Adana’daki ‘orantısız şiddeti’ görünce olaya Fransız kalamadım

Fehmi Koru yazdı;

Adana’daki ‘orantısız şiddeti’ görünce olaya Fransız kalamadım

Her gün göz atma ihtiyacı duyduğum Arap gazetelerinden birinde, yazılarını önemsediğim bir meslektaşın köşesinde, birkaç gün arayla aynı yabancı yazara atfedilen bir cümleyle karşılaştığımda, zihnim bizde televizyon ekranlarının Adana’dan yansıttığı görüntülere kilitlenmişti.

O görüntülere bakıp, “Nasıl bu hale gelindi?” diye düşünüyordum.

Arap yazar, Ahmad Assarraf, işte bu soruya cevap olarak bir Fransız yazarın neredeyse 100 yıl öncesinde yaptığı tespiti hatırlatıyordu.

Fransız sosyolog Gustave Le Bon’un (1841-1931)…

‘Kitleler Psikolojisi’ adlı eseri bizde de defalarca basılmış bir velût yazardır Le Bon… Şimdilerde adı pek anılmasa bile çağdaşı devlet adamlarını fikirleriyle bayağı etkilemiştir.

Gustave Le Bon (1841-1931)..

Tarihçi Şükrü Hanioğlu bir yazısında kendisini şöyle tanıtmaktaydı:

“Günümüzde adı pek de hatırlanmayan bir ‘sosyolog’ olan Gustave Le Bon on dokuzuncu asrın son yıllarından öldüğü 1931’e kadar Türkiye’de dünyanın en önemli düşünürlerden birisi olarak kabul edilmiş, tezleri Ahmed Rıza Bey ve Enver Paşa‘dan, Atatürk ve Fuad Köprülü‘ye ulaşan asker, entelektüel ve devlet adamlarını derinden etkilemişti. / Le Bon tıp eğitimi almasına karşın daha sonra ilginç antropolojik ve sosyolojik çalışmalar kaleme almış ve ‘kitle psikolojisi’ kuramına önemli katkılarda bulunmuştu. Freud da bu alandaki temel tezlerini kendisinden almıştı.” 

Ahmad Assarraf işte o Fransız yazarın üzerinde pek konuşulmayan bir özelliğini öne çıkarıyordu birkaç gün önceki yazısında.

Okuyalım: 

“İslam dünyasında seyahat etmiş olan Le Bon sosyal sorgulamaları sırasında Avrupa’yı uygarlaştıranların Müslümanlar olduğu görüşündeydi ve bu sebeple Arapların altın çağını ortaya çıkarıp dünyaya en gerçek biçimiyle göstermesi gerektiğine inanıyordu.”

Fransız yazarın ‘The World of Islamic Civilization’ adıyla İngilizceye çevrilmiş -nedense Türkçesi bulunmayan- 1884 yılında yayımlanmış bir kitabı da var. 

Arap meslektaşın Fransız yazarı hatırlamasına sebep olan iki olay yaşanmış şu yakınlarda. 

İlki adını vermediği halkı Müslüman olan bir ülkede, diğeri Mısır’da.

Mısır’dan aktardığı görüntü bir sınavdan. Videosunu izlediği görüntüler bir okulda çekilmiş. Öğrenciler içeride sınav olurken, kadınlı-erkekli veliler okulun bahçesindeler. Görüntüye yansıyana bakılırsa, bahçede toplaşan anne-babaların dini hassasiyete sahip insanlar olduğunu düşünmek gerekiyor. Assarraf öyle düşünmekte.

Rahatsızlık duyuran, anne-babaların ellerindeki kitaplardan içeride sınava katılan çocuklarına kopya vermeleri… 

Aynen aktarıyorum

“Birileri onlara sınav sorularını sağlamış olmalı ki, her baba, anne ve kız kardeş ders kitaplarına dalmış, bazısı gülüyor bazısı ağlaşıyor, ancak bizim gibi ülkelerde görülebilecek bir manzarayla, bulundukları yerden yüksek sesle okul kitaplarından sınav sorularına cevapları bağıra çağıra cevaplıyorlar; kız veya erkek çocukları işitsin de tam not alabilsinler diye… Kopya çekerek…” 

Aktardığım olay Mısır’da yaşanmış.

Yazarın adını vermediği ülkede yaşanan -anlatımından yine aynı okulda olduğunu bana düşündüren- olay daha rahatsız edici.

Bu defa anne-babalar ile polis çatışıyor. Kalabalık okul binasına girmek istiyor, polisler ise araçlarıyla çevirdikleri binanın önünde durmuş onların içeriye girmelerini engellemeye çalışıyorlar. Polislerle kalabalık arasında ciddi bir gerilim yaşanıyor. Polisler de durdurmaya çalıştıkları kalabalık da, hal ve tavırları, giyim kuşamlarıyla dindar görünümlü kişiler.  

Neden bu çatışma?

Cevabı sona saklamış yazar: Kalabalık, çocuklarına sınav sorularına cevap vermelerine -yani kopya çekmelerine- engel olmaya kalkışan bir kadın öğretmene saldırmak istemiş de ondan…

“Kalabalık görüntüleriyle dindar ve inançlı, ancak çocuklarının kopya çekmesine izin vermeyen öğretmeni öldürmeye bile hazır görünüyorlar; her türlü mantık ve insani değere aykırı bu tuhaf ve ölümcül davranış tarzına bizim gibi ‘inançlı’ milletlerden başka hiçbir yerde rastlanamaz” diyor yazar.  

İzlediği davranışlara bakıp Gustave Le Bon’u hatırlamasının sebebi, Fransız yazarın şu tespiti:

“Dindar insanlar ahlaki ve hukuki bir yanlışa saptıklarında herhangi bir rahatsızlık duymaz veya suçluluk hissine kapılmazlar; çünkü ibadetlerinin bütün günahlarını sileceği görüşüyle yetişmişlerdir.”

Böyle bir şey olabilir mi?

Olmaması gerekir.

Fransız yazarın Arap meslektaş tarafından açıklayıcı bulunan bu tespitini okuduğumda, biraz önce ekranlara yansıyan farklı görüntüleri izlemekteydim.

Adana’dan evlerimize ulaşan görüntüleri…

Polisin giyim kuşamından dindar oldukları anlaşılan kalabalık bir grubun gösterilerini bastırma girişimi görüntülerini…

En tepe amirleri konumundaki içişleri bakanının “Orantısız güç” olduğunu kabullendiği girişimi yapan polisler de göstericilerden pek farklı bir görüntüde değiller.

Copunu kaldırıp siyah başörtülü kadın göstericiye elindeki copu indirdiği görülen üniformalı kadın polisin de başörtüsü var.

Başörtülü kadın polis başörtülü gösterici kadının kafasına indiriyor copunu…

İnsanlar yerlerde; bu defa coplar yerdeki insanların tepelerine iniyor…

Nasıl olabiliyor bu?

[Yazımı okuyup da polisin şiddet girişimini yalnızca başörtülü kadınlara yönelik olduğunda eleştirdiğimi düşünenler çıkmaz umarım. Başörtülü-başörtüsüz kadınlara ve çocuklara olduğu kadar erkeklere de polisin şiddet uygulamasını asla tasvip etmem. Gösteriler herkes için anayasal bir haktır. Devletin güvenlik güçleri gösterilerde göstericileri korumakla görevlidirler; dövmekle değil.]