak siyasetçilerin başarısızlığıdır. Zira Machiavelli’den bu yana siyasetin rolü, toplumsal faydayı sağlamaya dönük olarak tasarlanmıştır. Onun Prens’e önerdiği de budur. Ancak şansının da yaver gitmesi gerekir tabii. Bunun tersine, siyaseti kişilerin kurtuluşuna ya da partilerin istikbaline endekslemek ya halkın ihtiyaçlarını doğru bir şekilde okuyamamak ya da belirlenmiş rollere uygun hareket etmek, yani halkı aldatmak anlamına gelir. Zira aktör olarak siyaset, yürütücüleri tarafından halkın temel sorunlarına çözüm bulmak zorundadır zira desteğin kaynağında da bu vardır. Anadilde eğitim de en acil sorun olarak çözüm beklemektedir. Nitekim konforlu koltuklara alışıp halkın gerçekleriyle ilişkisini koparan bir siyasetin sonu tarihin çöplüğüdür. O nedenle acilen Kürtlerin ihtiyacı olan şey, amasız fakatsız anadilde eğitimdir. Çünkü Kürtler dilini koruyamazlarsa kısa bir süre sonra yok olup giderler. Lastik refleksinin amacı da bu yok oluşu peyderpey yerine getirmektir. O nedenle şunu demek zorundayız

Devamı >>>